Şiir sanatını tarihe karşıt olarak konumlandırdığı aynı sayfada, tragedya yazarları, "gerçekten tanıklık etmiş insanlar" sayılmaları bakımından övülür: "Nedeni işte budur: Mümkün olan, ikna edicidir: Olmamış olanın mümkün olduğuna ise artık inanmayız; Oysaki olmuş olanın mümkün olduğu apaçıktır" (1451 b 15-18). Aristoteles burada, ikna edici olmak için, muhtemelin [probable], olmuş-olan ile bir gerçeğe benzerlik ilişkisi içinde olması gerektiği fikrini aşılar. Ulysses'in, Agamemnon'un, Oedipus'un geçmişin gerçek kişilikleri olup olmadığını bilme kaygısını aslında taşımaz; ama, tragedya, ilk işlevi hafıza ile tarihi atalar çağının arkaik kaynaklarına yeniden bağlamak olan efsanenin dibine dalışı simüle etmelidir. Ne yazık ki geçmişin kurmaca yoluyla bu simülasyonu, gerçekçi romanın tetiklediği estetik tartışmalarıyla sonradan karartıldı. Gerçeğe-benzerlik o sırada, kurmacayı tarihle aynı düzleme yerleştiren gerçek benzerliğin bir kipliğiyle karıştırıldı. Bu bakımdan, XIX. yüzyılın büyük romancılarının tamamlayıcı tarihçiler gibi, daha doğrusu bu terim icat edilmeden önceki sosyologlar gibi okunabildiği pekala doğrudur: Roman burada, insan bilimleri alanında henüz boş olan bir yeri işgal ediyormuş gibidir. Ama, bu örnek sonuçta en yanıltıcısıdır. Roman, gerçeğe-benzerlik bakımından en ilginç sorunu, estetik işleviyle karışık halde doğrudan tarihsel veya sosyolojik bir işlevi yerine getirdiği sırada ortaya koymaz.