Yaraların sadece yolda olmakla şifa buluyor. İçindeki boşluğu sadece yol onarıyor. Yola çıktın çünkü bir yaran var. Doğduğun günden beri ruhun sızlıyor. Sen de diğerleri gibi kendini zamanın o büyük kahkahasına bırakabilir ve hayatı, emniyet şeridinden giderek yaşayabilirdin. Ama o zaman yeni denizleri kim bulacaktı ha? Yeni öykülerde ve yeni insanlarda kim ısınacaktı? İçin nasıl zenginleşebilecekti? Dışarıda çağlayan bir macera var, ruhunu ona katman gerek. Onunla çağlaman, bir âlem olup akman gerek. Sen ey yolcu, Simurg kuşunun kendisisin. Hem padişahsın hem kölesin.
"Yol, yolcu, yolculuk." Neşet Ertaş ile bitirelim: 'Hep yolcuyuz böyle geldik gideriz / Dünya senin vatanın mı yurdun mu.'
Sizler;
-her şeyi isimlendirenler-:
Düş diyorsunuz gönlünüzce
tasarladığınız ve işlediğiniz
hiçliğe. (Sizin için) görünmezliğin ve girift belirsizliğin doruğu olan
gizli özneye zaman diyorsunuz,
durmaksızın kötülüğü buyuran,
susturulamayan iç seslerinize
ve tereddütlerinize ise şeytan.
Aşk diyorsunuz kısa süreli salgı sarhoşluğunuza, varlıklarınızla yokluğa düşürdüğünüz küçük dipnotlara varoluş dediğiniz gibi.
Tek yönlü ve sürekli akan yokluktan
eksilen küçük ve ödünç birer noktadır göreli mevcudiyetiniz, sizi sabırla bekleyen bir başka yokluğa katılacak olan, başladığınız ham ve artık yerine konamaz o ilk yokluğa dönüş olmaksızın.
Oysa yüzü acı çekiyor gibi görünmüyordu. Babası için ağlaması, soluk alıp vermek gibi doğal bir olaydı sanki.Gözyaşı kendiliğinden dökülüyordu gözlerinden. Acı, yüz mimiklerini çoktan terk etmiş, yüreğinin derinliğine yerleşmişti bile.
EFELYA'dan...
........
Elif, Ferhat'ı daha yakından tanımak için, çocukluğuna dair hatıralarını anlatmasını istedi ondan; sonra sesine bir avuç fesleğen katıp:
“Dur, önce anneni anlat, çok merak ediyorum, yaşıyor değil mi?”
“Yaşıyor değil mi?” cümlesiyle Ferhat birdenbire dağılmıştı.
“Hayır, yaşamıyor; çocukken kaybettim
- Üç şafaktan beri, Tengri bana mavi bir baştankara kılığında görünüyor. Her sabah kuş aynı çadırın tepesine konuyor ve üç defa ötüyor... Cengiz! Cengiz! Cengiz! Sonra, kanatlarını açıyor, güneş ışınlarını yayarken, duman deliğinden bir gökkuşağı giriyor. Bu çadır, Kağanımızın çadırı. Tengri'nin işareti benim için kayanın üzerinden geçen çağlayan gibi, açık, geri çevrilmez: bana seçileni gösteriyor. Artık Temuçin yok! Tengri'nin yeryüzündeki iradesi Cengiz yaklaşsın.
Ne zaman seni düşünsem yalnızlığım aklıma gelir
Bir ürperti gibi derinden derine duyarım çaresizliğimi
Nedir bu gürültüler derim, bu top patlamaları
Nedir bu şakaklarımda zonklayan ağrı
İçimden dalga dalga boşanan gözyaşları ne
Bu hangi nehir ki uzayıp gider alabildiğine
Nedir bu ümitsizlik dolu bu kahır dolu yaşlar
Bu denizler altından kopup gelen fırtına
Bir çağlayan gibi uğultulu yaşlar...
Dürüst
insan, kendine özgü bir dine inandığı halde, kendisine aykırı olan
görüşleri, hatta dinleri bile tanıtma ve araştırma aşamasında o görüşe
muhalif değilmiş gibi ortaya koyan insandır
“Anladığım kadarı
ile sona doğru gidiyorum. Kendimde ihtiyarlık ve zayıflığı daha çok
hissediyorum. Bu durumum beni kafesten çıkmaya zorluyor. Buna
girişince de kanatlarım kırılıyor vücudum kan ve yara içinde kalıyor, nefesim kesilerek düşüyorum. Duvarlar daralıp, tavanlar alçalıp
pencereler sıkıştırdıkça, kaygan bir çukura düşmüş bir karınca gibi
oluyorum. Dertler çok ağırlaşmış, benim harikulade gücüm tahammül
edemez olmuş, dert tanelerini toplamak için sabrım kalmamış ve yine
iç dünyamın dışında her şey, bir takım hederler, siyahlıklar, kirlilikler,
kötülükler, facialar, musibetler, düşüşler, harabeler, sel, deprem, kıtlık,
kölelik, yabancılık, kendinden kopmalık, vesvese...
Nasibim yeryüzünde bir buğu, bir sis olmak!
Mademki her ateşe bir kere secde kıldım,
Ne göl oldum, ne havuz, ne çağlayan, ne ırmak,
Yatağını bulamayan sular gibi yayıldım...
Çağlayan şelale
bir tutku gibi sardı onu: yüksek kayalar,
Dağ, derin ve kasveli orman,
renkleri ve biçimleri o zaman
bir arzu; bir duygu ve aşk,
başka çekime gerek olmayan,
verile düşünceyle ya da biraz ilgiyle
gözden ödünç alınmamış.