"Sahip olmak" ilkesinde inanç, akılcı bir kanıtı bulunamayan şeyler konusunda bir çözüme sahip olmaktır. Kişi bu durumda başkaları (özellikler bürokrasi) tarafından formüle edilmiş bazı klişeleri, kendi inancıymış gibi benimser. Çünkü aslında o bürokrasinin tutsağıdır. Ve bürokrasi gibi güvenilebilir(!) bir güce inanmakla da, kendini emin hisseder. Böylesi bir inanç, büyük bir gruba girebilmek için satın alınan bir bilet gibidir. Hem bu yolla kişi, kendi başına düşünmek ve karar vermek gibi görevlerden de paçayı kurtarmış olur. Artık o, doğru inanca sahip "beati possidentes"lerden, yani şanslı kişilerden biridir. "Sahip olmak" kökenli inanç, kişiye bir güven duygusu verir. Bu inancı yayan ve koruyan kişilerin güçleri sarsılmaz gibi görüldüğü için de, bireyler bu inanca sahip çıkmakla, en doğru ve şaşmaz gerçeğe vardıklarını sanır. Yalnızca bağımsızlığını feda ederek, böyle güvenilir bir inanca sahip olmak, günümüzde çok kişi için bulunmaz bir nimettir.
Hakkâri’nin bir köyüne sürgün edilmiş bir öğretmenin kış ayı boyunca başından geçen olayları ve o coğrafya hakkındaki gözlemlerini anlatıyor.
Okumaya başladığım gece bitirdim. Şiirsel bir anlatımı vardı. Günlük biçiminde yazılmış. Aynı olayı iki farklı biçimde anlatım yolunu tercih ederek yeni bir tarz denemiş. Kısacık cümlelerle derin duyguları öyle bir anlatmış ki, yazarın kalemine hayran kalmamak mümkün değil.
İlk görev yerim olan Van’da yaşadığım günlere geri gittim. Aynı duyguları tekrar tekrar yaşadım. Yerden kalkmayan kar, cehalet, bürokrasi, umut vs..
Öğretmenin Kürt kökenli öğrencilerinin bildiği Türkçe kelimelerden yola çıkarak ders anlatmaya başlaması, bir eğitimci olarak beni etkiledi.
Filmini de izledim. Kitaptan aldığım aynı keyifi alamadım maalesef.
Kitaplarını dostlarını seçer gibi seçmeli kişi.
Mutluluk, soruların bittiği yerde başlıyor olmalı öyle mi?
Padişahlar devletin mutlak sahibi ve hükümdarı bulundukları sürece mutlakiyetçiliği hükümdarların kötü niyetlerine vermek ve bütün kabahati onlara yüklemek kolaydı. Ne var ki Sultan Abdülaziz ve bilhassa II. Abdülhamid, istibdat idaresine yol açmakla devletin idari yapısı içindeki mutlakiyetçi temayülleri daha da kuvvetlendirmişlerse de, bu durum 1908'den itibaren köklü bir değişikliğe uğramıştır. Hürriyet adına yetkileri kısıtlanan padişah ve Osmanlı tahtı ikinci plana itilirken, mutlakiyetçiliğin ve istibdatın gerçek kaynağının bizzat modernleşme, yeni devlet anlayışı ve onun vasıtası olan bürokrasi olduğu açıkça ortaya çıkmış bulunuyordu.