Ne yazsam diyorum, ne demem gerekir bunlara? Diyebildiğim "hiç." Saat 00'ı geçtiğinde Ocak 9... uykuda değildim, ben, bir dizenin kanattığı yarayı öteki biriyle tuzlamakla meşgul... Soba söndü sönecek... Karşımda saatler sonra ölecek biri var, uyuyor. Sabah son kez uyanacak uykusundan, son kez uyuyacak...
"Ateş düştüğü yeri yakar." Vurgu yüklemden önceki kelimededir denir, "düştüğü yeri." Sadece düştüğü yeri mi yakar? Vurgu aslında Ateş'tedir; onun yakıcılığında, perişan, kül edişinde, kıvrandırışında... Düştüğü yerde orayı kül edene kadar kalır ateş, ötekiler kısa süreli duyar teninde yangısını.
Ateş düştüğü yeri yakar, sonra o yangın büyür, büyür, büyür... Başka canlar da yakar, tam şu an olduğu gibi... Yakınında olan kim varsa nasibini alır ateşten. Kıssadan hisse, bir musibet bin nasihat... Nasiple ele gelen köz; evi ateşe vermese de can acır, lâkin küle döndürmez.
Zaten, evimiz dışına düşen her ateşle yansak nice olurdu halimiz? Başka hanelere düşen her ateş bizim hanemizi de yaksa... Dayanılır mı...
İnsanoğlu işte, günler ölüm haberleriyle gelirken belki bir rakı sofrasında kadeh tokuşturmakta... Günler ölüm haberleriyle gelirken o, gün etmekte gününü umarsız, dememişler mi "çiğ süt emmiş" diye? Öte taraftan ölmekte olana yardım için ölümü göze alacak kadar da gönlü yüce... Zıtlıklar yumağı insan... Belki de bu yüzden ondadır koskoca dağlara yüklenmeyen emanet: can. insan hem çok güçsüz ve aciz, hem de metanetli dağlardan...
"Sonra bir mezarlıkta
Bir çukurun başında
Bir kapının ağzında
Herkes susar
Konuşur ölüm
Ve sürer hayat."