Sayfalar arasında kaybolurken, kendi iç dünyamızın derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkıyoruz. Bu yolculukta bize rehberlik eden, bilgeliği ve samimiyetiyle tanınan bir usta...
Yazarın ustalıklı kaleminden dökülen kelimeler, varoluşsal sorgulamalara ve içsel dönüşüme ilham veriyor. Yaşamın anlamı ve amacı üzerine düşünmeye teşvik ediyor, bireyin sorumluluğunu ve insan ilişkilerinin önemini vurguluyor. Kendimizi tanımanın ve gerçek benliğimizle yüzleşmenin ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor.
Kitapta yer alan her bölüm, okuru farklı bir düşünce boyutuna taşıyor. Karmaşık kavramlar yalın bir dille ele alınıyor, zihnimizde derin izler bırakıyor. Yazarın samimi ve içten tavrı, okurunla kurduğu bağ, bu yolculuğu daha da anlamlı kılıyor.
sadece bir kitap değil, aynı zamanda bir rehber, bir yol gösterici. Yazarın bilge sözleri ve tavsiyeleri, okurun kendi hayatını sorgulamasına ve daha anlamlı bir yaşam kurmasına yardımcı oluyor.
Bu eser, her yaştan ve her kesimden okura hitap ediyor. Yaşamın anlamı üzerine sorgulayanlar, kendi hayatlarının sorumluluğunu üstlenmek isteyenler, daha sağlıklı ve anlamlı insan ilişkileri kurmak isteyenler ve kendini tanımak ve geliştirmek isteyenler için ideal bir eser.
okurlarını derin bir keşif yolculuğuna çıkaran, varoluşsal sorgulamalara ve içsel dönüşüme ilham veren, unutulmaz bir eser. Bu eşsiz deneyimi yaşamanızı ve yazarın bilge sözlerini keşfetmenizi şiddetle tavsiye ediyorum.
Var mısın?Doğan Cüceloğlu · Kronik Kitap Yayınları · 202127,3bin okunma
Hasretinden Prangalar Eskittim adlı şiirinde, ilk olarak ele alınması gereken husus prangadır. Ağır suçlardan hapishaneye giren kişilerin, ayaklarına takılan kalın ve ağır bir ayak kelepçesidir, pranga. Bu noktada, Ahmed Arif’i düşündüğümüzde, onu pranga ile birleştirdiğimizde ortaya çıkan kavram: “düşünce suçu”dur. Hasretinden prangalar eskittim
Bazen gideceğiniz yerden ziyade bir yere gidiyor olmanızın daha önemli olduğunu düşünürüm. Sadece varış noktanıza odaklanmamalı, yolculuğun tadını çıkarmayı bilmelisiniz.
Çoğu insanın, özellikle de eğitimli, şımartılmış orta-sınıf beyazların "hayatın tasaları" olarak gördüklerinin, gerçekten kaygılanacak daha önemli şeylerinin olmayışının yan etkileri olduğunu düşünüyorum.
Halkın bir millet olarak tanımının getirdiği kucaklayıcı ortak kimlik topluluğu içinde temel eşitlik varsayımının birçok hayati uzantısı vardı. Bunlardan Amerikan deneyimini biçimlendiren bir olguyla, bireysel özgürlükle başlayabiliriz. Kişi artık bir sosyal konumun ya da kişisel kimliğin içine doğmuyordu, tersine kendine birini seçme hakkına sahipti (aslında seçmek zorundaydı). Karar artık Tanrı'ya ait değildi; kişi artık kendinin yaratıcısı haline geliyordu. Bu anlayışla birlikte bireysel insan varlığına, insan yaratıcılığına biçilen değer muazzam ölçüde artmıştı. Salt insan olmanın bir itibarı vardı; kişi kendi insanlığıyla gurur duyabilirdi. Modern bir özerk fail olarak birey fikri bu anlayışın bir ürünüdür. (Bu nedenle Émile Durkheim "birey modern toplum tarafından yaratılmıştır," başka bir ifadeyle, "toplumlar bin yıldır birey olmaksızın var oldu" derken haklıydı.) Aynı anda ve zorunlu olarak, Tanrı artık daha az önemli hale geliyordu ve yaşam deneyimi insanların dünyasında hiçbir zaman olmadığı kadar büyük yer işgal etmeye başlamıştı. Sekülerleşme süreci başlamıştı ve buna bağlı olarak bireyin yeri ve özel olarak da insan hayatının değeri çok artmıştı.
Kadının yüzyıllardır süren varoluş mücadelesinin, yazın dünyasındaki boyutunu ele almış, feminist bir edebi makale. Her ne kadar kadınların yazar olamamasının altında yatan nedenleri irdelese de aynı nedenler, bilim alanında ve sanatın diğer alanlarında da tamamen geçerli olduğu için genel olarak, dünya tarihinde kadının her alanda neden geride
belki de birden, fazla doymazlaşmışlardı; fazla hızlı gitmek istiyorlardı. dünya, nesneler hep onlara ait olmalıydı, onlar da mal mülklerinin belirtilerini almalıydılar. oysa fethetmeye mahkumdular: giderek daha zengin olabilirlerdi; her zaman olduklarından başka türlü davranamazlardı. konforlu, güzellikler içinde yaşamak hoşlarına giderdi. ama yalnızca çığlıklar atıyorlar, hayran kalıyorlardı, zenginlik içinde olmadıklarının en önemli kanıtı buydu. gelenekten -sözcüğün en hor görülecek anlamıyla belki- yoksundular; gerçeklik, içkin, örtük gerçek tat dururken, zihinsel bir zevk alıyorlardı. lüks adını verdikleri olguda asıl sevdikleri, bu lüksün ardında yatan paradan başkası değildi çok kez. zenginlik belirtilerine kaptırmışlardı kendilerini; yaşamdan önce zenginliği seviyorlardı.
Daha büyük nüfuslar daha fazla kaynağı gereksinim duyar ve dolayısıyla yoğun ve veya hızla büyüyen nüfuslara sahip toplumlardaki insanlar ülke dışına çıkmaya toprak fethetmeye ve demografik olarak daha az dinamik olan haklara baskı uygulamaya eğilimli olur. Dolayısıyla Müslüman nüfusundaki artış İslam dünyasının sınırları boyunca Müslümanlar ile diğer halklar arasında çıkan anlaşmazlıklara katkı sağlayan önemli bir etkendir.