Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

15 öykülük kitabım olan Münzevi'nin ilk öyküsü.
Kalamış Münir Nurettin Selçuk’un aziz hatırasına… Kalbim ömrünü nihayete vardıracak kadar huzursuz bir halde atarken ve ay göz alıcı parlaklığıyla karanlık ruhları aydınlatırken taşlı sokakta yürüdüm. Topuklardan gelen tıkırtılar, cırcır böceklerinin sesleriyle raks ediyordu. Perdesi örtük evlerden yayılan sarı sıcak renkler, kurumaya yüz tutmuş çiçeklerin bulunduğu verandayı aydınlatırken, bazı evlerde gaz lambalarının titrek ışığı haneyi aydınlatmaya çabalıyordu. Rüzgârın anne şefkatiyle okşadığı tenim alevlerde yanmakta ve ruhumda fena sıkıntılara yol açmaktaydı. Heyhat, anneler huzur verirdi ancak bu kasvetli gece kalbimin son atışlarına dahi varabilecek kadar şiddetli bir heyecanın varlığını yaratıyordu. Bastonuma ağırlığımı vererek yürümeye bir müddet daha devam ettikten sonra yer yer kararmış tahtalardan yapılma eski bir evin önünde duraksadım. Ruhum artık bu ıstıraba son vermem için dile gelmeden önce ben bunu yapmalıydım. Artık titremeye başlamış bedenimle birlikte yavaş yavaş adımladım eve doğru. Sarı ışıkla hafif aydınlanan tokmağı kapıya her vuruşum, saçımda yeni beyazlıklar oluşturmaktaydı sanki. Böylesine muhteşem bir heyecanın ve kıvrandıran acının tarifini yapmak ne mümkündü! Yumuşak bir ses kulağıma çalındı hemen sonra. Merdivenden inen kişi muhakkak ki arzularıma beni esir eden mahvoluşumun vücuda bürünmüş haliydi. Tokmağa değen elini ellerimde ve açmadan önce ‘’kimdir gelen’’ sorusunun döküldüğü leblerini leblerimde bir an dahi hissetmek için ömrümden kaç yıl feda edebileceğimi düşündüm bir an. Bu sıkıntı veren sorunun cevabı onurumu küçültecek kadar keskindi, tamamını. Tamamını feda edebilirim. Yumuşak sese cevap verdim. Olabildiğince normal sesimle ‘’Ben Selçuk, arz ederseniz sizinle sahile doğru bir yürüyüş yapmak istemiştim. Reddederseniz inanın ki zorlamayacağım ancak ruhumun kederine bir keder daha eklememenizi temenni ediyorum’’ dedim. Kapıdaki o ses, biraz duraksadıktan sonra tereddütle ‘’Pekâlâ’’ dedi. Lügatlerde bundan daha enfes binlerce kelime olduğuna fazlasıyla eminim, ancak bundan daha etkili bir sözün varlığına karşı gözümü karartmış bir halde karşı çıkabilirdim. Bir mühlet sonra uzun bir elbiseyle çıkageldi. Ay bütün ışığını ona yansıtsa ne çıkardı sanki. Görmek için birkaç saniye daha beklemek ne büyük bir ıstırap verdi kalbime. Verandadan indikten sonra güzellik kavramı zihnimin en ücra köşelerine kadar yankılandı. Ruh halim evlat acısı yaşamış gibi bir elemdeyken bayram yerine döndü. Kara gözlerini yüzüme çevirdiği her an, daha önce hissetme onuruna erişemediğim duyguların kapılarını açıyordu. Nihayetinde onu büsbütün görebilmiştim aydınlık bir halde. Uzun elbisesi hayli koyu kırmızı renkteydi. Göğsünde danteller ve omuzlarında fırfırlar vardı. Bir karış tüllü siyah bir şapka, bende büyük zevkler uyandıran saçının bir kısmını perdeliyordu. Koluma girmesini arzulamıştım ancak bunun için ne ben bir harekette bulundum ne de onda bunu istediğini gösteren bir hal vardı. Taşlı sokaktan ürkek adımlarla inerken o tıkırtılar artık en güzel besteydi benim için. Hislerimi ona açıkça söylesem darılır mıydı, bilemem. Söze başlamak için kalbimin dinlenmesini bekledim. Kurumuş dudaklarımı bir cesaretin yarattığı güvenle aralayıp; ‘’Sanıyorum ki sizi vapurda ilk gördüğüm andan beri günler kısaldı. Geceler öyle uzun. Geceler öyle kara. Niçin biliyor musunuz? Çünkü gündüz olunca güneş çıkar, ancak sizi öyle az görüyorum ki. Siz kendinin farkında olmayan bir güneşsiniz benim için. Göremediğim her gün yalnızca geceyi barındırıyor koynunda. Bu sözleri size söylemek için pek çok vakittir sokağınızda adımlıyorum. Kaldırımlar en yakın ahbabım oldu. Kuşlar ailem, ağaçlar neşem, sizi görememek felaketim ve çaresizliğim. Sizi görmeyince ağaçlar, kuşlar ve soğuk kaldırımlar tüm anlamını yitirip boş bir mezara dönüyor nazarımda. Boş mezar dolmadıkça başında gözyaşı dökemezsiniz efendim. Bu güzellikler anlamsız kalınca da beni sevindiremiyor. Hoş gelme halinden epey uzak kalıyorlar. Sanki tüm hoş yaratılışlar şahsınızda buluşmuş ve yalnız sizde kalmış. Efendim, ben pek yorgunum. Size bir anlam ifade ediyor mu sözlerim? Lütfen söylemeyin. Konuşmayın dahi. Ben sizin suretinize… Ne diyordum? Bu kuşlar efendim. Sizin gibiler, aynı gibiler birbirleriyle, ancak sevdiğiniz zaman farklar su yüzüne çıkar. Sizin suretinizde sayılamayacak denli sevgili varken neden siz? Efendim, insan neden sevdiğini bilmeden sever. Sevdikten sonra bulur sebepleri. İnsan sevmiş olmak için sevemez ki. Siz yapabilir misiniz? Dener misiniz şahsımda? Denemeyin efendim, samimiyetsiz bir sevgidense gerçek bir nefret beni daha iyi hissettirir. Suretiniz diyordum, suretiniz öylesine dehşet veriyor ki bana. Sakın o sarhoş eden kaşlarınızı çatmayın, demek istediğim eşi benzeri görülmemiş bir yüzünüz olmamasına rağmen sizde gördüklerimi kimsede göremedim. Sizde gördüğüm şeyleri başka birisi de görüp sizi severse, daha vahimi ya siz onu severseniz. Efendim bu benim için bir nihayet olacaktır mutlaka. Sizi sevmek için… Efendim, açık açık söylesem bir dargınlık oluşmaz değil mi? Ben hakikat o ki… pek çok seviyorum efendim. Böylesini yaşamış değilim bu yaşa kadar. Sakın gücenmeyin, sadece seviyorum. Pek çok seviyorum’’ dedikten sonra öyle derin bir pişmanlık vücudumu korkunç bir hızla kapladı ki, tüm bedenim bir titreme aldı. Alevler içinde onun beni ferahlatmasını beklerken o ıstırabımı artırmak için susmaya devam ediyordu. Tıkırtılar ritmini artırdı ancak duymak istediklerim bunlar mıydı? Çağlayan suyun şırıltısı, sokaktan geçen mesut insanların şen kahkahaları, dertli insanların çektiği derin ahlar mıydı duymayı arzuladığım? Sadece bir kelime dahi yeterdi. Kafamın içinde azgın bir ağrı başladı ve durmak bilmeyince dayanamayıp bir soru yönelttim: ‘’Bu gece deniz hayli durgun. Mehtabı izlemek isterseniz kayıkla biraz ileriye açılabiliriz. Arzu edersiniz değil mi?’’ Dudaklarından sadece ‘’Peki’’ sözcüğü çıktığında kalbimde bu kez yeni bir duygunun varlığını hissettim. Acaba ben onu mu yoksa onun suretini mi seviyordum? Taptığım şey kalbi değil de benim rüyalarımı süsleyen arzular mıydı? Yine de kabul etmesi bende bir rahatlama ve yeni bir heyecan dalgası oluşturdu. Kalpten başlayıp en ufak hücrelerimde hissettiğim bu heyecan, beni konuşmaya sevk ettiğinde susmanın en hayırlısı olduğuna emin olsam dahi, insan olduğum için aklımı değil kalbimi dinleyip şu sözleri söyledim: ‘’Sizin sesinizi pek az duydum. Sizinle de zaten birkaç kez konuşmuşluğumuz var ancak sesinizi duyduğum zaman sanki yağan kar gider açardı güneş, dökülen yaprak dönerdi dalına. Anlasanıza, içimde öyle güzel şeyler uyandırıyordunuz ki. Bir itiraftır bu, belki şimdi pişmanlığım olacaktır sözlerim. İtiraftır ki saçlarınızı fecre kadar koklamak için tüm nefeslerimi tüketsem zerrece pişmanlık hissetmezdim. Bir saç ki o, değen her rüzgârda bir aşığı kahreder. Bir ses ki duyduğum, semaya kadar yükselecek bir ah çektirir bana. Sizin yüzünüz bana acı veriyor. Güzelliğiniz, ondan da öte sizde gördüklerim kalbimi eziyor. Ruhumu fena hislere sevk ediyor. Ancak sizden kopmak ne mümkün. Istırabım yalnızca sevdamı artırıyor. Bilemem ki neden.’’ Kalbimde bu yeni hissi, onu değil suretini sevdiğim duygusunu, haklı çıkaracak iki kelime çıktı artık ağzından. ‘’Ne güzel.’’ Sahile varana kadar hiçbir şey söylemedim, o da söylemek için davranmadı. Tüm kelimeler tükenmişti sanki. En çok acıyı ise neden buraya kadar benimle geldiği sorusu vermeye başladı. Kıyıda, kumların üzerinde duran sandallardan birine usulca iliştik. Neyi istediğini yahut istemediğini anlamanın imkânı yoktu. Tereddüdüm beni mahvederken, hiçbir şey söylememek için ısrar ediyordu. Kayığa bindikten sonra hemen ilerlemek yerine ayın yumuşak beyaz ışığının vurduğu yüzünü inceledim. O ise kıyıya vuran misafir dalgaları seyre dalmıştı. Dalgalar gelip geçiyordu hiçbir iz bırakmadan kıyıya, tıpkı insanın dünyaya yaptığı gibi. Biraz bekledikten sonra kürekleri yavaşça çekmeye başladım. Suları kaldırdıkça çıkan ses bir nebze olsun bana iyi geliyordu, dalmıştım tatlı mehtabın boydan boya uzanışına. Boğazını temizlemesiyle uyandım bu kısa uykudan. Mehtap tam karşımızdayken ve su, kayığı usulca sallarken birbirimize baktık. Gözlerinin ıslandığını kalbimde oluşan ani bir ağrıyla fark ettim. Kıvrımlı dudaklarından aşağı damlayan o gözyaşı ne içindi? Nedendi bu acısı? Merakımı gidermesi uzun sürmedi. Boğazını bir kez daha temizleyip konuşmaya başladı. Küreklerin sesi artmaktaydı. Heyecanım kontrolümü almıştı benden. Yalnız onun sözlerini duymayı bekliyordum. Kıvrımlı dudaklarını aralayıp: ‘’Selçuk, ruhumun ıstırabı seninkinden farklı değildir, inan. Ancak ben seni mutlu etmiyorum, edemiyorum. Sebebini başkasından duyman pek vakit almaz ancak senin canını daha fazla yakmak arzusunda değilim. Benden duy, Selçuk, ben şu gördüğün ay, birkaç kez daha doğup battıktan sonra artık seni düşleyemeyecek kadar derinlerde olacağım. Beni ilk gördüğün gün ve seni sevdiğim o gün aslında pek acı bir haberim vardı. Yağan yağmurdan görmedin gözyaşlarımı belki, belki gördün de sormak istemedin. Yüce ruhlusun, düşünürsün. Selçuk, benim ömrüm artık pek kısa. İşte karşında ölüyorum, günden güne eriyorum. Hastalığım son raddede. Beni sevmemen için pek çok fedakârlık yaptıysam da gönlünü yenemedim’’ dedi. Bu sözlerin ardından artık kararan gecede duyulan tek ses bir kadının acı hıçkırıklarıydı. Artık küreklerden de yüreklerden de ses çıkmıyordu. Selçuk, zihni donmuş bir halde ona bakıyor, bunun da kalbini acıtmak için yaptığı bir şaka olmasını arzuluyordu. Heyhat, bu hayatın en gerçeğiydi. Hıçkırıklar kesilene değin ikisi de tek kelime dahi etmedi. Ancak küreklerin sesi bir vakit sonra kulaklarına çalındığında kıyıdan o kadar uzaklaşmışlardı ki, şehrin o hoş ışıkları artık zor seçiliyordu. Kürek sesi ile su sesi raks ederken araya giren bir silah sesi dışında artık gecenin karanlığını bir kadının çığlıkları yırtıyordu. 27.03.2020
··1 alıntı·
629 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.