Merhaba sevgili kitap dostlarım. Yazarın daha önce "TİNSEL KOPUŞ" Kitabını severek okumuştum bu yüzden diğer kitaplarını da okumaya karar verdim
Kitabın yorumuna başlamadan önce içinden bir alıntıyla başlamak istiyorum, tam da kitabı özetleyen bir alıntı. " Hayat bazen çok kritik zamanlarda bizi seçim yapmaya zorluyor. Fakat bu
Suriyelilere vatandaşlık verilerek Türkiye'de kalmaları sağlanır ise Fransız ordusu ve Ermeni çetelerine direnen Gaziantep, stratejik göç mühendisliği ile sürdürülen sessiz istilaya dayanamayacaktır. Sonuç, emperyalizmin kışkırtması ile çıkarılacak bir iç çatışmada bir zamanlar Türk kenti olan Halep'in kaderini paylaşmak istemeyecek olan Gaziantep'in Türk kimliğini korumak için tekrar direnmesi olacak. Gaziantep adeta ikinci kez "Gazi" olmaya zorlanmaktadır. Ve bu gelecek adeta görünmektedir.
Darbe olmuş. Cuntacılar ibret-i alem için adam asma telaşındalar. Kurbanlardan biri de Veysel Güney. On bir gün arayla yapılan iki duruşmadan sonra idamına karar veriliyor Veysel'in ve 10 Haziran 198l'de asılıyor. ldam gecesini, dönemin Gaziantep Cumhuriyet savcısı anlatıyor:
" ... dedim 'Veysel, son bir arzun var mı? Adettendir, son arzun nedir?' 'Babama mektup yazacağım' dedi. Kağıt kalem verdik. Yazdı mektubunu. Hiç kimseyi tanımıyordu orada ve ipe götürülen bir adamdı. Avukatı yoktu, yakını yoktu, hiç kimsesi yoktu ... " Veysel'in mezarı da yok şimdi. Asmakla kalmamışlar, ölüsünü de vermiyorlar.
" ... Karga ağzında bir karga ölüsüyle geldi uzaktan ve ora da bir yere kondu. Toprağı eşeledi ve ağzındaki ölüyü, açtığı çukura koydu. Sonra eşelediği çukurun üzerini yine toprakla örttü. Bunları gören Kabil'in içi yandı, bir karga kadar olamadığı ve kardeşinin ölüsünü açıkta bıraktığı için pişman oldu. Ah! etti ... "
Ey cellatlar, ey güvercin kasapları, ölüm tacirleri...
İnsan daha konuşmadan, öğrenmeden, bilmeden "mezar kazıyordu" ölüsü için.
Ne Berfo ananın oğlunun ölüsünü verdiniz, ne de Veysel'in mezarını ...
Ölülerimiz nerede?
Bir karga bile değilsiniz. Kabil'in kargayı görüp de utanan kalbi yok sizlerde, anladık.
Ama, yorulmadınız mı, ağzınızda cesetlerle yıllar yılı tepemizde akbaba gibi dolaşmaktan? Bir karga gibi yapın hiç olmazsa. İnin yere ve bırakın ölülerimizi. Kalplerimiz onlara mezar yeridir.
Müfettiştir sanki,
Keşfediyor hepsini,
Tatlı, acı, tuzlu, ekşi,
İşte bu da umami...
Farklı farklı nimetler,
Türlü türlü lezzetler...
Nasıl olur bu işler?
Dil mûcizeyle işler.
Bak şimdi kulağına!
Tam yerine takılmış;
Ne güzel de açılmış!
Sesler ona saçılmış.
Bak sesler toplanıyor,
Kıvrım yönlendiriyor,
Sıvı korur kulağı,
Menzili hep dışarı...
Kim tayin etti bunu?
Kulak içine girse,
O koruyan sıvı,
Biliyorsun sonunu.
Farklı farklı seslere,
Hâkimdir her birine,
Şu Ali’dir, o Osman,
Bu da Şâir’ül İslâm.
Nasıl tanıyorsun bak!
Bunu veren sana Hak.
Sözlerimin hepsi hak,
Artık inadı bırak!
Bak şimdi gözlerine!
Ne güzel yaratılmış!
Yerli yerine konmuş,
Kirpiklerle korunmuş.
Paha biçilmez onlar,
Âkil olanlar anlar.
Ver iki gözün bana,
Dünya kalsın sana.
Duyunca bu sözümü,
Nasıl da sararırsın!
Görmediğim dünyayı,
Ne yapayım ki dersin?
O hâlde dünyadan da
Değerlidir o gözler.
Boşa değil bu sözler,
Kalbe kadar ilerler.