Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

264 syf.
10/10 puan verdi
·
9 günde okudu
17 Temmuz 1738 günü, bir balıkçı tezgahında, balık ayıklarken aniden sancısı tutan ve işinin arasında “bir avazda deriz ya”, işte öyle bir avazda doğum yapan, ardından da hiçbir şey olmamış gibi işine devam eden bir kadın tarafından dünya getirilir Jean Baptiste Grenouille. Sanki az evvel doğum yapan o değildir. Doğumu balık tezgahının altında gerçekleştirmiş, göbek bağını orada kesmiş, bebeği de yine oracıkta ölüme terk etmiştir. Tezgahın altında, yüzlerce pis kokulu balık çöpünün arasında, çöpe atılmayı beklerken, ortamın yaydığı pis kokudan olsa gerek feryat figan ağlamaya başlar yeni doğan bebek. Bunun üzerine etraftaki insanlar tarafından farkedilir ve ölümden kurtarılır. Annesi, yaptığından ötürü ölümle cezalandırılır ve Grenouille bir yetimhaneye gönderilir. “İşte burada bütün krallığın en pis kokan yerinde 17 Temmuz 1738 günü doğdu Jane –Baptiste Grenouille. Yine en sıcak günlerden biriydi. Sıcak, mezarlığın üstüne kurşun gibi çökmüş, çürük kavunların kokusuyla, yanmış boynuzu andıran, mezarlık havasından oluşan bir karışımı yan sokaklara doğru bastırıyordu. Grenoulle’nin annesi sancılar başladığında Rue aux Ferx’de bir balıkçı tezgahının başında oturmuş daha önce temizlediği ala balıkların pullarını kazımaktaydı. Balıklar sözüm ona o sabah Seine’den çıkmışlardı ama öyle kokuyorlardı ki, ceset kokusu bile duyulmuyordu.” (syf.5) Endişelenmeyin merakbozan (spoiler) yazmadım. Yukarıdaki paragraf kitabın girişinden zaten. Kitabın ilk sayfalarında okuyorsunuz bunları. Hadi devam edelim… Sıradan bir insan olarak ama hiç de sıradan bir şekilde dünyaya gelmeyen Grenouille’nin macerası işte doğduğu andan itibaren başlar. Tüm insanlardan bir farkı vardır onun. Yeryüzünde kimseye bahşedilmemiş olan koku alma özelliği. Tabii ki diğer insanlar da koku alabiliyorlardı ama onlar için koku almak o kadar sıradanlaşmıştı ki, burunları tıkayacak kadar kötü olan kokulara bile alışmışlar, lağımların yanından geçerken yayılan kokuyu bile duymaz hale gelmişlerdi. Grenouille’nin bu insanlardan farkı: Onlar en kötü kokulara ne kadar körleşmişlerse, Grenouille de bir o kadar hassastı. O’nun burnu akla hayale gelmeyecek şeylerin kokusunu alabiliyordu. Ayrıca Kilometrelerce ötedeki bir şeyin bile kokusunu alabilirdi O. Böyle bir yetenekle doğmuştu, buna yetenek denebilirse tabii… O’nun bu yeteneği gittiği her yerde başına büyük işler açmıştı ya gerçi neyse. Bu yeteneğini avantaja çeviremezse, asla farkını ortaya koyamayacak, toplumdan sürekli dışlanan bir insan olmaya devam edecekti. Kitapla ilgili aslında buraya neler yazmak istiyorum neler. Ama ne yazacaklarım hislerime tercüman olabilecek ne de kitabın tadını aktarabileceğim. Üstelik merakbozan yazmadan geri kalanına değinmek pek mümkün değil gibi. Kitap boyunda kaç kere ters köşeye yatırıldım bilmiyorum. Başından sonuna kadar asla tahmin edemediğim, her duygumun, tahminimin aksi yönünde gelişen bir hikaye okudum. Kitabın finali ise muhteşem… Yani bu muhteşemlik final sahnesinin bana verdiği duygu değil yanlış anlaşılmasın, bir kitaba, kitabın derdine yakışır muhteşemlikte. Peki kitabın derdi demişken, bu derdi anlatabilir miyim bir de ona bakalım. Yine uzun bir inceleme yazısı oldu ama elimde değil ne yapayım. Bir süre sonra gelip okuduğumda benim de belleğimi tazeliyor yazdıklarım. Nerde kalmıştık. Heh! Kitabın derdine girebilmem için azıcık Fransa’nın bahsi geçen dönemine el attım. Meraklı ben bakmasam olmazdı tabii. Üstelik öyle betimlemeleri vardı ki Süskind’in, gerçek mi acaba diye sürekli sorguladım durdum bazı şeyleri. Hadi biraz Fransa’nın 1700-1800’lü yıllarına göz atalım. “Sözünü ettiğimiz dönemde kentlerde, biz çağdaş insanlar için tasarlanması bile güç, pis bir koku hüküm sürmekteydi. Caddeler gübre kokardı, avlular sidik kokardı, merdivenler çürümüş tahta ve sıçan yağı, havalandırılmayan odalar küflü toz, yatak odaları yağlı çarşaf ve nemli kuştüyü yorgan kokar, lazımlıkların o keskin-tatlı rayihasıyla dolardı. Bacalardan kükürt, tabakhanelerden yakıcı soda, mezbahalardan pıhtılaşmış kan kokusu gelirdi. İnsanlar ter ve yıkanmamış elbise kokardı; ağızları çürük diş, mideleri soğan suyu, gövdeleri, artık pek genç de değillerse, bayat peynir, ekşi süt, urlu hastalık kokuları yayardı. Irmaklar kokar, meydanlar kokar, kiliseler kokar, köprü altları ve saray içleri kokardı. Çiftçi de, rahip de, zanaatçı kalfası da, ustanın karısı da kokar, bütün soylu tabaka, hatta kral bile, yırtıcı bir hayvan gibi kokar, kraliçeyse ihtiyar bir domuz gibi kokardı, yaz olsun kış olsun. Çünkü bakterilerin çürütücü etkinliğine daha dur diyen olmamıştı on sekizinci yüzyılda; bu yüzden gerek serpilmekte, gerekse sönmekte olan hayatta, pis kokuların eşlik etmediği bir görünüm, yapıcı veya yıkıcı bir insan eylemi yoktu. Ve tabii Paris’teydi en büyük koku, çünkü Paris, Fransa’nın en büyük kentiydi. (kitaptan)” Hadi canım o da nasıl bir anlatım diye düşündüğüm Fransa meğer gerçekten de öyleymiş. Tuvalet kültürü olmayan Fransa’da dışkılar orta yerde yapılır, zengin fakir, soylu soysuz herkes tarafından camlardan dışarı fırlatılırmış. Kanalizasyon yok, lağımlar yok. Ortalık dışkı, pislik, çöp içinde. Ortalığı kaplayan kokuyu da varın siz düşünün. İşte o dönem bu kötü kokuları bastırmak için Parfüm konusunda uzmanlaşmış Fransa. Tüm Dünya’da parfümün başkenti olarak görünen Grasse Şehri’nin ünü bu şekilde başlamış ve dünyaya yayılmış. (Kendisi hala parfümün başkentidir). Yerlerdeki pisliğe basmadan yürüyebilmek için topuklu ayakkabı da, pencerelerden dışarı atılan pislikler kafalarına gelmesin diye şemsiye kullanmakta yine Fransa için bu dönemlerde icat olmuştur diye rivayet edilir. Rivayet olmayan bir şey vardır ki o da ülke de banyo etmenin yasak olduğu. Hatta yılda bir kere yıkanıldığı bilgisi bile var araştırırsanız. Tarih aralarında denir ki, Fransa kralı Osmanlı’yı ziyaret ettiği bir gün kokusu o kadar rahatsız edicidir ki Osmanlı Padişahı, kralın kokusundan duramaz ve kralın hamamda yıkanmasını buyurur. Bu koku, dışkı, banyo meselesi ile ilgili olarak çokça bilgi internet ortamında mevcut. Yazar, kitabın kahramanı üzerinden bu koku meselesine öyle derin bir giriş yapmış ki, betimlemeleriyle insanı kendisine hayran bırakmış. Her bir satırda buram buram kokluyorsunuz o kokuları. Bu pis kokular yetmezmiş gibi bir de kokuşmuşluk söz konusudur ülkede. Fakirlik, sefalet, din, kölelik başlı başına sorunken, insanların karakterlerinin pis kokuları vardır bir de.. Kahramanımızın burnu öylesi hassastır ki, bu kokuları da duyabiliyordur. Büyüdüğü yatakhanedeki yüzlerce yetimin kendisine yaşattıkları düşmanca hava, annesinin katil kokusu, ikiyüzlülüğün kokusu ya da kötülüğün kokusunu da duyabiliyordu.. Böylece bir tiksinti ve nefret sefasına dalıyor, duyduğu dehşetin hazzından tüyleri diken diken oluyordu Grenouille’nin. Sadece bu kadarla değil tabi sütannesinin anaç kokusunu, bir genç kızın masumluğunun kokusunu, iyiliğin kokusunu da alabiliyordu Grenouille. Yazar bu kokularla da insanların kokuşmuşluklarına da öyle güzel değiniyor ki, gerçekten her bir kokuyu kokladığınızı ve tanıdığınızı farkediyorsunuz. Bu konuda da sizi sürekli sorgulamalarla baş başa bırakıyor. İşte böyle bir ortamda Dünya’ya gelmişti Grenouille. Böyle bir ortamda duygusuz, yabani, sefil, cani ve aynı zamanda bir dâhiydi… O yeryüzündeki tüm insanlardan farklıydı. Koku alma özelliği çok gelişmişti ama bu değildi onu herkesten farklı yapan asıl özelliği. Kokmuyordu o. Hiçbir şey kokmuyordu. Ne duyguları vardı kokan ne de üzerine sinmiş pislik kokusu. Kokusuzdu. Bu diğer insanlara benzemeyişlik onun ötekileştirilmesine, dışlanmasına sebep oluyordu. Sevgisiz, dostsuz, arkadaşsız yaşayan Grenoille hayatını yoksun kaldığı bu duyguları kazanmak üzere çabalamaya itti. Başarıya giden her yol mübahtı onun için. O da sonuna kadar böyle davrandı ve nihayet bir gün başardı. Kendisine öyle bir koku yaptı ki sonunda olacakları o bile tahmin etmemişti. “O, dünyanın en pis kokan yerinde kokusuz olarak doğmuş olan, çöpün, çamurun, kokuşmanın içinden gelen, sevgisiz büyümüş, sıcak bir insan ruhu olmadan sırf inatçılığından ve iğrentisinin verdiği güçle yaşayan, ufak, kamburu çıkmış, topallayan, çirkin, herkesin sırt çevirdiği, içi ve dışı da mendebur Jean Baptiste Grenouille kendini dünyaya sevdirmeyi başarmıştı. Sevdirmek de ne demek! Âşık olmuşlardı ona! Hayrandılar! Tapıyorlardı!” (syf.265) Peki bu başarına, hile ile insanlar öyle istediler diye kavuşan Jean Baptiste Grenouille, bu durumdan memnun mu? Bu gerçek bir başarı mı? İçinde bulunduğumuz toplumun dayatmalarıyla edindiğimiz kimliklerin, karakterlerin ne kadarı gerçekten biziz. Toplumun kabul gördüğü bireyselliği ile kendi bireyselliği içinde sıkışan bir karakter. İşte Patrick Süskind, basit bir hikaye ile böyle düşündürücü felsefik , psikolojik bir kitap çıkarmıştır ortaya. Kitabın finali bu taraftan bakıldığında ise ayrıca etkiler insanı… Son olarak kitaptan uyarlanan 2006 yılı yapımı filmini de izlemenizi öneririm. Muazzam bir başyapıt olmuş o da. Bütün duyguları ve anlatılanları aktarabilmeyi neredeyse gerçeğe yakın biçimde aktarabilmiş. Kitabın sonlarına doğru öyle bir sahne var ki; filmin başlarında onu başaramaz yapamaz diyordum ama yapmış. Hem de oldukça başarılı bir şekilde ortaya koymuş. Daha da yazar da yazarım. Arada yazıp sildiklerim, değinmek isteyip de vazgeçtiklerim, alıntılamak istediklerim o kadar çok ki… Ben yazara, hayal dünyasına, kurgusuna, kalemine ve zekasına hayran oldum. Arada ağzımı buruşturduğum, içimin çekildiği, kanımın donduğu sahneler de oldu… Bu da başarısının ayrı detaylarından. Keyifle okuyun.
Koku
KokuPatrick Süskind · Can Yayınları · 201821,8bin okunma
·
86 görüntüleme
Oytun Ata Alçık okurunun profil resmi
Zihnimde daima yer tutan güzel bir kitap
Seçil Yardım Örengül okurunun profil resmi
Benim için de artık değişmez ve sarsılmaz bir yeri olduğu kesin bundan sonra
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.