Sadık Hidayet, İran'ın son yüzyılda yetiştirdiği en büyük edebiyatçı olduğu düşünülmektedir. Bu eseri Behçet Necatigil çevirisiyle okudum. Böylesine zor ve edebi derinliği dipsiz bir eseri bu kadar güzel çevirmesi takdire şayan.
Eserin giriş cümlesi her şeyi aslında ortaya koyar nitelikte:
Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş yiyen ve yalnızlıkta yiyen,kemiren yaralar.Kimseye anlatılamaz bu dertler, çünkü herkes bunlara nadir ve acayip şeyler gözüyle bakarlar. Biri çıkar da bunları söyler ya da yazarsa, insanlar, yürürlükteki inançlara ve kendi akıllarına göre hem saygılı hem de alaycı bir gülüşle dinlerler bunları.
Esere gelirsek; ortada gerçek bir hikaye, gerçek bir kurgu yok. Zaman ve mekan yok. Gerçek bir kişi yok. Hikayenin bir başkahramanı var ama ismi yok. Sevdiği,aşık olduğu bir kız var kim olduğu belli değil. Aslında hepsi yazarın kendisi ama hiçbirisi kendisi değil. Bu kadar tuhaf bir eser işte :) Neden-sonuç ilişkisi yok. Zamanın düzenli akışı yok. Baştan aşağı sembolizm ve sürrealizm.
Okuması kolay olmayan bir kitap ama derinindeki sembol ve anlamları anladığınız zaman çok manalı bir kitap haline dönüşecektir. Kendisi İran'ın Kafka'sı olarak anılmayı sonuna kadar hak ediyor. Hatta bence Kafka yanında oldukça masum bir deli olarak kalır..