Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

İstanbul bir kent değil, bir yığılma bölgesi, kentsel bir devdir. Yerleşim yeri onu, ona rağmen bölmekte ve hem ululuğunu, hem de zorluklarını meydana getirmektedir. Tabii ki ululuğunu. Haliç -çoğu zaman kötü hava koşullarının hüküm sürdüğü Marmara'dan ve "cezalandırıcı deniz" ününe sahip olan Karadeniz'e kadar yegane emin sığınak­ olmaksızın, Boğaziçi olmaksızın, ne Konstantinopolis ne de onun mirasçısı olan İstanbul kavranabilir. Fakat, kentsel mekan birbirlerini izleyen su yüzeyleri ve çok fazla geniş sahil şeridi tarafından bölümlere ayrılmıştır. Bir denizciler ve kayıkçılar topluluğu binlerce sandal, kayık mavna, perame ve Üsküdar'la Avrupa kıyılarında hayvan taşıyan tekneleri hareket halinde tutmaktadırlar. "Rumelihisarı ve Beşiktaş Boğaziçi'nin güneyinde iki müreffeh sandalcı köyüdür"; biri malları, diğeri hayvanları taşımak­tadır. Bu nihayetsiz, yorucu kentin bütünlüğünü sağlayan emek için her zaman iş vardır. 1574'de İstanbul'a gelen Pierre Lescalopier bunu kaydetmektedir: "Peramelerde, efendilerinin izniyle kurtarmalıklarını kazanan hrıstiyanlar (esirler) vardır". Üç tane kentsel gruplaşma içinde Konstantinopl veya Stambul veya İstanbul en önemlisidir. Burası Haliç ile Marmara arasında yer alan ve kara tarafından çifte bir surla kapalı olan şu üçgen kenttir, "zaten" bu surlar "çok iyi değillerdir", bu surların "her yerinde çok sayıda harabe bulunmaktadır". Bu surlar 13 ila 15 mil uzunluğundadırlar, oysa Venediğinkiler sadece 8 mildirler. Fakat bu kentsel alan ağaçlar, bahçeler, meydanlar, çeşmeler, "çayırlar", gezinti alanlarıyla kaplıdır ve kurşun çatıyla kaplı 400'den fazla cami bulunmaktadır. Bunların herbirinin etrafında açık alanlar yer almaktadır. Süleymaniye Camii "önündeki açık alanı, medreseleri, kütüphanesi, darüşşifası, imareti, darülkurrası ve bahçeleriyle tek başına bir mahallenin kapladığı alanı işgal etmektedir". Nihayet evler birbirleri üzerine sıkışık, alçak "ala turquesque" biçimde ahşap olarak, "kerpiç" ve iyi pişirilmemiş tuğlalarla inşa edilmişlerdir. Ön duvarları "uçuk mavi, pembe, sarı renklerle badana edilmiştir". Sokaklar "dar, dolambaçlı ve eşitsizdirler", bunlar her zaman taşla döşeli değillerdir ve çoğu zaman da yokuşludurlar. Bu sokaklarda yaya veya atlı olarak dolaşılmakta, araba asla kullanıl­mamaktadır. Kentte yangınlar sıktır ve saraya bile sıçramaktadırlar. 1564 sonbaharında 7500 ahşap dükkan bir anda yanmıştır. Bu büyük kentin içinde kendi başına bir kent olan Bedesten, Lescalopier'nin dediğine göre "bir Saint-Germain fuarı gibidir". Lescalopier bu çarşının "güzel taşlardan yapılmış merdivenleri ve çok güzel elbise parçaları ve altın veya simle işlenmiş pamuklu çamaşırcı dükkanlarına ... ve güzel ve kibar her şeyi"ne bayılmıştır. Bir başka büyük çarşıda Atpazarıdır. Nihayet hepsinin en değerlisi olan, kentin güney burnundaki saray: burası birbirlerine eklenmiş bir saraylar, köşkler ve bahçeler bütünüdür. Kuşkusuz İstanbul herşeyden önce Türklerin kentidir, onların beyaz sarıkları bu kentte egemendir. XVI. yüzyılda olduğu gibi XVII. yüzyılda da kent nüfusunun %58'i. Bunun aynı zamanda anlamı, bu kentte mavi sarıklı Rumlara, sarı sarıklı Yahudilere çok sayıda ve bunlardan başka Ermeni ve Çingenelere de rastlandığıdır. Halicin öteki kıyısında, Galata güney sahillerinin meydana getirdiği şeridi işgal etmekte "herbiri açıkta bir kadırga inşa edebilecek uzunlukta olan, iyi bir şekilde kümbetlenmiş aşağı yukarı yüz kadar yatağıyla" Kasımpaşa tersanesiyle devam etmektedir ve daha güneyde de "top ve barut yapılan" Tophane ile bitişmektedir. Galata yalnızca Batılı tekneler tarafından ziyaret edilen bir limandır; Yahudi komisyoncular, dükkanlar, antrepolar, şarap ve arakın su gibi aktıkları ünlü meyhaneler burada bulunmaktadırlar, arkada, yükseklerde Pera bağları bulunmaktadır ki, Batılı temsilciler içinde ikametgahını burada ilk kuran Fransız elçisi olmuştur. Pera "oldukça büyük, kalabalık, alafranga inşa edilmiş", halkını Latin ve Rum tüccarların meydana getirdiği zenginler kentidir; bunlar çoğunlukla çok zengin olup, Türk usulüne göre giyinmekte, görkemli evlerde oturmakta, karılarını ipek ve mücevherlerle donatmak­ tadırlar. Biraz fazla süslü bu bayanlar "olabildiğince düzgün sürdüklerinden ve bütün varlıklarını giyinmeye ve bütün güçlerini parmaklarına taktıkları yüzükler ile başlarına taktıkları, çoğu zaman sahte olan taşlarla süslemeye tahsis ettiklerinden, olduklarından daha güzel görünmektedirler". Seyyahların birbirine karıştırdıkları Galata ve Pera bu arada "Orleans'a benzeyen bir kenttir". Rumlar ve Latinler buranın efendileri olmanın uzağındadırlar, fakat orada yaşamakta ve istedikleri gibi ibadet edebilmektedir­ler. Özellikle (Katolik dini bu kentte tam bir serbestlik içinde, İtalyanların dayak yiyenler ayinine varıncaya kadar uygulanmakta­dır, Corpus Christi gününde caddeler iki veya üç yeniçerinin koruması altında süslenmektedir, onlara da birkaç akçe verilmektedir). Asya kıyısında Üsküdar, diğer ikisinden farklı bir üçüncü kentin başlangıcıdır. Burası İstanbul'un kervan durağıdır ve muazzam Asya yollarının nihayet ve başlangıç noktasını meydana getirmektedir. Buradaki kervansarayların ve hanların sayısı bu durumu önceden işaret ederken, At pazarının büyüklüğü de aynı görevi yapmaktadır. Deniz üzerinde Üsküdar'ın iyi bir sığınak sağlayan bir limanı yoktur: Mallar, talihe güvenilip aceleyle karşıya geçirilmek zorundadırlar. Bir Türk kenti olan Üsküdar bahçeler ve hükümdar ikametgahlarıyla doludur. Padişahın burada büyük bir sarayı vardır ve onun sarayından çıkıp fırkateynle Asya kıyılarına "eğlenmek üzere" gidişi tam bir gösteri olmaktadır. İstanbul yerleşiminin tasviri, eğer tabloya dış mahallelerin en önemlisi olan Eyüb katılırsa tamam olacaktır. Halicin mahrecinde, Kağıthane deresinin ağzında bulunan Eyüb'e Boğaziçinin iki kıyısı boyunca Türk. Rum, Yahudi köylerinin; bahçıvan, balıkçı, denizci köylerinin kırlentini de eklemek gerekmektedir; Boğaziçinde çok erkenden zenginliklerin yazlık ikametgahları, taş zeminli ve ahşap tek katlarıyla yalılar inşa edilmişlerdir; bir kıyıdan diğerine hiçbir komşuluğun mahremiyeti bozamayacağı bu Boğaziçi evlerinde "çok sayıdaki cumbasız pencereler" sonuna kadar açılmaktadır. Bu "zevk ve bahçecilik evleri"ni Floransa kır evleriyle karşılaştırmakta yanlış bir yan yoktur. Sonuç olarak muazzam bir kentsel birikim alanı. 1581 Martında, Mısır'dan gelen buğday yüklü sekiz gemi onun ancak bir günlük ihtiyacını karşılayabilmişler 1660-1661, 1672-1673 (402) yıllarına ait bazı rakamlar, onun geçen yüzyıldakinin aynı olan iştahının boyutları hakkında konuşmaktadırlar. Kent günde 300-500 ton buğday tüketmekte, bu tüketim 133 fırına (asıl İstanbul'da 84 fırından 12 tanesi francala çıkartmaktadır) iş sağlamaktadır; yılda aşağı yukarı 200.000 sığır tüketilmektedir ki, bunun 35.000'i pastırma yapımında kullanılmaktadır; ve (fakat rakamlara inanmadan önce iki veya üç defa okumak gerekmektedir) hemen hemen 4 milyon koyun ve 3 milyon kuzu yenilmektedir (tam olarak 3.965. 760 ve 2.877.400). Bunların üstüne fıçılarla bal, şeker, pirinç, çuval veya torbalarla peynir, havyar ve denizden getirilen 12.904 kantar erimiş tereyağ (7.000 ton kadar) sarfedilmektedir. Doğru olamayacak kadar kesin, tamamen sahte olamayacak kadar resmi olan bu rakamlar önem sıralamalarını saptamaktadırlar. Kuşkusuz İstanbul, İmparatorluğun muazzam kaynaklarından ölçüsüz bir şekilde beslenmekte ve bu işi titiz, otoriter ve ekonomiyi yönlendirici bir hükumet tarafından örgütlenen bir sistem dahilinde yapmak­tadır. İaşe alanları, ulaşım araçlarına, narha, gerektiğinde başvurulan zoralıma göre saptanmaktadır. Sert bir düzenleme malların hangi İstanbul iskelelerine boşaltılacakla­rını saptamıştır. Örneğin, Karadeniz buğdayı Unkapanı'na gelmektedir. Fakat tabii ki ticaretin tümü bu resmi biçimde olmamaktadır. Kent, kendi ağırlığıyla muazzam bir cazibe merkezi meydana getirmektedir. Buğday ticaretinde, küçük Karadeniz taşımacı­larını sömüren madrabazlar ile Boğazın Avrupa kıyısındaki Yeniköy veya Tophane'de oturan, muazzam servetlere sahip olan, toptancı, Ege Adalarından Batı Avrupa'ya buğday kaçakçılığına defalarca bulaşan Türk ve Rum tekne reislerinin rollerini farket­ mekteyiz. Böylece İstanbul İmparatorluğun binlerce ürününü, artı Batının kumaş ve lüks eşyalarını tüketmektedir; bunların karşılığında kent hiçbir şey, veya hemen hemen hiçbir şey vermemektedir -limandan transit geçen yün balyaları, koyun, sığır veya manda derileri hariç-. İstanbul'un büyük çıkış limanları olan İskenderiye, Trablusşam, daha sonra da İzmir'le karşılaştırılabilecek bir yanı yoktur. Başkent zenginlerin ayrıcalığından yararlanmaktadır. Başkaları onun için çalışmaktadırlar.
·
100 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.