Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur
Sıradan bir Dostoyevski kitabı :)
"Bir yere girdiğim zaman kendimi herkesten aşağı görüyor, oradakilerin bana bir soytarı gözüyle baktıklarını sanıyorum. Mademki öyledir, varsın ben de soytarı kılığına gireyim, çünkü karşımdakiler benden daha çok aptal ve aşağılıktır!"
Bu huysuzlukla kimlerin canının yanacağını da söyleyecek değilim; çünkü ben de bilmiyorum. Tedaviden kaçarak en büyük kötülüğü kendime yapıyorum. Bunu da biliyorum amainadım yüzünden tedavi görmüyorum işte. Karaciğerim çok kötü ağrıyor, varsın daha kötü ağrısın!.
Sayfa 5
Reklam
Artık ayrılma vakti geldi çattı, ben ölmeye, sizler de yaşamlarınızı sürdürmeye gidiyorsunuz. Hangisinin daha iyi olduğunu sadece tanrı bilebilir.
Yaşlı ve ağır olan ben, ağır hareket eden ölüme yenildim, hızlı ve kötü olan suçlayıcılarım ise daha hızlı olan kötülüğe yenildiler.
güneşe filan benzemez benim sevdiğimin gözleri; dudaklarının rengi hiç kalır mercan kızılı yanında; kar beyazsa eğer, boz renk olmalı onun göğüsleri; tel tel denirse saçlara, kara teller biter başında. nice güller gördüm ben, pembeli, allı beyazlı; ama onun yanaklarında eser yok bence bunlardan. bildiğim kokuların çoğu herhalde daha hoş olmalı, sevdiğime yaklaştığımda, yüzüme vuran soluğundan. bayılırım dinlemeye o konuşurken ama, bilirim, çok daha güzel gelir aslında müziğin sesi kulağa. doğrusu tanrıçalar nasıl yürür, görmüş değilim; ama sevdiğim yürürken basbayağı basıyor toprağa. yine de, tanrı hakkı için, çok güzel o, bana kalırsa, olmayacak yakıştırmalarla donanan kadınlara kıyasla.
Ben çok geç kaldım bu dünyada, Yolumu yitirdim artık bir daha bulmayasıya.
Reklam
Ah baylar, belki de ben ömrüm boyunca başlamayı da, bitirmeyi de beceremediğim için kendimi akıllı bir adam sayıyorum. Ben de herkes gibi gevezenin, zararsız ama can sıkıcı boşboğazın biri olayım, ne çıkar. Ne çare ki gevezelik, daha doğrusu elekle su taşımak her zeki adamın kaderine yazılıdır.
"Ne hissediyorsun?" "Etkilenmiş," dedi Clay, ateşli bir ses tonuyla Julia'nın ruhunun derinlerine dokunarak. "Tamamıyla etkilenmiş." "Aynen," diye fısıldadı Julia. Tamamlanmış cüm- leler kuracak durumda değildi ama zaten buna ihtiyaç da yoktu. Clay dudaklarıyla ağzını ele geçirmiş, içindeki ha- reketlerini hızlandırarak daha da derinlerine sokmuş- tu kendini. Bedeniyle, kollarıyla, dudaklarıyla, diliy- le, aletiyle, gücüyle ve saplantısını dengelemek için çaresizce ihtiyaç duyduğu kontrolüyle Julia'yı olduğu yere sabitlemişti. Julia da tüm bunları hissediyordu, Clay'in her hücresini, arzusunu ve ona duyduğu gereksinimi. Ona teslim olup, Clay nasıl yapmaya ihtiyaç duyuyorsa ona o şekilde sahip olmasına izin verdi, çünkü bunu yaptığı zaman ikisini de deliye çeviriyordu. Julia, duyduğu haz vücudunda oradan oraya zıplar- ken, Clay'in boynuna daha sıkı tutundu. Mutluluktan kendinden geçerek dünyadan öylesine uzaklaşmıştı ki asla geri dönmek istemiyordu. Ama sonunda dünyaya geri döndü. Clay ona doğru uzanıp yanaklarını, boy- nunu öpmeye başladı, sanki dudaklarını ondan uzak tutamıyor gibiydi. Parmaklarıyla kolunu okşayarak gözlerinin içine baktı. "Bunu her gün istiyorum. Seni her gün istiyorum," dedi. Sesi Julia'nın teninde gürlü- yor, sesindeki seksi sıcaklık onu uyuşturuyordu. "Ben de. Hem de çok," diye karşılık verdi Julia. Håla onun, onların, birleşerek mutluluğa dönüşen anın yarattığı sarhoşluğun etkisindeydi. Belki de bu yüzden bundan sonra ağzından çıkanları söyleye- bilme cesareti göstermişti. "Bu sefer daha farklıydı, Clay," diye mırıldandı.
Sayfa 170
"...Hayal kırıklığı insanı öldürmüyor, yengecim! Yalnızca, yaşama azmimiz bir parça eksiliyor, başka bir şey olmuyor... Bir defa daha ayağa kalkana kadar, eskisi gibi gülmeye başlayana kadar, günlük işlerin hengamesine tekrar dönene kadar, bir vakit bocalyoruz. Sonra yara izi gibi bir şey kalıyor... Zamanla kabuk bağlyor. Elin hep oraya gidiyor, kaşıyorsun... İnsanın, diliyle eksik disini yoklamasına benziyor. Sonra kaşımamayı, yoklamamayı öğreniyorsun. Hepsi yalan tabii.. İnanma! Ben daha çok gencim." Mino'n
Sayfa 58 - Sia Yayıncılık
Ben, kendi adıma, hiçbir şeyin kaderde yazılı olduğuna inanmazdım. Kimsenin beni itip kakmasına izin verecek bir tip değildim, itip kakacak ilkel bir yanın olsa bile. Aşk ve çiftleşme de umurumda değildi. Yani, iki yıl önce kalbim yerinden sökülüp ezildiği günden beri umurumda değildi. Eski sevgilim beni terk etmiş ve hemen ardından, kendini oya işlerine ve erkeğine bakmaya adamış dişlek bir kızla çiftleşmişti. Ayrılma sebebi neydi biliyor musunuz? "Düzgün" bir eş istiyormuş. Görünüşe göre onun ve köydeki insanların çoğunun gözünde düzgün bir kadın eşinden daha iyi avlanmamalıydı, hatta hiç avlanmamalıydı. Derileri tabaklamamalı, bıçaklarla oynamamalı ve pantolon giymemeliydi. Lanetten mustarip köylülerle, eşinin sıradan ihtiyaçlarıyla ilgilendiğinden daha fazla ilgilenmemeliydi. Bunun nedeni (görünüşe göre yanlış bir şekilde) eşinin bir yetişkin olduğunu düşünmesi ve ona evrenin efendisi olduğuna dair güvence verecek bir bakıcıya, ağzını silecek birine ihtiyacı olmadığını varsaymasıydı. Ne aptal kadınım ama.
Sayfa 40 - Olimpos yarınları/ FinleyKitabı okudu
Reklam
Ne gerek vardı Allah'ım bu korkuya? Çocuktum ben daha.
Sayfa 24 - Doğan kitap YayıncılıkKitabı okuyor
Gani Girici, Atatürk'ün Adana Cephesi'ni teftiş için 5 Ağustos 1920'de geldiği Pozantı'da, Pozantı Kongresi, Adana Vilâyeti İdare Heyeti ve kuruluşu sırasında Adana Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ne, daha sonra yine Atatürk tarafından kurulan Halk Fırkası (Partisi)'na üye olmuştu. 41. Tümene bağlı Teğmen Cemil Cahit kumandasındaki Kumdere Grubu'nun 140 kişilik 3. Bölük Kumandanı olarak ve bir ara Kırıklılı Hamza Bey'in başka bir göreve atanması nedeniyle, Çatalan Seyhan Grubu İaşe Memurluğu görevi yapmış olan bir mücahit gazidir. Zeki, nüktedan, esprili ve hazır cevap bir kişiliğe sahip olan Gani Girici, Milli Mücadele sırasında Pozantı'da basılan Yeni Adana gazetesini merkebinin palanının altına koyup dağıtırken, Ermeniler ve Fransız askerleri tarafından yakalanır. Gazeteleri de bulup çıkarırlar. Hiç bozuntuya vermeyen Gani; "Ben bu gazeteleri dağıtıp, satmıyorum. Aksine, General Dufieux'nun emrinde çalışıyor, bu gazeteleri altın karşılığı topluyorum." diyerek cebinden çıkardığı bir kaç altını gösterir. Birbirlerine şaşkın bakakalan Fransızlar, onu serbest bırakırlar.
Abdülgani Girici (1901-1989)Kitabı okuyor
Saat dört buçukta Madam Tadia’ya gittiğim zaman iki kişinin beni beklediğini söylediler. Birisi Ruşen Eşref, diğeri Yusuf Akçura idi. Akçura, tabiî, ihtiyat zabitiydi. İkisi de İsmet Paşa’nın çok üzgün bir vaziyette olduğunu söyledikten sonra, bana da kendisini gidip ziyaret etmemi tavsiye ettiler. Ricatin başlangıcında, Karacabey’de İsmet
Beni Sakarya’da at üstünde gördüğü zaman, gözleri: “Abbas yolcu değil, Abbas yolcu değil,” der gibiydi. Yedi haziran, saat beşte, Doktor’un odasına bir fincan çay içmeye gitmiştim. Orada İstanbul gazeteleri vardı. Birinde, “Bir âlimin Ölümü” başlığı gözüme çarptı, okudum. Salih Zeki Bey’in ölümünü yazıyordu. İçimden Atlantik’i ruhumla geçip çocuklarıma, “Ben daha yaşıyorum,” demek geldi. Ben eski günlerin hatıralarına dalmışken, Dr. Şemseddin: — Çay soğuyor, hemşire, dedi. Yedi ve sekiz hazirana kadar, Mama Tadia’nın odasında yatmadan kitap okur, şamdanı söndürmezdim. Sokaklarda ses seda yoktu. Haziranın dokuzuncu günü hastahane tıklım tıklım olmuştu. Artık her odayı bir koğuş hâline sokmaya mecbur kalmıştık. Yunanlılar büyük taarruza başlamış, yüz bin kişilik bir ordu ve kudretli bir topçu alayı ile harekete geçmişlerdi. Türk Kuvvetleri’nin merkezi Karacabey’di. Zihnim savaşla hiç meşgul olmuyordu. Kendimi ve kafamı hep hastalarıma vermiştim. Ne kadarını soydum, çamurlu yüzlerini, hatta vücutlarını silip yatırdım. İniltiler ortalığı kaplardı. Bana bütün Türkiye bir hastahane olmuş gibi gelirdi.
Dokuz hazirandan önceki hastalarımın arasında pek hoşuma giden Abbas adında biri vardı. Başı ve ayakları yaralıydı. Ölümle mücadele ediyordu. Koğuşun âdeta dev kadar cüsseli hastasıydı. Aklı başındayken gayet sakindi, fakat, dalgınlık başlayınca, korkunç bir şekilde inler, tuhaf tuhaf konuşurdu. Yanına gider gitmez elimi yakalar, gözlerini açar ve mırıldanırdı: — Hatçe, Hatçe! Âdeta Hatçe denilen o meçhul kadından, yaşayamadığı için af diler gibiydi. Hatçe kardeşi miydi, karısı mıydı, kızı mıydı, bilmiyorum. Fakat, Hatçe’yi o cehennem günlerinde yalnız bırakıp ölmekten azap duyuyordu. Ben: — Abbas yolcu değil, dediğim zaman: — Abbas yolcu değil, diye cevap verirdi. Kader o kadar garip bir şeydir ki, bu adamı Anadolu yaylalarında, Sakarya savaş meydanında bir daha görmüştüm. Beni Sakarya’da at üstünde gördüğü zaman, gözleri: “Abbas yolcu değil, Abbas yolcu değil,” der gibiydi.
1.500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.