Toplumsal katmanların en altından en üstüne kadar her birey etrafında, Descartes'ın dünyaları gibi, burgaçları ve bağlılık atomları olan küçük bir çıkarlar dünyasını bir araya getirir. Ancak bu dünyalar daima yükseldikçe genişler. Bu ters dönmüş ve bir denge oyunuyla ayakta kalmış bir spiraldir.
I/189
Descartes'ta düşünmek, yani insan beyninin uyanık kısmı asal öneme sahiptir; gerçeklik ancak onunla bağlantılı olarak ortaya çıkar.
Reklam
Descartes'ın yaşam fotoğrafları birçok ilginç hikâyeyi barındırsa da bunlardan bir tanesi oldukça hüzünlü, insanı içini acıtacak cinsten. Duyanların boğazını düğümleyen, yutkunmasını zorlaştıran bir hikâye. Sahiden mantık, aşkı sınırlar mı? Kim bilir? Matematiksel düşüncenin en büyük filozofu Descartes'ın, hayatı boyunca hiç evlenmemiş olmasının nedeni bu olabilir mi? Belki. Küçük yaşlardayken etraftaki herkesin dalga geçtiği şaşı bir kıza ilgi duyduğunu anlatıyordu ama hiçbir zaman aşk gibi, haylaz, buyurgan, güçlü bir duygunun avuçlarına düşmek istemedi. Bu yüzden âşıklar kenti Paris'te fazla kalmayıp neredeyse kaçarcasına Hollanda'ya yerleşti.
René Descartes; karışık saçlı, beyaz ve seyrek sakallı, iyice kızarmış ve yorgun gözleriyle uzaklara doğru sık sık dalan, tuhaf bir adam. Yüzündeki her bir çizgide dünyayı sarsacak kadar şiddetli yaşam sorgulamalarının hikâyesi gizli. Mutlak doğrulara ulaşmak adına nesnelerle, sözcüklerle giriştiği kıyasıya kavgadan yorgun düşen zayıf bir vücudu var. Her şeye rağmen karşısındakilere güven telkin eden, sımsıcak bir inandırıcılık hissettiren bir bilgi savaşçısı. Beynini kemiren, kemiren, kemiren ve sonra üst üste geceler boyu uykusuz bırakan, çelimsiz vücudunu halsiz düşüren şüphelere karşı insanüstü bir çabayla kafa tutan bir düşünür.
Descartes'ın ifade ettiği gibi, bir sanatkârın yaptığı eserine imza atması gibi Allah, bütün yarattıklarına kendi varlığının bir sezgi/ ilham / duygu olarak yerleştirmiştir.
Kırbaçlanan ata sarılan Nietszche ile Tereza
Tereza yeniden yeniden gelip duruyor gözlerimin önüne. Onu ağaç kökünün üzerine oturmuş Karenin’in başını okşar ve insan soyunun yenilgileri üzerine kafa yorarken görüyorum. Bir de şu sahne geliyor insanın gözünün önüne; Turin’deki otelinden çıkan Nietzsche. Bir arabacının atını kırbaçladığını gören Nietzsche atın yanına gidiyor, kollarını hayvanın boynuna doluyor ve gözyaşlarına boğuluyor. Bu 1899’da oldu; o sırada Nietzsche de insanların dünyasından elini eteğini çekmişti. Başka bir deyişle, tam akıl hastalığının patlak verdiği sıralar. Ama tam da bu nedenle, yaptığı harekette derin anlamlar buluyorum ben; Nietzsche attan Descartes adına özür diliyordu. Deliliği (yani insanlıktan son ve kesin kopuşu) at için gözyaşlarına boğulduğu an başladı. İşte benim sevdiğim Nietzsche bu, tıpkı Tereza’yı da başını kucağına yatırmış ölümcül hasta köpekle birlikte sevişim gibi. Onları yanyana görüyorum: İkisi de ‘doğanın efendisi ve sahibi’ insan soyunun uygun adım ileri doğru yürüdüğü yoldan kendi istekleriyle sapıyorlar.
Reklam
1,000 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.