Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Bir şeyler yapmak, o da bir şeyler söyle­mek istiyor ama nafile! Konuşamadıkça gerildiğini hissediyorum. - Bu dünyada konuşmayı beceremeyen tek kişi sen değilsin Ala. İnsanlar yüzyıllardır bunun sıkıntısını çekmişler. Sessizliği dostluğun doğasına aykırı kabul eden Amerikan toplumunda bi­le insanların yüzde kırkı çekingenlikten ve istedikleri gibi konu­şamamaktan yakınıyor. Bu sözlerim, sanırım onu biraz rahatlattı. Gözlerinin altından, utangaç bir ifadeyle bakıyor yüzüme. Birkaç saniye bekliyorum, acaba anlatacak mı diye ama onda bir hareket göremeyince, yine konuşmaya devam ediyorum. - Konuşma, en az iki kişi arasında yapılan bir bilgi ve duy­gu alışverişidir. - Diyalogdan bahsediyorsunuz ... Bu işin üstadı Sokrates'tir. -Nasıl da biliyorsun her şeyi! Evet, tarihte diyaloğun önemi-ni ve anlamını ilk ortaya koyan kişi Sokrates'tir. Tek başına zeki olunamayacağını, bunun için bir başkasının teşvik edici etkisinin şart olduğunu ilk söyleyen odur. Sokrates Atina'nın Pazar yerle­rinde dolaşır, her meslekten insana sorular sorarmış. Aslında çok çirkin bir adammış. - Çok mu çirkinmiş? Sokrates'in ne kadar çirkin bir adam olduğunu özellikle vur­guladım. Ala'nın ilgisini çekeceğini biliyordum. Bakalım, bu ko­nuda neler söyleyecek! - Evet, çok çirkinmiş, ancak iki insanın karşılıklı konuşma yoluyla birbirlerinin gözünde güzelleşebileceğini göstermeye ça­lışırmış. Annesi ebeymiş, Sokrates de kendini öyle görüyormuş çünkü fikirlerin dünyaya gelebilmesi için bir ebeye ihtiyaç oldu­ğunu savunuyormuş. Bu, belki de gelmiş geçmiş en büyük keşif­lerden biridir. Gelgelelim, tarihte her büyük adamın başına gelen­ler, onun başına da gelmiş ve insanlar onu bozguncu olarak gör­meye başlamışlar çünkü herkes tarafından kabul gören bir dü­şünceyi bile sorgulamaktan vazgeçmiyormuş. İnsanı afallatan bir ironi kullanıyor, söylediği şeyler aynı anda iki zıt anlama birden HAYATA DÖN 299 çekilebiliyormuş. Demokrasiyle bile dalga geçiyormuş hatta de­mokrasilerin her zaman adil olamayabileceğini kanıtlamak üzere sonunda ölümü bile göze almış. Mahkemede onu yargılayanlara, "Sorgulamadan yaşanan bir hayat, yaşanmaya değmez," diyerek eline verilen zehri bir dikişte içivermiş. - İnsanın kendine bu kadar inanması ... ne muhteşem de­ğil mi? - İki insanın, şu anda bizim yaptığımız gibi karşılıklı konuş­ması, aynı duyguları hissetmesi de muhteşem değil mi sence? Hemen başını önüne eğiyor ve yüzünün sanki bir suç işle­miş gibi giderek kırmızıya doğru döndüğünü görüyorum. Ko­nuşmaktan, paylaşmaktan, belki de ona iyi bir şey yaptığının söy­lenmesinden utanıyor bu kız. Ben bunu hiç fark etmemiş gibi ko­nuşmaya devam ediyorum. -18. yüzyıl İspanyası, bir kadının kocası dışındaki bir er­kekle baş başa konuşması anlamına gelen "fısıltı sanatını" icat et­miş. Kur yaptıkları kadınlar uğruna pek çok kahramanlık sergi­leyen Ortaçağ şövalyelerine karşılık, bu kez erkeklere, söz söyle­me işindeki becerilerini göstermek düşmüş. Bu tür ilişkilerin pla­tonik olması öngörüldüğünden, kocalar bu duruma pek itiraz et­mezlermiş. Kur yapan erkek asla sahip olamayacağı kadına duy­duğu bağlılığı göstermek için adeta bir esaret komedisi oynar, bir hizmetçi gibi kadının peşinde dolanır dururmuş. Sabahın körün­de yatağının dibinde biter, ona çikolatalar getirir, o gün giyece­ği kıyafetlerle ilgili önerilerde bulunur, yürüyüşlerde ona refakat eder, evine sürekli çiçekler ve hediyeler yollarmış. - Bu anlattıklarınız gerçek mi? - Tamamen gerçek. İnsan bunlara inanamıyor değil mi? Bugünlere nasıl ve nerelerden geldiğimizi bilmek gerekiyor. İnsan ancak o zaman bazı şeyleri daha iyi anlıyor. Bu ilişkilerde taraflar için en önemli şey, her gün aralarında konuşacak bir şeyler bula­bilmekmiş. Oysa genellikle bu ilişkide taraflar konuşma konusun­da sıkıntı çekiyor, konuşmalar hizmetçiler, atlar, koşum takımları gibi saçma sapan şeylerin pek ötesine geçemiyormuş. 300 GÜLSEREN BUDAYICIOGLU sit, tuhaf ilişki denemeleri sadece İspanya' da değil, başka yerlerde de yaşanmış. Hatta l 753'te Cenova'lı bir koca şöyle demiş: "Biz kocalar çok meşgulüz, işimiz, gücümüz var. Karılarımızın haya­tında ise onlara eşlik eden birisi olmadan tüketemeyecekleri ka­dar boş zaman var. Usta bir aşığa, bir köpeğe ya da bir maymuna ihtiyaç duyuyorlar." - Ne kadar aşağılamış hemcinslerini ... - Haklısın. Kilise zaten kadınların erkeklerle konuşması fik-rine ateş püskürüyormuş. Böylece giderek bu tür ilişkiler tarihe karışmış ancak yine de insanlar birbirleriyle konuşabilmeyi her zaman öğrenmek istemiş ve bunun için çok mücadele etmiş, bir­birinden çok farklı yollar denemişler. - Ya ni bu evrensel bir sorun ... öyle mi? - Şimdi pek çoğumuz, insanların var olduğu günden beri birbirleriyle konuşup dertleştiğini, acılarını, sevinçlerini, korku­larını paylaştığını sanıyoruz ama tarihe baktığımızda, bunun hiç de öyle olmadığını görüyoruz. Bir başkasının ne hissettiğini, bazı şeyleri neden yaptığını anlayabilmek, insanlar için her zaman bü­yük bir erdemdir ve kendilerini anlayabilmenin de ilk basamağı­dır. Bunu sakın küçümseme. Aslında tüm dünyada insanlar ara­sında ortak bir dil gelişmesini engellemek için olağanüstü çaba­lar sarf edilmiştir. Üst sınıflar her zaman kendi jargonlarını geliş­tirmiş, ince telaffuz farklılıklarına dikkat kesilerek üstünlükleri­ni kanıtlamaya çalışmışlardır. Bizim ülkemizde de bu aynen böy­le olmuştur. İstanbul Türkçesiyle, Anadolu Türkçesi hiçbir za­man birbirini tutmamış, şive farklılıkları her zaman küçümsen­miş, dışlanmıştır. Ancak bizim tarihimizde bunun başka neden­leri de vardır. Sınırları çok geniş, birbirinden farklı etnik grupla­rın ve yine farklı dillerin konuşulduğu büyük bir ülkeymişiz biz. Dil ve din gibi önemli farklılıklara rağmen yüzyıllarca bir arada yaşamayı, hatta Avrupalılara oranla birbirimizi daha iyi anlama­yı becermişiz.
·
41 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.