Evet mağlûbuz. Avrupalıların esiriyiz. Belki şimdi Elena'nın dediği gibi silâhla oynamak bize yaramaz. Çünkü çoktan beri eski ma'şûkalarımızı unuttuk: Barut, kılıç! Eski libâsımızı attık: Kefen! Eski rütbelerimizi bıraktık: Şehit, gazi! Eski duygularımızla yüreklerimiz çarpmaz oldu: Din gayreti, milliyet taassubu!
Şimdi bizi yoksul, çıplak, hissiz buldular. Göz açtırmadan kanlarımızla, yaşlarımızla bizi boğmak istiyorlar.
Boğsunlar, parçalasınlar, kapışsınlar! Devlet kalmasın, hükümet kalmasın! Elverir ki dünyada bir dağın yamacında, bir ağacın kovuğunda dört Türk, dört Müslüman kalsın. Bunların biri yine Ömer, Ebûbekir olur, Salâhaddin veyâ Cengiz olur, Selim-i evvel olur, Atillâ olur, Yıldırım olur, onları yine yakar, yıkar.
(...)
Ben bunları belki elli, yüz elii sene evvel söylüyorum. Lisanın ömrü, insanı ömründen uzundur. Bu cümlelerin mânâları yarım, bir asır sonra anlaşılacaktır.
Yaşlar kurur. Eminler durur, çukurlar dolar, yangınlar söner, mezarlar çöker, virâneler şenlenir, her şey bitti sanılır; yalnız kitapların sayfaları arasında hareketsiz duran barut tozlarına benzer yazılar, hâtıralar kalır. İşte bu görünmez kuvvetlerden bürkânlar, cehennemler çıkar.