Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

200 syf.
10/10 puan verdi
ilk önce, sokrates’in neden mahkeme huzurunda savunma yaptığını izâh edelim. bilindiği gibi, sokrates, bir felsefe doktrini yaratmaktan ziyâde var olan felsefî doktrinleri sorgulamak istiyordu. bir örnekle açıklamama müsaade ederseniz; sokrates’in, “insânların hayâttaki amacı a’dır, dolayısıyla insânlar a’yı gerçekleştirdikleri oranla iyi, doğru, erdemli ve güzel yaşamış olurlar” şeklinde bir önermesi yoktur. aksine, sokrates, bu şekilde önermelerde bulunan insânları karşısına alıp a’nın doğruluğunu sınamak istiyordu. her giriştiği sorgulama faaliyetinden sonra da muhtelif a’ları ileri süren insânların tezlerini çürütüyor ve aslında onların bir şey bilmediklerini, sohbetleri dinleyen diğer kişilere gösteriyordu. böylece, sokrates onların toplumdaki saygınlıklarını zedeliyor, bu da sokrates’in yeni yeni düşmanlar kazanmasına sebep oluyordu. sokrates, sınama faaliyetine neden girdiğini savunmasında aşağı yukarı şöyle anlatır: bir gün, arkadaşı bir rüya görür. rüyasında, en bilge insânın sokrates olduğu kendisine bildirilir. bunun üzerine, bu rüyanın tabiri için delphoi’deki apollon tapınağı’na giderler ve apollon’un kâhini de rüyanın doğruluğunu teyit eder. o zamânlar, kâhinlerin mensubu oldukları tapınakların tanrıları ile doğrudan iletişim hâlinde olduklarına dâir bir inanç vardı. böylece sokrates, kendisinin en bilge insân olduğu düşüncesinin tanrı tarafından iletildiğini düşünüp bunun ne kadar doğru olduğunu araştırmanın, tanrı tarafından kendisine yüklenmiş bir ödev olduğunu kabûl eder. bu sebepten ötürü de kendilerine bilge diyen insânları sınamaya girişir. hedefinde üç tane sınıfa mensup olan insânlar vardır: siyasetçiler, şairler ve zanaatkârlar (o dönemde, elle yapılan her iş zanaat olarak kabûl ediliyordu, meselâ heykeltıraşlık da zanaatkârlığa dâhil ediliyordu). ilk başta siyasetçilerle konuşur, onların tezlerini bir bir çürütür. sokrates, kendisinin siyasetçilerden daha bilge olduğunu anlar. zirâ, siyasetçiler hiçbir şey bilmemelerine rağmen bir şey bildiklerini zannederken; sokrates, hiçbir şey bilmemesine rağmen, en azından hiçbir şey bilmediğini bilmektedir. bir başka ifâdeyle, siyasetçiler içinde bulundukları cehaleti bilmezlerken, sokrates ise cehaletini bilmektedir. bu durumda, sokrates bilme konusunda siyasetçilerden ileridedir. siyasetçilerin hiçbir şey bilmediklerini ve aynı zamânda da bir şey bilmediklerini de bilmediklerini topluma gösterdiği için, ilk düşmanlarını kazanır. daha sonra şairler ve zanaatkârlarda da aynı durum ortaya çıkar, bu iki grup da sokrates’e düşman kesilir. burada bir dipnot düşmekte fayda vardır: zirâ, sokrates siyasetçilerin toplumu yönlendirmeyi, şairlerin güzel söz söylemeyi ve zanaatkârların da bir şey yapmayı bildiklerinin farkındadır; lâkin bu grupların öznel konularda -etik ve estetik: iyi, kötü; doğru, yanlış; güzel, çirkin- mutlak gerçeğin -hakîkat’in- ne olduklarını bilmediklerini ve bu bilgisizliklerinin de farkında olmadıklarını gösterir. bu önemli bir ayırımdır: nesnel konular sokrates’in hiçbir zamân ilgisini çekmemiştir, çünkü, örneğin, astronominin bir konusu olan yıldızların hareketlerinin nasıl olduğunu bilmenin insân hayâtına herhangi bir katkısının olabileceğini reddetmektedir. bu sebeple insânlar, “nasıl iyi bir hayâta sâhip olunur, nasıl iyi insân olunur, nasıl doğru yaşanabilir, nasıl güzelliklerin farkına varılır” sorularına cevâp arayan, bir başka ifâdeyle insânların hayâtına dokunan etik ve estetik ile ilgilenmeliydiler. bu yüzden, etik ve estetik, hakîkat’le yakından ilintiliydi ve bu konularda bir şey bilmemek, hiçbir şey bilmemek anlamına geliyordu. böyle kazanılmış düşmanlıklar, muhtelif iftiralara sebep oldu. aslında bu pek de garipsenecek bir şey değil: zira, atina gibi saygınlığın, paranın, şöhretin her şey olduğu toplumlarda insânların cehaletlerini ortaya sermek, bir nevi onları bitirmek anlamına geliyordu. atina zannedildiği gibi özgür, ütopik, ahlâken döneminin çok üstünde yer alan bir şehir(polis) değildi. zirâ atina ahlâkı, anlayışı ve adaleti; doğrulukların, erdemlerin veya gerçeklerin üzerine şekillenmemişti. en basitinden, birisi atina mahkemesine düşmek gibi büyük bir felâketle karşılaştığı zamân, yana yakıla hitabet yeteneği kuvvetli bir vekil arardı. suçlu da olsa suçsuz da olsa, suçluluğunun veya suçsuzluğunun hiçbir önemi olmazdı, zirâ mahkeme, savunanın hitabet gücüne bakıyordu, belâgâte sâhip savunma dâvâyı kazanmak anlamına geliyordu. adalet, gerçekler mahkemenin değer verdiği şeyler değildi. bu durum, atina’nın ahlâk anlayışını yeterince iyi gösteriyor sanırım. işte saygınlığın böylesi önemli olduğu toplumlarda, sokrates ile muhatap olmuş insânların kinlerinin boyutunu daha iyi anlayabilirsiniz. bu kinlerin ürünü olan iftiraların iğrençliğini tahayyül edebilirsiniz: sokrates, güya, yeryüzünü bırakıp gökyüzü ile uğraşmaya başlamış ve tanrılar konusunda ipe sapa gelmez sözler söylemiş. tabii sokrates bu iddialara gülüp geçmiş, hattâ aristophanes’in iğrenç bir şekilde kendisine saldırdığı bulutlar isimli komedyasını kahkahalarla izlemiş. bu ilk iftira bir köşede kalsın. sokrates’in, yukarıda bahsedildiği gibi sınama faaliyetlerini gören gençler, onun öğrencisi olmak istemişler. sokrates’ten öğrendikleri metodları, başkaları üzerinde uygulamışlar ve muhataplarının bir şey bilmediklerini herkese göstermişler. böylece, ikinci iftira da şöyle olmuş: gençleri doğru yoldan çıkarmak. tüm bunlar gösteriyor ki, sokrates hakkında kamu davası(graphe) açılmadan evvel zâten mimlenmiş birisiydi. kendisinden nefret edenlerin ellerinin altında hazır suçlamalar mevcûttu, geriye sadece bunları güzel sözlerle harmanlayıp yazıya geçirmek kalıyordu. işte, iddianameyi hazırlayan kişinin (meletos) şair olmasına şaşırmamak gerekir. iddianamenin altında bulunan kişilere bakınca da sokrates’in en fazla uğraştığı üç gruba mensup oldukları da sürpriz olmamalı: anytos, siyasetçilerin; meletos, şairlerin; lykeion ise hâtiplerin temsilcileriydi. bu iddianamede sokrates’e yöneltilen suçlamalar ise yüce atina’nın yüce adalet ve ahlâk anlayışını da gösterir niteliktedir: tanrıtanımazlık, yeni tanrılar icat edip onlara tapınmak ve gençleri yoldan çıkarmak. sokrates, bu suçlamaları için meletos ile dalga geçer. gerçekten de dalga geçilmeyecek gibi bir suçlama değildir bunlar, zirâ bir insân hem tanrıtanımaz olup hem de nasıl tanrılar icat edip o tanrılara tapınabilir ki? böylesi komik ve saçma suçlamalara rağmen, sokrates idama mahkûm edilmiştir dostlarım. bu da bize atina’nın ahlâkını ve adaletini göstermektedir. zirâ sokrates’i yargılayan yargıçların -ki 501 tanedir- birçoğu, zamânında sokrates tarafından madara edilmiş kepazelerdir. ellerine böyle bir intikâm fırsatı geçince bu fırsatı yok saymamış, adalet ve ahlâkı, sırf intikâm alabilmek için bir kenara fırlatmışlardır. tarihin gördüğü en taraflı ve nefret dolu mahkemede idama mahkûm edilmiştir cânım sokrates. buraya kadar anlattığımız şeyler, apologia’nın muhakemeyle ilgili kısımları ve özellikle, sokrates’in felsefesinin nasıl ortaya çıktığına dâirdi. apologia, her ne kadar bir ceza dâvâsını anlatsa da içinde sokrates’in birtakım felsefî konulara da eğildiğini söyleyebiliriz. özellikle, sokrates’in ‘ölüm’ ve ‘daimonion’a ilişkin görüşleri oldukça çarpıcıdır. şimdi sırasıyla bunları ele alalım. i- ölüme dâir ölüm, felsefe tarihinde birçok filozofun ele aldığı konulardan birisidir. belki de bu dünyâda, üzerinde kesin bir şekilde konuşabileceğimiz tek şeydir. ölümün ne olduğunu biliriz de sonrasında ne olacağını kestiremeyiz, işte sonrasındaki bu kesin bilinmezlik, bizi perişân eder. gelgelelim, hiçbirimiz aklıselim bir şekilde yaklaşmıyoruz bu konuya. zirâ, her ne kadar ölümün ardında bir bilinmezlik saklıysa da ne için yaşadığımızı da bize öğretebilecek tek şey ölümdür. ne kadar tuhaf, değil mi? devâsâ bir bilinmezlik, bizim en hakikî öğretmenimiz olarak tâyin edilmiş bir durumda. ölüm, hakîkat’e giden yol’un sonundaki kapıdır. bu kapıyı açtıktan sonra, her nefs ne için yaşadığını öğrenecektir. teistler, agnostikler, deistler, ateistler tüm sorularının cevâplarını bir bir alacaklardır. bu sebeple, en önemli sorunun cevâbını barındırdığı için, ölüm pek de kötü bir şeymiş gibi gelmiyor bana, hattâ arzulanması gerekiyor diye düşünüyorum. ama şimdi bırakalım benim ölüm hakkındaki düşüncelerimi, sokrates konuşmaya başlasın. atina mahkemelerinde, sanığın, cezâlandırılmaması için yargıçlara yalvarmaları, onların gururlarını okşamaları, ağlamaları çoklukla görünen bir manzaraymış. böyle yapanlar, genelde hedeflerine de ulaşırlarmış: ya hiç cezâ almazlarmış ya da hak ettiklerinden daha az cezâ alırlarmış. yukarıda da demiştik: atina ahlâkı, yaltakçıları, namussuzları, korkakları, riyakârları, alçakları yücelten ve onların bir yere gelmelerini sağlayan normlara icâzet verirdi. sokrates, savunmasının tâ en başından böyle davranmayacağını belirtir: yargıçlara, “atinalılar” diye hitâp eder. oysa, en önemsiz bir cezâ yargılamasında dâhi sanıklar, “o andres dikestes” derlermiş, yani, “sayın yargıçlar”. hiçbir zamân ‘aman’ dilemez, hattâ yargıçlara en ufak bir saygı belirtisi dâhi göstermez. onların yerine konuşur, onların olası sorularına sertlikle ve kararlılıkla cevâplar verir, kendisini idama mahkûm etmezlerse ve serbest bırakırlarsa, tüm atinalılara -dolayısıyla yargıçlara da- eskisi gibi davranacağını söyler, hattâ tüm atinalıları -dolayısıyla yargıçları da- uyuz bir ineğe benzetir. sokrates, suçlu bulunduktan sonra böylesi agresif davranışlarına devâm eder: kendisine hangi cezâya çarptırılmak istendiği sorulur. o da, ilk olarak, dalga geçercesine, cezâlandırılmak bir yana, ömür boyu karnının doyurulması gerektiğini söyler. daha sonra, sürgün cezâsını ve hapis cezâsını reddeder. sürgün ve hapsi reddettiği için alenen idamı seçmiştir aslında: çünkü geriye iki tane cezâ kalmıştır, idam ve para cezâları. sokrates yoksulluğu ile nâm salmış bir filozoftur. peki, neden böyle yapmıştır? çok kuvvetli bir şekilde yaşama şansı varken, neden ölümü tercih etmiştir? evvelâ şunu söyler, “ölümün kötü olduğu hakkında net bir şey söyleyemeyiz”. çünkü ölümden sonra ne olduğunu bilmiyoruz, bu yüzden ölüme kötü demek, kötü bir hayât yaşamış insânlara özgü bir şeydir. zirâ, öldükten sonra dünyevî şeyleri kaybetmeye üzülmek kötü bir şeydir. peki, ölüm iyi bir şey midir? sokrates der ki -aynısını cicero, yaşlılık üzerine isimli diyaloğunda kullanır-: ölümden sonra iki tane ihtimal vardır. bunlardan birincisi, hiçbir şeyin olmamasıdır. bu durumda, tüm dünyevî dertlerden kurtulup rüya görmeden ebedi bir uykuya dalmış gibi oluruz. bu kötü bir şey değildir. ikincisi, ölümden sonra tekrar dirilip sonsuzluğa kucak açarız. bu dünyâda yaşamış iyi insânlarla muhabbet ederiz, en önemlisi de hakîkat’in ne olduğunu öğrenmiş oluruz (ayrıca bkz. phaidon, symposion diyalogları). bu ise muhteşem bir şeydir. dolayısıyla, ölümün iki sonucu da birbirinden güzeldir. bu yüzden, ölümden korkmak yerine ona koşmamız gerekir. zira, kötülük ölümden daha hızlı koşar. ii- daimonion sokrates’in hayata bakışında, daimonion oldukça önemli bir yer tutar. daimonion, antik yunan anlayışında, tanrı ile insân arasında bir köprü olarak tahayyül edilmiştir. sokrates, daimonion’u tanrısal işaret olarak tasvir etmiştir. eğer bir şey yaparken, içinde kötü bir şey tezâhür ediyorsa, bunu daimonion’un bir işareti olarak kabul etmiş ve o şeyi yapmaktan vazgeçmiştir. eğer içinde hiçbir şey belirmiyorsa, o şeyi yapmaya devâm etmiştir. sokrates, apologia’da, savunmasını yaparken daimonion’un hiçbir müdahalede bulunmadığını ve bu yüzden doğru bir şekilde hareket ettiğini dile getirmiştir. böylece, hakîkat’in ne olduğunu bilemezsek bile, içimizdeki tanrısal işaret olan daimonion bizi kötülüklerden, yanlışlıklardan alıkoyacaktır. daha söylenecek çok şey var bu eser hakkında. daha fazla uzatmamak adına yazıyı burada kesiyorum.
Sokrates'in Savunması
Sokrates'in SavunmasıPlaton (Eflatun) · Türkiye İş Bankası Yayınları · 202052,6bin okunma
··
89 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.