Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Ve işte 31 Mart hâdisesinin Padişah kaleminden teşrihi: 31 Mart 1917 - Beylerbeyi... Tarihi vaz’ederken bilâ ihtiyat titredim. Vakiâ, yeni tarih hesabiyle o güne on üç gün daha var. Bu isim, rakkam olmaktan çıkmış, bir devr-i tarihe âlem olmuştur. 31 Mart vak'asının tehaddüs edeceğini evvelden pek az kimseler hissettiler. Fakat hakikatı ve sebep ve müsebbiblerini hiçbir adam tamamiyle bilememiştir. Bu meselenin mestur kalmasını asla istemem. Hiçbir cihetini ketm ve tahrif etmiyerek yazacağım: 31 Mart hâdisesinde benim kat'iyyen medhalim yoktur. Hattâ kendiliğinden gelmiş olan bu fırsattan istifadeye bile tenezzül etmedim. Medhalim olsaydı ve istifade etmek isteseydim, ben bugün Beylerbeyi'nde değil, Yıldız Sarayında bulunurdum. 10 Temmuz'da kendileri pek zaif oldukları halde, benim onlara mümaşat etmiş olmamı zaafıma veya kuvvetimden istifade yolunu bilmediğime hamlederek İttihat ve Terakki Cemiyeti bâlâpervazâne atıp tutmağa başlamışlardı. (Bakston) a verilecek ziyafet meselesinde Kâmil Paşa'nın haklı itirazı Bâbıâli ile Merkez-i Umumînin arasını açtı. (Nigehbân-ı Meşrutiyyet) olmak üzere üçüncü Ordu'dan getirilen avcı taburları ve bu taburlardan ikinci fırkadan bir taburu birdenbire tedip etmeye kıyamı, İstanbul'daki askerlerin kalbini kırmıştı. İttihat ve Terakki, her gün biraz daha düşüyordu. İki taraflı matbuat ise, bilhassa İslâmları birbirine düşürmekte idi. Kâmil Paşa, tedabir-i kat'iyeye tevessül etmenin lüzumu ve zamanı olduğunu söyledi. Edirne'de bulunan İkinci Ordu Kumandanı Ferik Nâzım Paşa da İttihat ve Terakki Cemiyetinin müdahelâtından ve cemiyete mensup zâbidanın evzaindan bizar idi.» ............................................ «Nâzım Paşa, en evvel (Nigehbân-ı Meşrutiyet) taburlarını Yanya'ya göndermeye teşebbüs etti. Fakat o gün in'ikat eden Meclis-i Mebusan, Kâmil Paşa kabinesini iskat etmeye karar vermesi üzerine, her teşebbüs akim kaldı. Bu celsenin ne suretle olduğu malûmdur. Başta Enver Bey olduğu halde, bir sürü zabit ve efrat, resmi ve sivil elbiseyle Meclis-i Mebusan dahilini tutmuşlar ve bir zırhlıyı Mebusan dairesinin hizasına getirmişlerdi. Meclis-i Mebusan kararını bana Reis Ahmed Rıza Bey getirdi. Ve milletin bu arzusunu tebliğ ederken, böyle hürriyetperverâne müzakerât ve mukarrerâtın (Zaman-ı Hümâyunumuza şerefbahş olacak muvaffakiyyat-i tarihiyye den) olduğunu da kemâl-i safvetle ilâve etti. Milletin bu hususta ne kadar arzukeş olduğunu bilmem... Lâkin Kâmil Paşa'nın bu suretle iskati hayırlı değildi ve hayırlı da olmadı. Meclis-i Meb'usanın ekseriyetine istinad eden Cemiyet, Hüseyin Hilmi Paşa'nın sadaretini istiyordu. Müşkilât-ı tezyit ve idâme etmiş olmamak için kabul ettim. Benden emin değillerdi. Bu sebeple Dahiliye Nezaretini de pek güvendikleri Hüseyin Hilmi Paşa'nın uhdesine tahmil ettiler. Kâmil Paşa'nın taraftarlarına, diger birçok gayr-i memnunlar da iltihak etti. İki taraf açıktan muhasamata başlamışlardı. Gazeteler, Meşrutiyeti değil, İttihat ve Terakkînin erkâniyle Kâmil Paşa ve taraftarlarının şahsi gâye ve ihtiraslarını destekliyorlardı. Hürriyet, bizim kabiliyetimizi tamamiyle gösterdi. Nelere muktedir ve ne gibi şeylerde âciz olduğumuzu saye-i meşrutiyette ve üç dört ay içinde tamamiyle öğrendik. Tehlike açıktan açığa görünüyordu. Bu sırada (İttihad-1 Muhammedî) heyeti teşekkül etti. Bir bu eksik idi. Bu cemiyeti tesis etmiş olan Derviş Vahdeti, Kıbrıslı bir serseri imiş... Bir aralık Anadolu'ya da nefyolunmuş imiş... Kâmil Paşa'nin mahdumu Sait Paşa, bu esnada en çok çalışıyordu. İsmail Kemal Beyle diğer gayr-i memnunlar da Sait Paşa ile beraberdiler. Asker arasına büyük bir nifâk atıldığını habor aldım. Bir ihtilâlin vukuunu ve hususiyle askerin bu meselelere karışmasını hem şahsım için, hem devlet hesabına fevkalade tehlikeli görüyordum. Hüseyin Hilmi Paşa'ya keyfiyeti haber verdim. Hatta bir gece Harbiye Nazırı ile, Hassa Ordusu Kumandanı Gazi Muhtar Paşa zâde Mahmut Paşa'yı saraya celbederek, Sadrazam da dahil olduğu halde uzun uzadıya müzakere ettik. Ahvalin vahâmetini takdir ve tedabir-i ihtiyâtiyenin ittihaz edileceğini temin ettiler. Tedâbir ittihaz edildikçe ahvâl karışıyordu. Ortada acz vardı. Gazeteler, cemiyetler, kulüpler, körükleye körükleye (31 Mart) yangınını iş'al ettiler. Vak'anın mesuliyetine iştirâk etmemek için ben karışmadım. Hüseyin Hilmi Paşa hükümetinde azmü meram olsaydı iki saat zarfında kıyam bastırılırdı. Çünkü adamlarinin tahkik ve teminlerine göre, on evvel hareket eden bir kaç askermiş. Bunları iğvâ eden «Hamdi Çavuş» adlı bir Arnavudu bulan ve para veren de Kâmil Paşa zâde Sait Paşa idi. Sait Paşa'yı Meşrutiyetten sonra yalnız bir kere huzuruma kabul etmemiştim. Sebebi de o sırada Sadrazam bulunan pederine, aleyhimde neşrolunarak köprü üstünde satılan (Mahkeme-i Kübra) adlı bir hicviye ile emsali neşriyatin hükûmetçe resmen menolunmasını ihtar idi. Sait Paşa'yı bir yâverim sifatiyle celbederek Sadrazama irâde tebliğ ettirmiştim. (Mahkeme-i Kübra) mukaddemå Avrupa'da tabolunmuştu. Muharriri de, Mekteb-i Harbiye muallimlerinden -ismini şimdi tahattür edemediğim- bir binbaşı olduğunu tahkik ederek nefyettirmiştim. İstanbul'da da tabolunarak alenen tevzi edildiğini oğlum Ahmet Efendi fevkalade müteessir olarak ve ağlayarak söyledi. Kâmil Paşa'nın mahdumunu bu teessürle çağırdım. Kim olsa böyle hareket etmesi tabii hakkı ve vazifesi idi. Hem Padişahtım, hem de en ağır şutûm ile alenen tahkir ediliyordum. Milletimi candan affederim. Üç beş adamın yaygarası, sevgili milletimin sesi değildi. Altıyüz seneden beri (Baba) demeye alıştıkları bir padişahı, benim sâdık memleketimin ruhu sebb ü şetmetmez. Sadede gelelim: Hüseyin Hilmi Paşa ile arkadaşlarının da acz ve tereddütü olmasaydı. (31 Mart hâdisesi) bir saattan ziyade devam etmez ve belki de hiç olmazdı. Yangin bacayı sardıktan sonra, Hüseyin Hilmi Paşa kabinesi istifa etti.» Hatıraların ötesi, bazı şahıslara dair tahlillerle, Hareket Ordusuna ait bazı tesbitlerden ibarettir. Parça parça okuyalım: «Hareket Ordusunun Selanik'ten hareket ettiğini en evvel Osmanlı Bankası haber verdi. Gelecek kuvvetin derme çatma şeyler olduğunu ve gönüllü nâmiyle peşlerine takılan kafilenin mahiyetini anlamakta da duçar-ı teehhür olmadım. Hassa Ordusunun pâyitahtdaki efradı cidden hazırlanmış, hem makam-ı Hilâfete, hem şahsıma sâdık, güzide askerlerdi. Hareket Ordusunun yolda tevkif olunmasını, başlarında Nâzım Paşa olduğu halde bir takım esdikâ-yı ricâl tavsiye ettiler. Kabul etmedim. Edirne'deki ordunun kısmen Hareket Ordusu'na iştirak etmiş olduğunu da haber verdiler; hiç telaş etmedim. Çünkü böyle bir şey yoktu. Ayastefanos'tan İstanbul üzerine yürüdükleri zaman, İstanbul'daki askerlerin kışlalardan çıkarılmamasını ve bir mukabele olmamasını şiddetle arzu ve tenbih ettim. Kışla dahilinden çıkıp da, meselâ Kâğıthane sırtlarına yayılsalardı, bu askeri, Selâniğin derme - çatma kuvveti mi mağlập eder idi?.. Ben istemedim ki, benim askerlerim arasında kan dökülsün...» ............................................ «Askerin mukabelesini istemediğim gibi, tüfekçilerimden Halil Bey'in -burada bir isim farkı var- mukabele için vuku bulan teklifini de reddettim. Bu sâdık bendemin ayaklarıma kapanarak ve ağlayarak söylediği şu sözleri tehattür eder ve her düşündükçe, efendisine sadakat yolunu darağacına kadar temdid etmiş olan Halil Bey'i bu iyi kalpli merd Arnavudu, rahmetle ve Fâtiha ile yâd eylerim: -- Müsade buyurunuz padişahım! Uzun seneler nan-ü nimetinizi yedim! Etim, kemiğim, çocuklarımın etleri, kemikleri sizin ekmeğinizle vücut bulmuştur. Üç buçuk serserinin size, tacü tahtınıza tecavüz etmesine karşı sükût edersek, yalnız vicdanımız önünde mahcup olmakla kalmaz, kavmü kabilemiz huzurunda da, bednåmü rezil oluruz. Zavallı Halil Bey!.. Bunları bana o kadar samimiyetle söylemişti ki, irâdeme hâkim olmasaydım, belki tesirine mağlup olurdum. İdam olunurken acaba bana münkesir değil mi idi?.. Padişahı ondan razıdır. Allah da razı olsun... Hareket Ordusu, korkak görünen kahramanlara veya kahraman görünen korkaklara ne kadar benziyordu.» .............................................. «Sebep olarak milletin hâl-i rüşde vâsıl olmamış bulunmasını göstermiştim. Bunu o kadar tezyif suretinde tenkid ve otuz seneyi mütecaviz bir zaman sonra gelen ve içlerinde evvelkileriyle kabil-i kıyas olmayacak surette mükemmel tahsil görmüş, münevver adamlar bulunan mebuslar ne kadar rüşt ve sedad gösterdiler? Birinci devre-i içtimaiyye şöyle böyle geçebilmişti; ikincisi karmakarışık... Bu tereddüt o dereceye vardı ki, Trablusgarp elden giderken muhalifler sevinçlerinden mebusan salon ve koridorlarında hora teptiler. Sonra da muvafıklar Harb-i Umumiyi alkışlarla kabul ettiler. Gazeteler, bir şey yazmıyorlarsa da mukarriplerimden işittiğime göre, mebus efendilere vagon işleri gibi külliyetli temettüler de temin ediliyormuş... Milletin hayatına teâllûk eden mesâilin en mühimmini murakabe-i milliyeye memur olanların işi bir ticaret, hem de âdi, nâmeşru bir ticaret şekline, haline dökmeleri de gösterir ki, ben usul-ü meşrutiyetle idare edilmek için iktiza eden rüşt ve sedâdı, milletimin henüz ihrâz edemediğini tahmin etmekte hiç de hata etmemiştim. İtiraf ederim ki, ben, Meclis-i Meb'usanı küşat etmek hususunda kendi tacü tahtımın ve şahsımın menafiini de menfaat-i devlet kadar düşündüm, yalnız, muhafaza-i istibdad emelini takip etmiş olduğumu iddia veya zannedenler, garazkâr değilseler, mutlaka haksızdırlar. Meşrutiyet ilân edildi de ne oldu? Devletin borcu mu azaldı?.. Memleketin yolları, limanları, mektepleri mi çoğaldı?.. Kanunlar şimdi daha mâkul ve mantıki mi tanzim ediliyor? Måsuniyet-i şahsiye evvelkinden ziyade mi temin edilebildi?.. Ahâli mi müreffehtir?.. Vefiyat tenakusla tevelüdat tezayüt mü etti?.. Efkâr-ı umumiyye-i cihân, daha ziyâde mi lehimizdedir?.. İşte bir sürü sual ki, ne kadar teksir olunsa, hiç birisine müsbet şekilde cevap verilemez. Beni hal'den ziyade hal'in suret-i tebliği müteessir etti. Ayandan, mebusândan bir heyet intihap etmişler... Sellemehüsselâm odama kadar girdiler. Bunların içinde bulunan Tiranlı Esat Paşa, gayet kaba ve küstah bir tavırla yüzüme karşı: -- Seni millet azletti!.. Dedi. (Hal' kelimesini bile bana karşı azl) şekline koyarak tezlil ettiler. Zavallı millet!.. Kendisini bekleyen mukadderâtı bilseydi... Bu Esat Paşa'nın kim olduğunu herkes bilir. Fakat benim bildiğim bazı şeyler vardır ki, pek az kimselerce malûmdur. Ben Esat Paşa'nın şerrini def' için jandarma kumandanlıklarında bir müddet istihdam etmiştim. Onu murakabe-i milliyeye kabul edenler, bu adama o kadar itibâr verdiler ki, bir Halifeye, kader-i İlâhînin vermiş olduğu bir hükmü tebliğe memur ve içlerinde, Rum, Ermeni, Yahudi cemaatlerinden adamlar da mevcut heyet arasına girebildi ve bunların arasından, kendisine fenalık etmemiş ve bir çok fenalıklarına tahammül göstermiş bir Halifeye, bir padişaha biedebâne: -- Seni millet azletti!.. Demeye imkân ve kudret buldu. Azlolunandan ziyade, azleden utansın...» Abdülhamid'e atfedilen hâtıraların bunlardan öteye nakledilmeye değer bir tarafı yoktur. Belirttiğimiz gibi, gerçek değer, onu yalan - yanlış konuşturmakta değil, onu konuşabilmektedir.
··
140 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.