Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Buda bir ağacın altında meditasyon yapıyordu. Bu bir dolunay gecesiydi ve şehirden birkaç genç, felekten bir gece çalabilmek için ormana gelmişlerdi. Yanlarında bol bol şarap ve çok güzel bir fahişe getirmişlerdi. Buda’nın meditasyon yapmakta olduğu ağacın hemen yakınında yiyip içmeye, dans edip kadını soymaya başladılar. Hepsi sarhoş olduğu için kadına çirkin şeyler yapmış olmalılar. Kadın sarhoş olduklarını görünce kaçtı. Ancak vakit ilerleyip de hava biraz serinlemeye başlayınca kendilerine gelip kadının orada olmadığını fark ettiler ve onu aramaya koyuldular. Kadın onlardan korkmuş olmalıydı ki, giysilerini bile almamış, öyle olduğu gibi çırılçıplak kaçmıştı. Her yere baktılar. Kadını bulamadılar ama Buda’yı buldular. Bir ağacın altında meditasyon yapıyordu. Ona, “Çıplak bir kadın gördün mü, çok güzel bir kadın?” diye sordular. “Görmüş olmalısın çünkü şehre giden tek yol bu, başka yol yok”. Buda dedi ki, “Evet biri geçti ama bu kişinin erkek mi yoksa kadın mı olduğunu söylemek benim için çok zor. Bedenlerle ilgi-lenmeyeli, onları erkek veya kadın olarak ayırmayalı o kadar zaman oldu ki. İçimde bu arzu kayboldu, bu yüzden zor. “Daha önce söylemiş olsaydınız daha dikkat ederdim! Ama üzgünüm. Biri geçti ama genç miydi, yaşlı mı, güzel miydi, çirkin mi bilemiyorum çünkü artık böyle şeyler beni ilgilendirmiyor. “O kişinin çıplak mı giyinik mi olduğunu söylemek de zor benim için çünkü bu da artık beni ilgilendiren bir şey değil”. Buda ne diyor? Artık içinde hiçbir şeyin bastırılmadığını, tüm bastırılmışlığın eriyip gitmiş olduğunu söylüyor. Artık kadın, er kek diye, güzel çirkin diye, giyinik, çıplak diye düşünmediğini söylüyor. O sözcükler onun için önemini yitirmiş durumda. O yeniden küçük bir çocuk olmuş, masum. Bu hikayenin Hintlilere hatırlatılması lazım, özellikle de görevlerinin “Hint kültürünü kurtarmak” olduğunu sananlara. Onlar Hint kültürü hakkında hiçbir şey bilmiyorlar. Hint kültürü budur: Buda’nın cümleleri ve halidir. Ama bu hep olur; kendi fikirlerini başkalarına yansıtmaya ve aktarmaya devam edip durursun. Şimdi bu kimseler ortada gizli bir suç olması gerektiğini düşünüyorlar; yoksa Ayaz neden gizlilik içinde davransın ki? Neden asla kimsenin odaya girmesine izin vermiyor? Daima herkesi kendin gibi düşünürsün. Kendinden ötesini anlayamazsın; senden öte birşey senin için anlaşılmaz olur. Ayaz onlar için anlaşılmaz olmalıydı çünkü o bir politikacı değildi, Sufiydi. Kimseyi odaya sokmuyordu çünkü bu mahrem bir olguydu, onun meditasyonuydu. “...kim bilir” dedi adamlar, “belki işbirliği ettiği entrikacılarla buluşuyor o odada. Hayatınıza kast etmiş kimseler bile olabilir bunlar”. Zavallı Ayaz’a yakıştırdıkları kendi fikirleri olmalı bunlar. Mahmut epeyce bir süre Ayaz aleyhinde herhangi birşey duymayı reddetti. Ender bir durum bu ama bize Mahmut hakkında birşey göstermiyor; sadece Ayaz hakkında birşey gösteriyor. Onun varlığı muazzam kuvvette olmuş olmalı. Yoksa Mahmut gibi bir adam, “Hayatınıza kast etmiş kimseler bile olabilir bunlar” dendiğinde anında korkuya kapılırdı. Adolf Hitler çok korkuyordu, Nadir Şah çok korkuyordu, Cengiz Han çok korkuyordu, Mahmut da çok korkmuş olmalı.Krallar daima öldürülme korkusuyla yaşarlar. Bu yüzden bu bize Mahmut hakkında birşey göstermiyor. Sadece Mahmut gibi bir adamın bile şüphelenemediğini gösteriyor; Ayaz’ın varlığının yarattığı güven çok kuvvetli olmuş olmalı. Yoksa insanlar bu tip şeylere hemen ilgi duyar. Ne zaman ortada bir sır, korunan bir sır olsa bu merak uyandırır. Birine evrende üç yüz milyar yıldız vardır dersen sana inana caktır ama bir bankın yeni boyanmış olduğunu söylersen, bundan emin olması için ona dokunması gerekecektir. İnsanların böyle bir ahmaklığı vardır. Büyük şeylere inanabilirler çünkü bunlar fazla büyüktür ve bunları araştırmak çok fazla efor gerektirir. “Üç yüz milyar yıldız”. İnsanlar, “Belki doğrudur” derler. “Kime ne? Üç yüz, ya da dört yüz, ya da altı yüz olsun”. Ama bir bankın yeni boyanmış olduğuna dair bir uyarı yazısı görürsen içinde büyük bir merak uyanır. Dokunup, bunun doğru olup olmadığını görmek istersin. Bir kere, gizli oda kralın sarayındaydı. Ayaz her gün oraya gidiyordu. Mahmut’un bu sırrın ona iletildiği ilk gün oraya gitmesi son derece mantıklı, basit ve anlaşılır olurdu. Ama meditasyon yapan herkesin olduğu gibi Sufilerin de kendilerine özgü bir manyetizmaları vardır. O, müthiş derecede Ayaz’ın etkisi altına girmiş olmalı. Mahmut epeyce bir süre Ayaz aleyhinde herhangi birşey duymayı reddetti. Ama bu kilitli odanın esrarı içini kemirip durunca sonunda Ayaz’ı sorgulaması gerektiğine karar verdi. Bir gün Ayaz kendi özel odasından gelirken Mahmut yanında saray mensuplarıyla birlikte belirip, odanın kendisine gösterilmesini emretti. “Hayır”, dedi Ayaz. Şimdi bunun anlaşılması gerek; muazzam değerli birşey bu. Hiç olumsuz değil. Ayaz bunu müthiş bir güven içinde söylüyor. O Mahmut’u sevmişti, ona hizmet etmişti, verebileceği herşeyi vermişti ona: Hayır demeye hakkı var. Hem o bir politikacı da değil yoksa peki demiş olurdu. Politikacılar hep peki der. Ne zaman karşılarında Mahmut gibi iktidar sahibi biri olsa ona daima, “Peki efendim” derler. Sadece Ayaz gibi adamlar onun ne kadar tehlikeli biri olduğunu bile bile Mahmut’a hayır diyebilir. Ama Ayaz Mahmut’a yağdırmış olduğu sevgiye dayanarak hayır dedi. Bu hayırın kabul edilip edilemeyeceğini de bilmek istiyordu. O Mahmut’a karşı daima açık ve güven dolu olmuştu. Ona daha önce hiç hayır dememişti. Bütün samimiyetini ortaya koymuşken sevgileri, dostlukları tek bir hayırı anlayamayacak mıydı? An-layamazsa bu dostluğun hiçbir değeri yoktur, anlamsızdır o. Hayır denemeyecekse, evet de acizdir. Ancak hayır deme şıkkına açık kapı bıraktığın zaman evetin gücü olur. Birini sevdiğinde her zaman evet demesini beklemezsin. Birini seviyorsan ona hem evet, hem de hayır diyebilme özgürlüğünü tanırsın. Saygı duyar, beklenti içinde olmazsın. Diğer taraftan her ne gelirse buna saygı duyulur; bir hayıra bile saygı duyulur. Mahmut bu adamı sevmiş olsaydı, bu fikri kafasından atıverirdi. Sevgi bir hayıra bile güven duyabilir. Nefret ise evete bile güven duyamaz. “Hayır” dedi Ayaz. Onun hayırı samimiydi, sahiciydi. Evet dese bu riyakarlık, sahtekarlık olurdu. O duasının gerçekten bir sır olarak kalmasını istiyordu. zikrinin bir sır olarak kalmasını istiyordu. Sufi olduğunu dünyaya duyurmak istemiyordu. Bunun sadece kendiyle Tanrı arasında birşey olmasını istiyordu ve Mahmut da bundan daha önemli değildi. “Odaya girmeme izin vermezsen güvenilir ve sadık biri olduğuna dair kanaatim uçup gidecek ve aramız asla eskisi gibi olamayacak. Seçimini yap” dedi kızgın Hükümdar. Oysa Mahmut gibileri ne sevginin ne olduğunu bilirler, ne de arkadaşlığın. Onları sevgisi koşulludur ve koşullu sevgi, hiçbir şekilde sevgi değildir. Onların sevgileri ‘şayet’ ve ‘ama’larla doludur. Mahmut dedi ki, “Odaya girmeme izin vermezsen.” .o zaman herşey bitiyor. Ne zaman ona bir koşul getirirsen aşkı yok edersin. Unutma: Asla aşka koşul getirme. Bırak sevgin koşulsuz olsun ve asla başkalarını senin beklentilerini karşılamaya zorlama. Bırak sevgin özgürlüğün paylaşımı olsun. Gerçek sevgililer, gerçek dostlar birbirlerini özgürleştirir. Ne kadar çok severlerse, o kadar çok özgürlük doğar. Gerçek olmayan sevgililerin, sevgili olduğunu farz edenlerin sevgileri bin bir tane ‘şayet’ ve ‘ama’yla kuşanmıştır. Koşullarının yerine getirilmesi gerekir; ancak o zaman sevebilirler. Ama bu hiçbir şekilde sevgi değildir. Sevgi koşul nedir bilmez. Ayaz ağladı. Ayaz neden ağladı? Ağladı çünkü sevmişti. Ağladı çünkü dostluğunu bu kişinin üzerine tümüyle yağdırmıştı. Ağladı çünkü di ğer taraftan sevgisine yanıt gelmediğini gördü. Ağladı çünkü Mahmut bir dostu kaçırmıştı, hem de gerçek bir dostu. Mahmut bir sevgiliyi kaçırmıştı. Ağladı çünkü Mahmut’un kalpsiz olduğunu gördü. Ayaz sevginin katledilişini görüp ağladı. .ve kapıyı ardına kadar açıp Mahmut ve adamlarını odaya girmelerine izin verdi. Odada hiçbir eşya yoktu. İçeride olan tek şey duvardaki bir askıdan ibaretti. Askıda yırtık pırtık, yamalı bir cübbe, bir asa ve bir dilenme tası asılıydı. Bir Sufi’nin simgeleridir bunlar. Mahmut’a geldiğinde sahip olduğu her şey bu simgelerden ibaretti. Onları gizli yerinde saklamıştı. Günün yirmi üç saatinde sarayda, her türden ahmak politikacıyla çevrelenmiş, dünyevi biriydi; bir saatliğine ise kendi dünyasında kayboluyordu. Bir saatliğine sarayı ve saray mensuplarını ve her türlü saçmalığı tümüyle unutuyordu. Bir saatliğine yine o Sufi gezgin oluyor, yine fakr, içsel yoksulluk, zikr, içsel hatırlama içinde oluyordu. Bu onun tapınağıydı ve kendi kendine kim olduğunu hatırlatma biçimiydi. Kral ve adamları ortaya çıkan sırrın anlamını kavrayamamışlardı. Mahmut bir açıklama istediğinde Ayaz şöyle dedi: “Mahmut, yıllardır senin kulun, dostun ve danışmanın oldum. Ama nereden geldiğimi de asla unutmamaya çalıştım ve bu yüzden kendime eskiden ne olduğumu hatırlatmak için her gün bu odaya geldim. Ben sana aitim, bana ait olan tek şey ise paçavralarım, so-pam,tasım ve dünyanın üzerinde dolaşmışlığımdır. Bu bir kıssadır- kendi geldiğin yeri hatırlamanın, kendi asıl yüzünü hatırlamanın, kişiliğini değil de özünü hatırlamanın kıssası. Güzel bir hikaye bu ama onu deşifre etmek gerekiyor.
·
174 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.