Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Hayatında bir tek fotoğrafı olsun diye bu sihirli kutunun karşısına geçmişler ve vakti dondurup zamana meydan okumuşlar bir şekilde. Ben hâlen daha öyle olduğuna inanıyorum fotoğrafların. Zamanı durduran bir şey gibi. Ve çok seviyorum hâlâ cüzdanının içinde sevdiklerinin fotoğraflarını taşıyanları. ... Her fotoğrafın bir hikâyesi var bence yani. Olmalı, olmak zorunda.
Çevirmenin Sunuşu
Virginia Woolf’un en eğlenceli romanı sayılan Orlando, aslında ölümsüz kahramanını 400 yıla yakın bir yaşam sürecinden geçiren fantastik bir biyografi. On altıncı yüzyılın başından 1928 yılına uzanan bir zaman diliminde süren upuzun bir yaşam. Woolf’un 6 ay gibi kısa bir zamanda tamamladığı Orlando, onun bir dönem birlikte olduğu Vita Sackville-West üzerine kurulu; bu kitaba yazarın daha yapısal ve yoğun romanlarının arasında kendine verdiği bir tatil gibi de bakılabilir. Otuz altı yaşındayken erkekten kadına dönüşen Orlando’nun hikâyesi, Viktorya döneminin geleneksel biyografilerini hicveder nitelikte. Hikâye, cinsiyet, özgüven, hakikat, kimlik, toplumdaki yerimiz, edebiyat gibi konulara Woolf’un şiirsel üslubuyla dokunuyor. Woolf’un Vita’ya ve tercihlerine duyduğu romantik hayranlık kadar tarihe ve biyografilere uzun zamandır duyduğu ilgi de Orlando’yu büyük bir hızla ve coşkuyla yazmasına neden olmuştur. Sackville-West de kitaptaki Orlando gibi varlıklı bir kadındı, köklü ve soylu bir aileden geliyordu. Evliydi, ama Virginia Woolf’la da eleştirilere neden olan bir ilişkisi vardı. Roman, cinsiyet farklarını ve cinsel kimliği araştırırken eşcinselliği ayrıntılı bir biçimde betimlemekten uzak dursa da Orlando’daki cinsiyet değişimi cinslerötesi bir aşka işaret ediyor. Kitapta yer alan fotoğrafların ancak bir kısmının Vita’ya ait olduğunu, ötekilerinse Vita’nın babaevi olan Knole malikânesinde asılı portrelerden alındığını belirtmemiz gerek.
Kırmızı Kedi Yayınevi
Reklam
"Size daha neşeli şeyler anlatmaya özen göstereceğim artık." "Yok" dedim. "Yok. Anlattıklarınız üzmüyor beni. Aslında hazin bir yaşam hikâyesi anlattığınız, bu gerçek ama, ilgimi de çekiyor çok. (...)" "İyi öyleyse" dedi. "Sizi üzmeyeyim de bütün bu anlattıklamla. Gece havası ağır olur zaten" dedi. "Eski, sararmış fotoğrafların rengi gibi..."
Birini tanımak, hepsini tanımaktır, dememişler mi. Önce kişiler, sonra meftumlar, sonra fotoğrafların asılları… Yaşadığımız bir dramın hikayesi.
Sosyal medyada gezinirken bir fotoğraf görüyorum, fotoğraftaki çocuk boynunu bükmüş, ağlıyor. Altındaki yorum ise şöyle: "Evlatlık mısın, neden öyle ağlıyorsun?" Sanırım bu üzgün, boynu bükük duruş sadece evlat edinilen çocuklarda olan bir durum olmalı ki biyolojik yollardan çocuk sahibi olan kişilerin çocuklarının olduğu fotoğraflarda hepsinin ağzı kulaklarında ve boyunları hiç ama hiç bükük değil. Toplumun hâlâ bu konuya bakış açısı ciğer söküyor! Bazı fotoğrafların altında, "Ayy o kadar çirkin ki evlatlık bile almam!" yazan yorumlar oluyor. Sonra bu yorumun altına, sanki bu cümle çok komikmiş gibi avuç avuç gülen yorumlar bırakılıyor. Bu ülkede kendi çocuğunu kızdırmak için, “Sana bunca zaman söylemedik ama biz seni evlatlık aldık," diyen insanlar var hâlâ. Ha! Ha! Ha! Çok mu komik? Bence değil! Bir kere evlat edinilen çocuğun durumunun acıklı bir durum olmadığını kavramak ve anlatmak gerek. Bu durumun bir şaka, bir alay konusu olmaması gerektiğini….. Düşünsenize bu cümlelere maruz kalmış çocuklar bunları duya duya evlat edinilmenin kötü ve acınılası bir durum olduğunu sanarak büyüyecek, belki bir gün “evlat edinilmiş" olan bir arkadaşı olacak ve o arkadaşının canını bilmeden acıtacak, acıyacak ona. Ne can sıkıcı bir durum değil mi? Tüm evlat edinen anneler adına ricamdır: Lütfen söylemlerimizi, bakış açımızı değiştirelim. Buradan yani benim tarafımdan bakıldığında her şeyi başarabiliriz gibi geliyor. Yıkabiliriz gibi bu duvarları. Ne dersiniz?
"Mağaradakiler'de mağaradakilerden pek azı var. Latinler 'Birini tanımak, hepsini tanımaktır,' dememişler mi. Önce kişiler, sonra mefhumlar, sonra fotoğrafların asılları... Yaşadığımız bir dramın hikâyesi." (Jurnal, 20.12.1978)
Reklam
"Mağaradakiler'de mağaradakilerden pek azı var. Latinler 'Birini tanımak, hepsini tanımaktır, dememişler mi Önce kişiler, sonra mefhumlar, sonra fotoğrafların asılları Yaşadığımız bir dramın hikâyesi." (Jurnal, 20.12.1978)
Bir projeye başlamadan önce Sam, çekeceği fotoğraf sayısını belirler ve bu sayıya ulaştıktan sonra da hafıza kartını basım için basımevine götürürdü. Böylece çektiği tüm fotoğrafları nihayet basılmış halde tekrar gözden geçirebilirdi. Fotoğrafları ilk defa görüyormuşçasına incelerdi. Hepsine tek tek bakar, kağıdın kokusunu içine çeker ve resimlerin içinde uyandırdığı duyguları dikkatlice dinlerdi. Sonra da bu basılı fotoğrafların her birini kafasında canlandırdıkları ile karşılaştırırdı. Tek bir ana sığdırılmış bir sürü küçük aşk hikayesi... Sam bu anların... Bu aşk hikayelerinin hiçbirini unutmazdı. Asla. En azından o güne kadar öyleydi. O zaman, elindeki fotoğraflarda hatırlayamadığı tüm o anlar nereye kaybolmuştu? Size soruyorum. Biliyor musunuz? Hayır mı? Eh, Sam de bilmiyordu. En azından o an için. Bunları çekerken nereye bakıyordu acaba? Hatırlayamadığı onlarca an, onlarca aşk... Ama neden? Onun aşkı nereye kaybolmuştu ki?
21 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.