Ne tanrılar kaldı ne krallar
Ne tahtlar kaldı ne saltanatlar
Dört nala geliyordu çünkü yağmacılar
"Dört nala gelip Uzak Asya'dan
Akden iz'e bir kısrak başı gibi" uzanıyordular
Bilemiyordular-göremiyordular-söyleyemiyordular
Yalnızca yakıp yıkıyordular
Ve bir Allah adına
Bin allahı kurban ediyordular
biliyorsun ki her gizlinin altında muhayyileyi alabildiğine koşturan bir sonsuzluk vardır ve sen bir kere bu gizliyi yarattıktan sonra, artık onun derinliğine hudut çizmekten âciz kalırsın ve dört nala giden şüpheye dizgin vurmak senin elinde değildir.
Hep prenslerin atı mı beyaz olur?
Ben ölümü gördüm, atı beyazdı.
Yüzünü tam seçemedim
Aramızda oldukça yol vardı.
Gök kuşağı gibiydi pelerini
Savrulurken rüzgârla.
Bomboştu atının terkisi,
Ne kılıç vardı, ne kuru kafa.
Atı uçarken dört nala
Bıraktığı toz değildi
Bembeyaz bulutlardı
Kalan, ölümün ardında.
Beri tarlalar gördüm
O bulutların arasında
Ve rengarenk çiçekler.
Güneş de oradaydı
Ve şarkılar duydum.
Atlar çekmekteydi
Yolcuların arabasını
Hayret ettim
Yıllar ilerledikçe ağırlık omuzlarına daha çok biniyordu. Meğer başarılı bir yolda yürüdüğünü sandığı hâlde başarısızlığa doğru dört nala koşuyormuş da haberi yokmuş.
"Ah, keşke ben de nefsimin süfli hallerine, onun o soylu küheylana binişi gibi hakim olabilseydim. Keşke ben de beka billah makamına doğru dört nala uçabilseydim; uçarı bir okyanus dalgasının tam tepesinde sükunetle, uhrevi haberler peşine düşseydim."
Hayır, yavrum, biliyorsun ki her gizlinin altında muhayyileyi alabildiğine koşturan bir sonsuzluk vardır ve sen bir kere bu gizliyi yarattıktan sonra, artık onun derinliğine hudut çizmekten ȧciz kalırsın ve dört nala giden şüpheye dizgin vurmak senin elinde değildir.
İyi konuşmasını bilmem
Ve pazarlık yapmasını kaderle,
Ama atın iyisini ve şiirin iyisini kaçırmam.
İlkini, 'Kusursuz'un izinde,
Dört nala ya da rahvan, toz toprak kaldırmadan
Koşmasından tanırım,
Ötekini, yüreğime bazen baş,
Bazen kuyruk vuruşundan, ansızın,
Ve millerce, millerce ötelerden tekneme
Saldığı