Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

202 syf.
9/10 puan verdi
·
8 günde okudu
Yeni yılımın ilk kitap incelemesi olarak Korkuyu Beklerken’i detaylı bir şekilde anlatmak geldi içimden. Bunun temel sebebi kitabın 196. Sayfasında geçen “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” diyerek bizlere olan sitemini dile getirmesi olmuştur. İncelememin geneli kitaba ismini veren korkuyu beklerken adlı öyküsü olacak. Şunu baştan belirtmek isterim ki beni de evet korkuyu beklerken adlı öyküsü sarstı ama nedense demiryolu hikayecileri kadar etkilemedi. Bu onun kötü olduğu anlamına gelmez ki demiryolu hikayecileri 10/10 ise korkuyu beklerken 9/10 dur benim için. Demiryolunun incelemesini yapacak cesareti kendimde bulamıyorum. Çünkü hâlâ sindiremedim. Hâlâ son cümlesini dönüp dönüp okumaktayım ve her okumamda boğazım düğüm düğüm olup cümleyi yutkunmama engel olmakta. Korkunun en zararlı olanı belki de, sebebi belli olmayan korkudur. Uzmanlar tarafından “anksiyete” olarak adlandırılan bu durumda kişi, korkudan çok “kaygı” durumunu yaşar. Çünkü “kaygı”, korkudan farklı olarak“hiçlik” düşüncesiyle beraber ortaya çıkar. Bu durumda kişi, neden korktuğunu bilmeyerek kendisini korktuğu“şey” karşısında tükenmiş ya da çaresiz kalmış olarak görür ve “hiç”i, “boşluk”tan başka bir anlamda kavrayamaz. Ciddi bir hastalığın da belirtisi olan bu durum, beraberinde “umutsuzluğu” getirmektedir. Søren Kierkergaard’ın Türkçeye “Kaygı Kavramı” adıyla çevrilen kitabında, anksiyete yani sebebi belli olmayan korkuyla savaşılması gerektiği üzerinde durur. Bunun için “hiçbir şeyden duyulan dehşet”in “bir şeyden duyulan korku”ya dönüştürülmesi gerektiğini ifade eder. Korkmuş olduğu şeyin adını belirleyerek neden korktuğunu bilen insan, hiçliğin dehşetinden kendisini uzaklaştırarak dünyadaki varoluşunu da anlamlandırmaya çalısır. Bu anlamlandırma sayesinde o, hayatın ne olduğuna ilişkin “bilinçlenme anı”nı, diğer bir ifadeyle “farkındalık süreci”ni yaşamaya baslar. Bu süreçte insan, Martin Heidegger’in iki farklı varoluş biçimi olarak tanımladığı; “var olmayı unutma” durumundan “varolmayı düsünme” durumuna geçer. Varolmayı unutma durumunda yaşayan kişi, madde dünyasında yaşayan ve hayatın sıradanlığı içerisinde kendini oyalayan kişidir. Bu insan için, korku, özellikle ölüm korkusu, bir tükenişin ifadesidir. Bu alanda olan, “yaşamak”la “yaşayıp gitmek” arasındaki ayırımda, hep ikinci tarafta durmak zorunda kalır. Heidegger’in ifadesiyle “Korku”, “var olmayı düşünme” durumunda olan insandaki “Hiçi açığa çıkarır”. Fakat burada beliren “hiç”,tükenişin ve çaresizliğin değil “Var Olma”nın bir ifadesidir. Hayatın anlamı karşısında, korku sayesinde bu şekilde bilinçlenen insan, gündelik kazanımların peşi sıra koşup tükenip gitmekten de kurtulmuş olur. Böylelikle korku, insanın “oluş”dan habersiz bir şekilde körleşerek yaşayıp gittiği kuyusundan dışarı çıkmasına sebep olur. Bu noktadan sonra kişi, kendi zedelenmişliklerini ve karanlıkta kalan yanlarını aydınlatmak için bir “yolculuğa” çıkar. Carl Gustav Jung’un “yeniden doğuş” olarak adlandırdığı bu dönüşümde, maddî anlamda bir büyümenin veya genişlemenin varlığı söz konusu değildir. Kendine yürüdüğü bu yolculukta insan, içsel bir derinliğe sahip olur. Kişi bu durumda asıl zenginliğini elde etmiş, ruhunu nesnesinin büyüklüğünü taşıyabilecek oranda genişletmiştir. Oğuz Atay, ortaya koymuş olduğu eserlerinin hemen hemen tamamında söz konusu olan “yabancılaşma” meselesi üzerinde ısrarla durur. Fakat bu yabancılaşma, yaygın kanaatin tam tersine, insanın “kendi”siyle tutunamaması sonucunda ortaya çıkan bir durum değildir. Kendisiyle barışık, eksikliklerini, açmazlarını ve zedelenmişliğini çok iyi anlamış, içtenlikle özeleştiri yapabilen insanların toplumsallaşma süreci karşısında almış olduğu tavırdır bu durum. “Korkuyu Beklerken”in kahramanı da “ruhunun oturma yeri” olarak kullandığı evde kendine yürüdükten sonra aynı “ayıklık hali”ni yaşamaya başlar. Fakat ne yapsa toplumun kendisine dayattığı bayağılıktan ve yarım kalmışlıktan kurtulamayacağını görerek “dünyaya kendinden bir şey verememenin (s.64)” ıstırabıyla şunları söyler: Gösterişten ibarettim. (...) Kendime kötü birini örnek almıştım herhalde; sürekli olarak onun hayatını yaşamak, hayattan bir sonuç çıkarmak istedim. (...) Ne olurdu benim de kelimelerim olsaydı; bana ait bir cümle, bir düşünce olsaydı. (s.67)” Kahramanımızın evinin hemen yanında büyük bir inşaat başlamıştır. Eski bina yıkılarak yerine yenisi yapılacaktır. Kısa zaman içinde “yıkım” işi biter ve temel için büyük bir “çukur” kazılır. Bir müddet sonra inşaat, ruhsat alınamadığı için durur ve kazılan bu “çukur” öylece bırakılır. Kahramanımız bu çukuru “çekilmiş bir azı dişinin geride bıraktığı oyuğa (s.70)” benzetir ve ona bakarak “Acaba, azı dişimde olduğu gibi, etin yaptığı gibi, toprak da bu çukurun üstüne kapanır mıydı zamanla? (s.71)” diye düşünür. Kahramanımızın bu düşüncesi aynı zamanda onun “kaygı”sıdır. Çünkü, artık ev’inin yani evren’inin yanında kocaman bir “çukur/oyuk” vardır. Kazıcılar, hiçbir önlem almadan burayı öylece bırakıp gitmişlerdir. Yazar tarafından ustaca kurgulanan hikaye, metaforik anlamda okumaya da çok açıktır. Örneğin, çukur/oyuk metaforu, dış dünyanın insanlar üzerinde kurduğu baskı alanlarına, onların iç dünyalarında kazdığı kuyulara ve körleşme noktalarına gönderme yapar. Her şeyin aslıyla değil de gölgesiyle tanımlandığı modern dünyada Baudrillard’ın dediği gibi artık “anlam zedelenmesi” kaçınılmaz olmuştur. Bu “çukur”, kenarında bulunan topraktan/insandan her geçen gün biraz daha “değer” kopararak onu kimliksizleştirmektedir. Kahramanımızın “ev/len”erek “yerleşik düzen”e geçmek istemesi, metaforik olarak anlamlandırıldığında, yıkılan“ev/evren” yerine, yeni bir “ev/lenme” çabasına işaret eder. Bu “ev/lenme”yle birlikte o, yitirdiği evrenine tekrar kavuşmayı ümit eder. Bunun için önce nişan yapılır. O, nişan törenindeki “kalabalı(ğ)”a bakarak “bir sürü akrabam olacak (s.97)” der. Sonra nişanlısıyla “baş başa yemekler filan yer (s.97).” Oğuz Atay’ın evliliğe, bu tarz bir ironiyle yaklaşması alışılmadık bir tutum değildir. O, özellikle küçük burjuvanın evlilikle olan bağını, eslerin birbirine hissettirmeden oynadıkları bir oyun olarak görür ve bilhassa “Tehlikeli Oyunlar” adlı romanında, kahramanları vasıtasıyla bu durumu kurgular. Atay bunu yaparken, Eric Berne’nin “Hayat Denen Oyun” isimli kitabındaki “Evlilik Oyunları” adlı bölüme sık sık müracaat eder. Hikâyemizin kahramanı da tam bir evlilik oyunu oynandığının farkına varmakta gecikmez. “Görücü” usulüyle evleneceği kızla arasında bir şeylerin eksik olduğunu hissetmeye başlar. Maalesef bugün bile çağında olduğu gibi Oğuz Atay’ın anlaşılamadığı düşüncesindeyim. Bugün 1000kitap uygulamasına baktığımızda bile Atay’ın kitaplarının bir çoğunun yarım bırakılanlar listesinde başı çektiğini görmekteyiz. Bir popüler kültür hevesiyle başlayanlar Atay’ın o kendine has üslubu karşısında alaşağı olmaktadırlar. Kaldı ki popüler kültür onun mezarında bile rahat uyumasına engel olmaktadır. Mezar taşına yapılan saygısızca yazılar onun bu toplumda sadece belli bir zümre tarafından anlaşılacağını göstermektedir diye düşünüyorum. Son olarak siz değerli okuyucuları da Oğuz Atay’ın kafalarımıza demir bir balyoz etkisi veren sözleriyle baş başa bırakmak isterim: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”
Korkuyu Beklerken
Korkuyu BeklerkenOğuz Atay · İletişim Yayıncılık · 202226,6bin okunma
·
52 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.