Palyaço gülleri severdi. Küçükken rengarenk onlarca gülün arasında hayatı romantize ederek uçsuz bucaksız hayaller kurardı. O gülleri hiç ayırmadı toprağından palyaço hiç koparmadı onları sadece izledi. Sonra bir gün onları tanımak istedi onlara dokunmak, koklamak, avuçlarında varlıklarını hissetmek. Palyaço kökünden çekti çıkardı gülü. Gül güzeldi çok güzeldi hemde. Uyuşturucu bi kokusu vardı. Yumuşacık yaprakları. Derken dikenleri farketti palyaço. Gülün dikenleri. Bu kadar eşsiz bir varlık savunmasız kalamazdı tabiki. Dikenleri onu korurdu. Tabi kopmadan önce onları kullanabilseydi. Gül dikenlerini batırdı. Palyaço gülün güzelliklerini dikenin verdiği acıdan üstün tuttu. Gül palyaçoya palyaçoysa güle zarar veriyordu. Farketmediler. Gül solmaya başladı. Palyaço anladı sonunda, kıyamadı kendine kıyana. Gülün kökü ona hayat verebilirdi. Yeniden nefes olabilirdi ona toprak. Tek gereken palyaçonun fedakarlığıydı . Son kez kokladı sevdi dikenlerine son kez batırdı tenini. Ve onu aldığı yere, ait olduğu yere geri bıraktı. İkisi de birbirine uzaktı ama izleri vardı birbirlerinde. Palyaço güllerin dikenleri olduğunu öğrendi. Güzel koktuklarını da ve onların sadece toprağa ait olduğunu da. Gülse ne öğrendi hiç bilemedik. Ama palyaço ve gül tanıştı gülün kokusu, kanı palyaçoya palyaçonun parmak izleri de güle karıştı. Tanışmaları da böylece geçti gitti.