Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

95 syf.
·
Puan vermedi
·
15 günde okudu
90 sayfa deyip geçmesen iyidir.
İranlı yazarları, yönetmenleri oldum olası sevdim. Ortadoğu kültüründen soyutlayamıyorum sanırım kendimi. Neticede hepimiz biraz da olsa Ortadoğulu'yuz. Bildiğimiz üzere İran yasaklar ülkesi, otu boku yasaklayan teokratik cumhuriyet kılıfının altında monarşi düzenini iyiden iyiye hissettiren bir ülke. Herhangi bir yazara ilk kez başlayacaksam, hayatıyla ilgili bir araştırma yapma takıntısından kurtulamadım yıllardır. İranlı bu yazarı da biraz kurcaladım dayanamayıp. Ama Sadık Hidayet biraz alışılmışın dışında. Onda benimsenmiş ve içselleştirilmiş bir Ortadoğu kültürü göremedim. O içinde bulunduğu toplumun hatta biraz ileri gideceğim, bana kalırsa dünyanın değer yargılarını reddediyor. Hatta o kadar ileri gidiyor ki, trajikomik bir ilke bile imza atmış bir yazar. Kitabın yasaklanacağını bildiği için, önceden kitabının kapağına ‘’İran’da satılamaz’’ bile yazdırmış  Bu dipnotu da düşüp kitapla ilgili fazla ipucu vermeden incelemelerime değineceğim: Bir adam düşününün, sürekli gölgesine konuşan ve içinde bulunduğu ahlaki değerleri, salt varoluş sıkıntısını bütün hayatı boyunca hayal ve gerçek arasında mekik dokuyarak sorgulayan. Bunun yanında, bu karakter karısına çok aşık ama karşılık bulamamış ve bu yüzden ona öfke ve aşkla karışık duygular besleyen bir adama dönüşmüştür. Ve kitapta anladığımdan emin olduğum bir şey varsa o da karakterin karısına aşık diğer yan karakterlerin aslında ana karakter oluşudur. Yani, kitapta bahsedilen ve ana karakterin karısına aşık olan yaşlı ihtiyar, aslında ana karakterin başka bir görüntüsüdür. Belki de olmak istediği kişidir. Çünkü karakter uzun bir yaşam boyunca karısından karşılık göremeyişinin sebebini kendinde değil, diğer insanların yaşam biçimlerinde aradı. Onları suçladı kendince. Belki haklıydı da. Onların hayat biçimlerini, nefret ve kinle karışık, alaycı, anlamsız buldu. Öte taraftan, karakter bir afyon tiryakisidir bundan gelir ki, kitapta gerçek ve düş birbiri içine girmiş bir halde belki okuyanların kafasını karıştırabilir, ama biraz özüne inersek, aslında beni bu kısım daha bir etkiledi, monotonluğu görebiliriz. Keza karakterin sürekli kalemdana çizdiği o figür (çirkin bir ihtiyarın güzel bir kadına gündüzsefası uzatışı) gerçek yaşantısında sürekli karşısına çıkıyor ve karakter kendisini kötü bir ressam olarak tanımlıyor. Bu yüzden kalemdana aynı figürü çizip durduğundan yakınıyor. Fakat kanımca gerçek şu ki, o kötü bir ressam değil, hayatı anlamlaştırmaya çabalayıp bunu başarısız kılmış kötü yaşam süren biri. Ve o çizilen figür de ‘’hayatın sıradanlığı’’ gerçeğini simgeliyor. Burayı kitaptan bir cümleyle alıntılasam yeridir: Ben bu sahneyi daha önce görmüş müydüm, yoksa rüyamda mı almıştım ilhamı? Bilmiyorum, bildiğim hep bu meclis, hep bu konu olduğuydu. Elim kendiliğinden hep bu resmi çiziyordu.’’ (Sy.17) Bir başka konu ise, kitapta zaman ve mekan belirsizliği. Kişiler zaten belirsiz, sürekli kendini tekrar ediyor. Bunun teknik bir anlam ifade etmesi inanın umrumda değil, çünkü bu tekrarın tekrarı durumu insanın okurken bir tık bunalmasına sebep olabiliyor. Ama kitapta simgeselleştirilmiş ve bizim okurken çıkarım yapmamızı bekleyen öyle temalar var ki bunlar, bu tekerrüre düşüşün balı kaymağı da olabilir. En azından ben böyle avutuyorum kendimi. Bu tekerrürlerden biri, karakterin oturduğu evin karşısındaki kasap dükkanı ve onun çengele bağlı etleri. Burada aslolan ‘’ölüm’’ ve ‘’ölümün sonsuzluğu ‘’. Belli aralıklarla dükkana giren koyunlar ve ardından çengele takılan kırmızı et döngüsü… Bu ve bu tekerrür ölümün ta kendisi oluyor. Başta karakterimiz bu kasaptan nefret ediyor ama, (spoiler geliyor kaygın varsa ışık hızıyla uzaklaşmanı tavsiye edebilirim.) sonunda o kasaba dönüşüp, karısını doğrayacak kadar afyonun etkisinden kurtulamıyor. Çünkü Hakan Günday’ın Kinyas’ı gibi zihinsel ölümü arzulayan bir insana dönüşüyor. Hatta burada içimde tuhaf bir hayal oluştu okurken. Çünkü Kinyas’ın zihinsel ölümünün nasıl bir şey olduğunu ve bu ölüme kavuştuktan sonra neler olabileceğini, Kinyas ve Kayra’yı bitirdikten sonra uzun bir süre düşünüp durmuştum. Fakat gariptir ki bunun cevabını İranlı yazar verdi bana  Ve artık karakterin yaşamda inandığı, tutunduğu hiçbir şey kalmadığını anlamaya başlıyorsun. ‘’Birbirine ters düşen öyle çok şey gördüm, birbiriyle çelişen öyle çok şey duydum ki! O görmeler yüzünden gözlerim, eşyanın yüzeyinde ruhu özü örten o ince ve sert kabukta aşındı. Artık hiçbir şeye inanmıyorum, hatta şimdi eşyaların ağırlığından, sabitliğinden, açık seçik gerçeklerden şüphe ediyorum. ‘’ Ama siz yine de burada felsefe derslerinde bahsedilen varlık kavramı üzerine düşünebilirsiniz  Bir de değinmeden edemeyeceğim en hassas konu da karakterin aşık olduğu kadının güzelliği üzerinde sürekli gözlerine odaklanması. Ulan ne gözmüş anlat anlat bitiremedi, diyor insan okurken, ama o sadece bir göz değil işte. Şu an bahsedeceğim cümle kitabın yalnızca bir durum hikayesi olmadığını daha net açıklayacak. Kitap bir hikayeden çok daha fazlası çünkü. ‘’ Göz her şeyi görebilir ama kendini göremez yanılsaması ''. Şimdi sıradan bir roman okuyacağım hevesiyle yaklaşacaksan pek keyif alacağını düşünmüyorum. Kısacık ama çok derin bir kitap ‘’Kör Baykuş’’. Ben birkaç ay sonra bir daha okurum bunu deyip, kitaplığa yerleştirmedim. Felsefi derinliği olan ve benim daha anlayamadığım bir dünya içeriğe sahip bir kitap.
Kör Baykuş
Kör BaykuşSadık Hidayet · Yapı Kredi Yayınları · 202328,1bin okunma
··
142 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.