Bugün onu göremeyince 08.45 metrosuna binmedim. Akşama kadar döndüm durdum peronda. Dönüş saatimiz olan 18.15 metrosunu da bekledim ama onda da yoktu. Eve döndüm, okulu asmıştım. O gece sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Keşke onunla tanışsaydım, hakkında azıcık bilgi edinebilseydim, çok pişmanım. Sabah erkenden kalktım ve yine metroya koştum, ama o yine yoktu. Ertesi gün sabah yine aynı saatte oradaydım ama yine yoktu, ertesi gün, ertesi...
Tam ümidi kestiğim bir gün, başında ponponlu bir bere, parlak siyah eşofman takımı ve altında beyaz spor ayakkabısı ve ellerinde eldiven ile peronda metroyu beklerken gördüm onu. Dondum kaldım, buz kesti elim ayağım bir anda... Bu yüz ifadesi katiyen benzemiyordu onunkine. Postürü bile farklıydı. Ama oydu, evet evet kesinlikle oydu. Yavaşça yanına yanaşayım dedim ağlamaklı. Aynı koku... Tam o anda bir vınlamayla metro girdi durağa, 08.45 metrosuydu bu. Ben bir hamleyle her zaman olduğu gibi yine annemin dediğini yaptım, ellerimle gözlerimi kapattım ve çizginin karşısına geçtim tek bir adımla. Bitmek tükenmek bilmeyen kaybolmak fikriyle... Ama oydu, o. Rüzgâr, akmıyor gibi akan o ırmağın serinliğini yüzüme taşıdı her zaman olduğu gibi. Bulut kümeleri birbirini takip ederek geçti yine yukarıdan. Başımı bir kez daha göğe kaldırdım. Ama oydu, o. Çıt yoktu.
S-e-s-s-i-z-l-i-k...
Ve Tanrı bizi izliyordu.