Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Roboski hâlâ kanıyor Yenigün gazetesi, 28 Aralık 2013 İki yıl önce, 28 Aralık 2011'de Şırnak’a bağlı Uludere (Roboski) kırsalında Türk Hava Kuvvetleri’ne ait F-16’ların bombalaması sonucunda 34 yurttaşımızı yitirmiştik. Olayın ikinci yıl dönümü çeşitli etkinliklerle anılırken, gerçeğin hâlâ ortaya çıkmamış olmasına duyulan tepkiler ve soru işaretleri artıyor. Roboski bombalamasında hayatını kaybeden bir gencin ağabeyini bulduk, bize o gün neler olduğunu anlatmasını istedik. Gazetecilik anlayışımız çerçevesinde haber kaynağımızı ve söyleşi yaptığımız kişinin adını gizli tutuyoruz. (Yayınlanmayan bölüm) GAZETECİ: Şimdi bilgileri tekrarlayalım: Adın Ali, soyadın Öztürk. Şırnaklısm, 1984 doğumlusun, ortaokul 2’den terksin. Garsonluk yapıyorsun. Bunlar doğru mu? ALI: Doğru ağbey. G: Adını ve fotoğrafını kullanmayacağım için bana rahat rahat her şeyi anlatabilirsin. Başına bir şey geleceğinden korkma. Bu söyleşide başka bir isim kullanacağız. Fotoğrafın da arkadan çekilecek. A: Öyle deme ağbey, hükümat her şeyi duyar. G: Bunu duymaz ama; gizli kalacağına söz veriyorum. A: Ağbey söz versen de vermesen de içim yanıyo benim; her şeyi anlatacagam. isterse beni berdar etsin Ankara. G: Berdar? A: Yani darağacı var ya ağbey! Dara çeksin beni isterse hükümat. G: Tamam anladım, berdar sözünü duymamıştım daha önce. Neyse gelelim o güne; yani 28 Aralık 2011 sabahına. (Yayınlanan bölüm) GAZETECİ: O sabah ne oldu? KURBAN YAKINI: Irak’a ben geçecektim o gece ama yerime küçük gardaşım gitti. G: Niye o gitti? KY: Bazen ben giderdim, bazen o. Sıra yoktu, işte nasıl denk gelirse. O zaman garson değildim, köydeydim. Ben katırı alırken geldi, “Ağbey ben gideyim” dedi. “Niye” dedim; “içimde bir sıkıntı var, belki dağılır” dedi. G: Ne sıkıntısı vardı ki? KY: Gönül işi ağbey! Hacer (isim değiştirildi) derler bir kı­za gönlü düşmüştü. Onu almak için para biriktiriyordu. Bu işin tek yolu da huduttan geçmek olunca... G: Başka geçim kaynağınız yok mu? KY: Yok, nasıl olsun ki. Bizim oralarda ya eroin, ya eşkı­yalık, ya da kaçakçılık. Bizde eroin de yok eşkıyalık da... Bu yoldan gider geliriz. Bazen çoluk çocuk gider, kırk-elli lira kazanıp aileye yardım etmek için. Öyle büyük bir iş değil yani. Ama bazı fukara tencereleri bununla kaynıyor. G: Siz yaptığınız işe kaçakçılık mı diyorsunuz? KY: Öyle demiyoruz tabii, geçim diyoruz. Sınırdan geçmeden ticaret olmaz ki! Bizimki de ticaret. Herkes bilir bunu. G: Yetkili amirler de bilir mi? KY: Bilmez olur mu, tabii bilir. Bizim oralarda, onlardan habersiz kuş uçmaz zaten. Katırları alıp grup halinde gidilir gelinir, bilmez olurlar mı hiç! G: Sen bana şu işi tam olarak anlatsana. Nasıl geçiyorsunuz Irak’a? KY: Ağbey, katırlarla geçiyoruz, o bölgenin çocuğuyuz, her taşını biliriz. G: Hepiniz Kürt müsünüz? KY: Evet ağbey, Kürt’üz. Bizim köy hep öyle. G: Evde Kürtçe mi konuşursunuz? KY: Başka ne konuşalım ağbey. Zaten annem başka bir dil bilmez ki? G: Sen nasıl Türkçe öğrendin. KY: Devletin okulunda öğrendim ağbey. Sonra da askerde “Ali Okulu”nda iyice benzeterek öğrettiler. G: Nasıl yani? KY: Dayakla ağbey. Güzel kaval çalardım, çavuşum kavalı başımda kırdı, “Sen önce şu dilini düzelt, eşekçe mi konuşuyorsun!” dedi. G: Onu geçelim şimdi, gene okula dönelim; sen ilkokula başladığında hiç Türkçe bilmiyor muydun yani? KY: He vallah, bilmiyordum ağbey. Zaten kuş uçmaz kervan geçmez bir köydü bizimki. Saçlarımızı örer, alnımıza koyun gibi boncuk takarlardı. Meyva falan bilmezdik. Birisinin eline kazara bir portakal geçecek olsa, onun kabuğunu yakasına takar günlerce hava atardı. Tövbe; kızlarla göz göze gelemezdik ama sonra okulda onlarla yan yana oturttular bizi, bayılacak gibi olduk. Gardaşım Erhan da bayıldı zaten, kı­zın eli eline değmiş, bizimki yere yığılı verdi, öğretmen de önce telaşlandı sonra güldü. G: Öğretmeni seviyor muydunuz? KY: Tabii, çok seviyorduk hem de. Bize neler öğretiyordu neler... Başkent, Atatürk, Cumhuriyet, Anıtkabir hep orda öğrendik ama bir kusuru vardı. G: Öğretmenin mi? KY: Evet ağbey! G: Neydi o? KY: O zamanki aklımız işte, şimdi söylesem gülersin. Öğ­retmen bize istiklal Marşı’nı ezberletmişti, her sabah okuturdu ama hiçbirimiz beceremezdik. Sınıftan çıkan sesleri duysan güle güle ölürdün ağbey. Arkadaşlarla aramızda konuş­tuk; bu çok çirkin bir türkü dedik, gelin öğretmenimize daha güzel bir türkü yapalım. Sonra “Kurkma sönmez” diye sözleri aynı tutup, Lorke türküsüne uydurduk. G: Nasıl yani? KY: Ağbey, Lorke’yi bilirsin değil mi? işte düşün şimdi; dilimiz de dönmüyor ama “Kurkma sönmez bu şafaklarda yü­zen al sancak” sözlerini Lorke gibi çalıp söyledik, hemi de halay çektik. Sözüm ona öğretmene sürpriz yapacaktık. Aralarda da lelele diye zılgıt çekiyorduk. Çok şenlikli olmuştu. G: Hay Allah! Sonra ne oldu KY: Gülme ağbey, vallaha böyle oldu. Bir gün sınıfta, “Öğ­retmenim biz sana çok güzel bir türkü yaptık” dedik. O da, “Aferin, hadi söyleyin bakalım” dedi. Biz ayağa kalktık, tahtanın önüne geçtik, artık alıştık ya, kızlı erkekli serçe parmaklarımızı birbirine geçirip halaya hazırlandık. Halay başı bendim, elimde de beyaz mendil vardı. Sonra başladık hemi türküyü söyleyip hemi de halay çekmeye. Öğretmen, “kurkma sönmez”i duyar duymaz yerinden fırladı, önce bana bir şaplak çekti, sonra ötekilere, ‘Yasak bu türkü” dedi, “bir daha duymayacağım.” G: Amma ilginç hikâye ha; sonra ne oldu, söylemediniz mi bir daha? KY: Nasıl söyleyelim ki? Bu öğretmen iyi adam ama türkü­ den hiç anlamıyor diye konuştuk. Türküye benzemez o çirkin havayı söyleyip durduk. Sözler güzel de hava çirkin ağbey, ne mayaya benziyor, ne türküye, ne uzun havaya, ne halaya; ağ­zımıza uymuyor. Sonra bir gün müfettiş geldi. Bizi imtihan etti. Başkent, Cumhuriyet, vatan, her şeyi zehir gibi söyleyince çok sevindi. “Aferin evlatlarım, şimdi de şöyle aslanlar gibi bir İstiklal Marşı okuyun” dedi. Biz birbirimize bakıp sustuk. Müfettiş niye söylemediğimizi sordu. “Öğretmenim, o yasak” dedik. Bizim öğretmen kıpkırmızı kesilmiş önüne bakıyordu. Müfettiş, “Ne demek evladım, İstiklal Marşımız nasıl yasak olurmuş, emrediyorum okuyun” deyince bizden gü­nah gitti dedik. Tahtanın önüne çıktık, serçe parmaklarımızı kilitledik; sonra Lorke gibi “kurkma sönmez”e başladık. G: Müfettiş ne yaptı? KY: Ne yapacak! Önce elindeki cetveli fırlattı, sonra “Bu kuyruklular adam olmaz!” diye bağırarak hepimizi sıra daya­ğından geçirdi. Öğretmenimiz de sürüldü. En çok dayağı da her zaman olduğu gibi yine gardaşım Erhan (isim değiştirildi) yedi. Gözü morardıydı da anam lapa yapıp kapadıydı. G: Neden o yedi en çok dayağı? KY: Ağbey, onun sinirden gülme huyu vardı. Sinirleri boşanır gülerdi, karşısındaki de bunu anlamaz, ulan bu bana niye gülüyor diye basardı sopayı. Küçükken babam da anlamamıştı durumu, Erhan her gün dayak yerdi. Müfettiş döverken de gülüp duruyordu, “Niye gülüyorsun?” diye sorulduk­ça daha çok gülüyordu. Bir tek ben biliyordum onun keyfinden değil acısından güldüğünü. Ağbey inanmazsın, sınıra ko­şup da bombalandıkları yere gidince, karlar arasında Erhan’ı aradım. Bir koluyla iki bacağı yoktu; yüzükoyun yatıyordu, onu çevirdim, gözlerindeki, yüzündeki karları temizleyince ne gördüm dersin ağbey? Erhan gülüyordu, yüzünde gülmesi donmuştu. Gülerek can vermişti. Kefene sararken de öyleydi; toprağa gülerek girdi ağbey. G: Nasıl kolu bacağı yoktu? KY: Ağbey, ben sana baştan anlatayım. Telefon geldi, bizi bombaladılar diye. Kırk kişi Irak’tan Türkiye’ye girerken Heron’lar bilgi vermiş, F-16 uçakları da gelip düşman gi­bi bombalamış. Bize telefon geldi; sağ kalan bir akraba aramış. Hemen koştuk sınıra doğru. Vardığımızda karlar içinde yatan cesetlerle, yaralılarla karşılaştık. Hayran parçalarıyla insan parçalan birbirine karışmıştı. Kollar bacaklar kopmuş, etrafa savrulmuştu. Kimin bacağı,kimin kolu anlaşılmıyordu. Kadınlar ortalığa saçılmış kollardan bacaklardan topluyor, “Bu benim oğlumun kolu, belki yerine takılır” diye birbirlerinden kaçırıyorlardı. Başka bir ana, “O senin değil, benim oğlumun” diye üstüne saldırınca, ilk kadın o kolu ya da bacağı kaçmyordu. Erhan ölmüştü ama inleyenler vardı, yaralıydılar; eğer zamanında helikopter, doktor, sağlıkçı falan gelse kurtulurlardı gazeteci ağbey. Ama gelmedi. Otuz dört canımız orada gitti. Yaralılar anlattı sonra; bombalar patladıktan sonra, havadan katır parçalarıyla insan parçaları ya­ğıp durmuş; ağaçların dallarına takılmış gazeteci ağbey. G: Kimdi bunlar? KY: Yarısı çocuktu ağbey; dokuz yaşında, on yaşında, on beş yaşında, en büyüğü yirmi. Kimi okuyordu, kimi de aileye bakmak için okulu bırakmıştı. Her şey fakirlikten ağbey, bizim orada fabrika yok, devlet yok, iş yok, herkes aç. Dedelerimiz, babalarımız o yoldan Irak’a gitmiş gelmiş, bazen iki teneke mazot getirmiş, bazen iki kilo şeker. Fukaralığın gözü kör olsun, başka geçim yok ki. G: Peki bu işten ne kazanırdınız? KY: Ne olacak ki gazeteci ağbey. Bilemedin elli lira. G: Elli lira mı? KY: He ağbey, bildiğin elli lira. Burada lokantada bahşiş diye veriyorlar ağbey o parayı, hatta yüz veriyorlar, iki yüz veriyorlar. G: Bu para için mi göze alınıyordu bunca şey? KY: Ne yapacaksın ağbey, olmayınca olmuyor. Yokluk işte. Yalnız bizim köy değil, bütün köyler yapar bunu. Herkes de bilir. G: Elli lira için ölümü göze almak... Aklıma yatmadı. KY: Gazeteci ağbey, o elli lirayla kiminin evine tuz girer, yağ girer, kiminin defter kitap parası çıkar. Yokluk abi, yokluk! Sen anlamıyorsun ama yokluk böyle işte. G: Nasıl haberiniz oldu? KY: Anlattım ya ağbey. Bu bizimkileri dönüşte, sınırda sı­fır noktasında F-16 uçaklarıyla bombalıyorlar. Hem parçalı­yor, hem de yakıyor o bombalar. Bir arkadaş elli metre öndeymiş; bombanın yeli onu alıp tepeden aşağı atıyor. O da yuvarlana yuvarlana karlara gömülüyor. Onu göremiyorlar. Saklanıyor kar altında, sonra çıkıp bize telefon ediyor. Biz koşuyoruz tabii; epey de uzak. Vardığımızda kopmuş kollar bacaklar, bütün akrabalar, tanıdıklar, köylülerimiz yanmış. G: Sonra ne yaptınız? KY: O parçaları topladık, kimin parçası olduğunu bilmeden torbalara doldurduk, köye getirdik. Kadınlar ağıt yaktı. G: Katırlar? KY: Üç katır canlı kalmış ağabey, gerisi hep ölü. Onların da parçalan bizimkilere karışmış. G: Korkunç bir şey bu anlattıkların; kardeşin, arkadaşların, yeğenlerin gitmiş ama ağlamadan, sızlamadan anlatıyorsun. KY: Bizim Güneydoğuca gözlerde yaş kurumuştur ağbey. O kadar çok zulum görmüşüz ki, artık dökecek yaş kalmamıştır bizde. Zaten daha önce amcamı vurdular, babama Diyarbakır Cezaevinde işkence yaptılar, yarı ölü çıktı hapisten... Hangi birini anlatayım, herkes böyle ağbey. G: Bu otuz dört sivil vatandaşı öldüren kim sence? KY: Ankara! G: Ne demek Ankara? KY: İşte Ankara ağbey. Katil Ankara’dır. G: Biraz daha açsana. Ankara’da kim? KY: Gazeteci ağbey, sen emir versen F-16’lar havalanır mı, gidip bir yeri bombalayabilir mi? G: Hayır. KY: Peki ben emir versem? G: Elbette hayır. KY: Ağbey, kim bir emriyle bu uçakları yollayabilir, bomba attırabilir? G: Eeeee, ne bileyim... Herhalde, başbakan, genelkurmay başkanı filan. KY: işte ağbey sen söyledin, kim ki bu uçaklara emir verdi; vallah billah katil odur. G: Olayın üstünden iki yıl geçti. Şimdi ne durumdasınız? KY: Ölülerimizi toplu mezara gömdük. Mahkeme falan aç­tılar ama hepsi fasa fiso ağbey. Sen benden daha iyi bilin. Burası Türkiye; hiç kimseye bir şey olmaz. Otuz dört değil, otuz dört bin Kürt çocuğu ölse, kimse hesabını sormaz. G: Ama basın bu olayı yansıttı, çok yayın yapıldı, günlerce manşetlerden inmedi. KY: Allah sizin gibi ağbeylerimizden razı olsun ama bizi çok üzenler de vardı. G: Basından mı? KY: Evet ağbey. G: Ne dediler? KY: Dediler ki bunlar zaten kaçakçıymış, vatandaş değilmiş, hatta insan bile değilmiş; o katırlar kaçakçılardan daha kıymetliymiş. Bu yazılar çok üzdü ağbey. Bizim ciğerimize ateş düşmüş, çocuklarımız, fidanlarımız gitmiş, onlar kü­für ediyor, işte bu çok zorumuza gitti ağbey! Katırlarımızı da çok severdik, onlara da üzüldük. G: Hacer ne oldu? KY: Sorma ağbey, o bu acıyı kaldıramadı. Altı ay kadar ağladı, sonra kendini ırmağa bıraktı. G: Ya annen? KY: Onu da hiç sorma ağbey, yaşayan ölü oldu garibim. Her gün kabristana gidip ağıt yakıyor, kar yağdığında “Kuzum üşümesin, o çok üşür” diyerek mezarın üstündeki karları kürüyor. G: Ne diyor ağıtlarında? KY: Ne bileyim, çok şey söylüyor. Misal, diyor ki, “Benim oğlum can verirken/Çiçekler çığrışıp açtı.”­
Sayfa 150 - Özel bir söyleşiKitabı okudu
··
375 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.