Kendi dev benliğinizde olan özlemde sizin iyiliğiniz yatar; ve bu özlem hepinizin içinde vardır. Fakat aranızdan bazılarında bu özlem, dağ eteklerinin gizlerini ve ormanın şarkılarını taşıyarak denize erişebilmeye çağıldayan bir sel gibidir. Kimilerinde de, köşelerde ve kıvrımlarda kendini yitiren ve denize erişmezden önce çokça oyalanan durgun bir ırmak gibidir.
Ama içindeki özlemi çağıltılı olan, özlemi durgun olana, “sen niçin yavaş ve duraklısın?” demesin. Çünkü gerçekten iyi olan, çıplağın çıplaklığına bakıp, “Senin giysilerin nerede?” ya da yuvasıza bakarak, “Evin barkın ne oldu?” diye sormaz.
Önde koşmak arkada kalmak kadar tehlikeliydi. Her yanlış adım hareketi yavaşlatır, her düşen öz kardeşlerinin ayakları altında ezilirdi…Oysa hepimiz yalnız olduğumuzu, gavrilaların, mitkaların ve öteki dostların, yaşantımızdan gelip geçtiğini bilmeli, anlamalıydık. İnsanlar anlaşamadıklarına göre, dilsizliğin de önemi yoktu. Birbirleriyle takışır, birbirlerinden hoşlanır, tepişirlerdi. Ama herkes yine kendisini düşünürdü. Coşkularımız, anılarımız, duygularımız sazdan perdelerin ırmağı kıyıdan ayırdığı gibi bizi birbirimizden uzak tutuyordu. Dikkati çekecek kadar yüksek ama göğe erişmeyecek kadar alçak karlı dağ tepeleri gibi, aşılmaz vadilerin ötesinden birbirimize bakıyorduk.