Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Daha önce de ifade ettiğim gibi üniversite birinci sınıftayken bir sonraki yıl Tıp Fakültesi'ni kazanayım diye fizik, kimya, biyoloji gibi fark derslerini vermek için akşamları Atatürk Lisesine gidiyordum. Gün içinde işletme derslerini tamamlayıp yurtlara dönüyor ya da fırın günü ise çalışmaya gidiyordum. Bir gün yönetim ile ilgili derslerimizden birisine, dersin esas hocası Erzurum dışında olduğu için kısa bir süreliğine rotasyonla Erzurum'da bulunan bir hocamız girdi ve bizlere stratejik yönetimden bahsetti. Strateji, vizyon, misyon, politika kavramlarını anlattı. Stratejik yönetimin ilerde Türkiye'de çok önemli hale geleceğini vurguladı. "Mutlaka bir vizyonunuz, misyonunuz, stratejiniz ve en az yirmi yıl sonrası için bir hayaliniz olsun. Kendinize ait bir amacınız olsun ve politikalarınız olsun. Politika prensip anlamındadır. Politik davranmak bizde anlaşıldığı gibi değildir. Prensipli davranmaktır. Büyük bir amacı ve prensipleri olmayanın geleceğinde büyük başarılar da olmaz," dedi. Öyle hoşuma gitti ki. Tam bana göreydi bunlar. Heyecanla notlar aldım. Geleceğim için güzel bir yol bulacağım diye öyle bir sevindim ki... Bir hafta boyunca kendime ait bir vizyon, misyon, , strateji ve politikalar belirlemek için uğraşıp durdum ama bir yol bulamadım. "Mezuniyetten sonra ne yapacağım? Müfettiş mi, doktor mu, bankacı mı, asistan mi, ne olacağım? diye bir karara varmaya çalıştım ama nafile. Ertesi hafta hocanın kapısını çaldım. Gir sesi gelince heyecan ve biraz da çekinerek içeriye girdim ve "Hocam bizi bir ateşin içine attınız. Bir türlü çıkamıyorum işin içinden. Hayattaki esas gayem yani misyonum belli ama o misyon için ne vizyonumu belirleyebiliyorum ne de politika ve stratejilerimi..." dedim. Hoca içeriye girmemi işaret ederek "Gel delikanlı, zaten senden başka merak edip soran olmadı. Seni dinleyeyim," dedi. İçeriye girip oturdum ve kısaca kendimi anlattım. Fark dersleri aldığımı, lise müdürümün önerisiyle Tıp Fakültesi için hazırlandığımı, şiirle uğraştığımı, şiir ödülü aldığımı vs. anlattım. Birden fazla ve uzun cevapları olan sorular sordu bana. Birtakım notlar aldı. Değerlendirmeler yaptı ve dedi ki: "Yeteneklerine baktığımızda senden başarılı bir doktor olacağını düşünmüyorum. Yeteneklerin buna müsait görünmüyor. Tavsiyem odur ki gidip liseden kaydını sildir ve zaman kaybetme. Senin tabiatın doktorluğa müsait değil. Sen sanatkâr bir gençsin, bu çok açık. Şiirle, edebiyatla, sanatla ilgilisin daha çok. İşletme alanında Yönetim ve Organizasyon ana bilim dalı var. Yönetim bir sanattır. Yönetim için biz bilimlerin en yenisi, sanatların en eskisi deriz. İnsanı yönetmek çok zor bir sanattır. Bu alan içerisinde meselenin hem sanat yönünü hem de bilim yönünü öğrenmiş olursun. Diğer çalışmalarınla da uyumlu hale gelir. Akademik kariyer yapmak sana daha uygun görünüyor. Yönetim sanatıyla ilgilenebilirsin ve akademik kariyerini bu alanda oluşturabilirsin. Düşüncem odur ki doktorluk sana çok uygun değil," dedi. Söyledikleri aklıma yattı. Çünkü işin uzmanı oydu. Zaten benim doktorluk konusunda tereddütlerim vardı. İğne yapamayacağımı, hastalarla oturup ağlayabileceğimi, her gün insanların çığlık ve hıçkırıkları arasında nefeslenmemin mümkün olmayacağını, birisi yanımda hayatını kaybetse günlerce etkisinden çıkamayabileceğimi düşünür ve ürpertiyle dolardım. Ertesi gün liseye gittim hemen kaydımı sildirdim. Hocama güvendim ve hiç tereddüt etmedim çünkü. Ve doktorluk sevdasından vazgeçtim böylece. O güzel insanın yanına birkaç kez daha gittim ve beraber vizyonumu belirledik. Yirmi sene sonra Yönetim ve Organizasyon alanında profesör ve herkesin tanıdığı bir şair olacaktım. Hayalim artık böyle idi. Sevinçli ve heyecanlı idim. İçim içime sığmıyordu. Yolum yordamım belli idi. 1999'a kadar hem alanımda profesör hem de Türkiye'nin tanıdığı bir şair olmalıydım ki vizyonum gerçekleşmiş olsun. "Bu ifadeleri bir yere yaz, hep gözünün önünde tut ve asla unutma" dedi. Teşekkür ederek yanından ayrıldım. Hoca da bir süre sonra ayrıldı Erzurum'dan zaten. Gözünün önünden ayırma dediği için vizyonumu dolabımın kapağına kırmızı kalemle ve büyük harflerle iki cümle olarak yazdım: YİRMİ SENE SONRA YÖNETİM VE ORGANİZASYON PROFESÖRÜ OLACAĞIM (İNŞ). YİRMİ SENE SONRA HERKESİN TANIDIĞI BİR ŞAİR OLACAĞIM (İNŞ). Parantez içindeki inş, inşallah anlamında kısaltma idi. Köy odasında dinlediğimiz kitapların önsüzünde genellikle şöyle yazardı: "Gayret bizden tevfik Allah'tandır. Biz çalışır gayret ederiz, nihai karar O'na aittir. Onun için parantez içerisine inşallah notu düştüm. Vizyon ifademin altına aynı şekilde büyük harflerle ve kırmızı kalemle Mehmet Akif Ersoy'un şu beytini ekledim: Allah'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete ram ol Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol Dolabımın kapağı bir hayli renklenmişti. Gelen geçen arkadaşlar bakıp bakıp gülümsüyorlardı. Bir hafta sonra meşhur olmaya başladığımı hissettim çünkü yurt dışında bir yerlerde yazıyı sormaya başladı birileri. Deli muamelesi yapar gibi bir halleri vardı. Asistanlık ne zaman, doçentlik garanti herhalde gibi alaycı sorular soruyorlardı. Canım sıkılmaya ve üzülmeye başladım. İnsanların bu durumu neden garipsediklerini ve anlayamadıklarını anlayamıyordum. Bir gün kantine gittim ve masalara doğru ilerledim. Sınıfımızdan olan ve sandalyelere sere serpe kurulmuş arkadaşlar bir anda ayağa kalktılar. Ne olduğunu çıkaramadım ve "Hayırdır?" dedim. İçlerinden birisi peşrev çeker gibi bir tavırla "Ey ordinaryüs profesör arkadaşımız, buyur, böyle otur," dedi. Müstehzi gülüşmeler oldu. İçime bir ok saplanmış gibi hissettim. Kalbim acıdı ve ruhum bir fanusa hapsolmuş çaresiz bir kelebek gibi kıvrandı. Hızlı bir şekilde oradan ayrıldım ve kantinden çıktım. Bir gün sınıfa girdim ve arka sıralardan birisine oturmak için yürüdüm. Dersin hocası sınıfa henüz girmemişti. Ön sıradaki bir bayan arkadaş ayağa kalktı ve "Ey büyük şair, hadi yeni şiirlerinden birisini oku da dinleyelim," dedi. O alaycı tavır öylesine rahatsızlık vermeye başlamıştı ki hızla sınıftan çıktım ve dersi terk ettim. Bir gün Nurettin Kaldırımcı isimli bir hocamız dersine başlamadan "İçinizde edebiyatla, şiirle ilgilenen var mı?" diye sordu. Gözlerimi sıraya çevirdim ve hocanın yüzüne bakmamaya çalıştım. Çünkü elimi kaldırırsam arkadaşlarımın alay edeceğinden korkuyordum. Ömer Yılmaz yanımda oturuyordu ve direnmeme rağmen o bir anda tutup emri vakiyle elimi havaya kaldırdı. Bunun üzerine hoca haklı bir şekilde "İndir o arkadaşın elini, şiirle ilgilenen adam cesur olur ve kendi elini kaldırabilir!" deyince dayanamayıp ayağa fırladım. "Hocam durumumu bilmiyorsunuz. Söylemek değil mesele. İnanılmamak. Kimse buna inanmıyor ki," diye cevap verdim. Bunun üzerine aynı bayan arkadaş oturduğu yerden "Nasıl inanalım hocam, arkadaş Erzurumlu, yazın çamur sel, kışın fırtına kar. Neye bakacak ve nasıl şiir yazacak!" diye çıkıştı. Nurettin Kaldırımcı gözlerimin içine baktı ve gülümseyerek "Hadi bakalım şair, sen cevap ver!" dedi. Bunun üzerine yeniden ayağa kalktım ve acı çekerek "Hocam ben bunu arkadaşa anlatamam. Çünkü o yerle şiir yazılacağını sanıyor. Bildiğim kadarıyla kendisi Antalyalı. O zaman en güzel şiirleri kendisi yazar. Ben Erzurum'da ne yazabilirim ki. Ama bilmiyor hocam. Bilseydi ki her ikindi sonrası güneş Palandökenlerin tepesinden aşağı yavaş yavaş kayarken benim içimde batıyor, o sözü asla söylemezdi!" dedim. Gülüşmeler oldu. Hocanın derse geçmesiyle tartışma bitti ama meselenin orada kalmayacağı belli idi.
Sayfa 208 - TİMAŞ YAYINLARI / 4. BÖLÜM: FİDAN / HEDEF KOYMAK: STRATEJİ, VİZYON, MİSYONKitabı okudu
·
193 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.