Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

T. S. ELIOT - ÇORAK ÜLKE
T.S.Elliot için zorlanmadık tabii ki. Şimdilik Suphi Aytemur çevirsini ekledik. Daha güzel bir çeviri bulunca değiştirebiliriz ama. İyi okumalar. `nam sibyllam quidem cumis ego ipse oculis meis vidi in ampulla pendere, et cum illi pueri dicerent: sibulla ti thelis; respondebat illa: apothanein tehelo.' (1) ezra pound için il miglior fabbro (2) i. ölülerin gömülüşü nisan en zalim aydır, gövertir leylakları ölü toprakta, yoğurur anılarla istekleri, uyarır uyuşuk kökleri bahar yağmuruyla. kış, sıcacık tuttu bizi, örter toprağı unutkan karla, sürdürür kısır bir hayatı kuru köklerle.i yaz şaşırttı bizi, starnbersee'ye gelince deli bir sağnakla; sığındık sıra kolonlara, derken yeniden güneş, uzandık hofgarten'a, birer kahve içip konuştuk bir saat kadar. bin gar keine russin, stamm' aus litauen, echt deutsch. (3) ve çocukluğumuzda, arşidüklerde kalırken, yeğenimgillerde, kızakla gezdirirdi beni, ve ben korkardım. ama o, marie, derdi, sıkı tutun marie! ve yamaçtan kayardık. dağlardaysan, orada özgür bulursun kendini. çoğu geceler okurum, kışın da güneye giderim. hangi kökler kavrar, hangi dallar bezer buradaki taş yığınını? ey insanoğlu bunu bilemez, sezemezsin, çünkü bildiğin yalnız bir kırık putlar yığınıdır ki güneşte kavrulur ve ona ne ölü ağaç gölge, ne cırcırböceği erinç, ne de kuru taş su sesi verir. yalnız burası gölge, altı bu kızıl kayanın, (sığın gölgesine bu kızıl kayanın), ve ben öyle bir şey göstereceğim ki sana, ne seni durmadan izleyen sabahki gölgendir, ne kalkıp seni karşılayan akşamki gölgendir, sana korkuyu göstereceğim bir avuç tozda. frisch weth der wind der heimat zu mein irisch kind, wo weilest du? (4) "bana sümbülleri ilk verişin bir yıl önceydi, sonra sümbül kız koydular adımı." - ama döndüğümüzde, gün sonu, sümbül bahçesinden, kolların dolu, saçların ıslak, bir türlü konuşamadım, gözlerim de seçmedi, sanki ne diriydim, ne ölü, ne de bir şey biliyorum, sırf bakıyordum ışığın gözüne, sessizlik. oed' und leer das meer. (5) madam sosostris, şu ünlü falcı, iyice üşütmüştü kendini ama en akıllı kadın diye bilinir avrupa'da elinde bir deste hayın kağıtla. işte, dedi, senin kağıdın, boğulmuş finikeli gemici, (şu inciler onun gözleriydi bir zamanlar, bak!) işte belladonna, kayalıkların ecesi, durumların ecesi. işte üç değnekli adam, işte çarkıfelek, ve işte tek gözlü tüccar, bu kağıda gelince, bu boş kağıt, tüccarın sırtındaki şeydir, onu da görmem yasaktır. peki nerede asılmış adam! suda ölümden sakın. kalabalıklar görüyorum halka olmuş yürüyor. falınız tamam. sayın mrs. equitone'u görürseniz, deyin ki yıldız falını kendim getiririm: öyle zamandayız ki su uyur düşman uyumaz. düşçül kent, kirli sisi altında bir kış sabahının, bir kalabalık aktı londra köprüsünden, sürüyle, ummazdım, ölüm çökertsin insanları sürüyle. duyulan, kesik ve seyrek, iç çekişlerdi, ve gözleri kendi adımlarındaydı her adamın. aşıp tepeyi aktılar king william caddesinden saint mary woolnoth kilisesine, kulede çan ölü bir sesle tınlarken son vuruşunda dokuzun. bir tanış görüp durdurdum haykırarak, "stetson! "sen ha! gemilerdeki yoldaşım benim, mylae'de! "şu ceset, bıldır diktiydin ya bahçene, "filiz verdi mi? bu yıl durur mu çiçeğe? "yoksa o beklenmedik don bozdu mu tarhını? "öyleyse uzak tut köpeği, insanların dostudur, "yoksa tırnaklarıyla kazıp çıkarır gene! "sen! hypocrite lecteur! - mon semblable, - mon frère!" (6) ii. bir satranç partisi kadının koltuğu, yaldızlı bir taht gibi, çil çil yansıdı mermerde ve ayna - destekleri salkımlı asmalarla bezenmiş birisinden bir altın küpidon baka kalmış, (biri de gizlemiş gözlerini kanadıyla) - çiftleyip alevlerini yedi kollu şamdanın yansıttı ışığı masanın üzerine, tam da yükselirken mücevherlerinin parıltısı öbek öbek atlas döşeli kutulardan; fildişi ve renkli camdan şişeciklere, tapasız, sinmiş acayip, sentetik parfümleri, macun, toz ya da sıvı - bunalttı, şaşırttı ve boğdu duyuları kokularla; tedirgin olup pencereden gelen esinle, kokular yükseldi besleyerek upuzun alevlerini şamdanın ve savurdu dumanları bölmeli tavana, tedirgin edip desenlerini oymalı tavanın. geniş kızılağaç kaplama, renkli taşlarla çevrili, bakır kakmalı, bir yeşil, bir turuncu yanıyor ve bu içli ışıltıda oyma bir yunus yüzüyordu. antik şömine üstündeki tabloda anlatılan, sanki bir pencereydi ormana açılan, değişimiydi philomel'in, o barbar kralın onca zorladığı; ama bülbül kesilmiş orda, sarmıştı tüm çölü kirletilemez bir sesle, ve hala ağlıyordu ve dünya hala o yolda, "cik cik!" kös dinlemiş kulaklara. ve zamanın öbür solgun artıkları da anlatılmıştı duvarlarda; ısrarla bakan biçimler dört yönden sarkmış, eğilip susturuyordu odayı. sürüklendi merdivende adımlar. ocağın ışığında, fırçanın altında, saçları alevli oklar gibi dağılmış işıl ışıl konuşurken, artık zalimce susacaktı. "sinirlerim bozuk bu gece. çok bozuk. gitme kal. "bir şeyler anlat. neden konuşmazsın hiç. konuş. "ne düşünüyorsun? ne düşüncesi bu? ne? "ne düşünürsün böyle bilmem ki hiç. düşün bakalım." sanırım biz dönekler geçidindeyiz, ölü adamlar orda yitirmişti kemiklerini. "nedir bu gürültü?" eşikten esen yel. "peki ya bu gürültü? zoru nedir bu yelin?" hiçbişey gene hiçbişey. "bilmez "misin hiçbişey? görmez misin hiçbişey? hatırlamaz mısın "hiçbişey?" hatırlarım şu incilerdi adamın gözleri bir zamanlar. "diri misin, değil misin? hiçbişey yok mu kafanda?" ama o o o o şu şekispiyerimsi cümbüş- hem ne incelik ne yetkinlik "ne yaparım şimdi ben? ne yaparım ben? "öyleyse hemen fırlayıp sürterim sokaklarda, "saç baş darmadağın. peki ne yaparız yarın? "ve her günü tanrının?" sıcak su saat onda. yağmur varsa, kapalı bir araba saat dörtte. sonra bir el satranç oynayacağız, kapaksız gözlerimiz kısılmış, kulağımız kapıda. kocası terhis edildiğinde lil'e dedim ki - esirgemedim sözümü, hem yüzüne söyledim, vakit tamam, beyler, kapatiyoruz bak albert dönüyor, çekidüzen ver kendine biraz. bilmek ister n'aptın sana verdiği parayı, dişlerini yaptırman için. verdi, hem de yanımda. gel çektir tümünü, lil, güzel bir takım yaptır, inan ki, demişti, yüzüne bakasım gelmiyor. al benden de o kadar, dedim, albert'ciği düşün bir, dört yıldır askerdeydi, gününü gün etmek ister, bunu sende bulamazsa, başkaları var, dedim. ya, öyle mi dedi. olabilir a, dedim. o zaman bir kapı bulurum, dedi, ama açık konuşsana. vakit tamam, beyler, kapatiyoruz o işten hoşlanmasan da dayanmalısın, dedim. yok, yapamam, dersen, başkaları seçip kapar. albert çekip giderse, bilir miydim? deme sakın. utanmalısın, dedim, böyle yaşlı görünmekten. (oysa ancak otuz birinde.) elimden ne gelir, dedi, suratını asarak, hep aldığım o haplar, düşürmek için, dedi. (beş tane vardı, minik george'da az kalsın ölüyordu.) ezzacı her şey düzelir, dedi, ama nerde eski halim. sen eni konu aptalmışsın, dedim, ya albert rahat bırakmazsa, sil baştan, dedim. çocuk istemiyordun da niye evlendin? vakit tamam, beyler, kapatiyoruz neyse, albert geldi o pazar, sofrada sıcak domuz budu, yemeğe bırakmadılar beni, tatmalıymışım sıcacık - vakit tamam, beyler, kapatiyoruz vakit tamam, beyler, kapatiyoruz iğgeceler bill. iğgeceler lou. iğgeceler may. iğgeceler. haydi eyvallah. iğgeceler. iğgeceler. iyi geceler leydiler, iyi geceler sevimli leydiler, iyi geceler, iyi geceler. iii. ateş töreni irmağın tentesi çökmüş: damar parmaklarıyla son yapraklar kavrayıp gömülür ıslak setlere. yel arşınlar kavruk ülkeyi duyulmadan. su perileri gitmiş. nazlı thames, usulca ak, bitinceye kadar türküm. üstünde ne boş şişeler, sandviç kağıtları, ne ipek mendiller, karton kutular, izmaritler, ne de başka izi yaz gecelerinin. su perileri gitmiş. ve dostları, kent kodamanlarının aylak mirasçıları, gitmişler, adres filan bırakmadan. leman gölünün kıyısında oturdum da ağladım. nazlı thames, usulca ak, bitinceye kadar türküm, nazlı thames, usulca ak, sessiz ve kısadır sözüm. ama ansızın soğuk bir yel ve duyarım ardımda kemik takırtıları ve kikirdemeler, kulaktan kulağa. bir sıçan otların arasından usulca süzüldü yapış yapış karnını toprağa sürterek, avlanırken ben durgun sularında kanalın havagazı fabrikasının ardında, bir kış akşamı, aklımda kral kardeşimin uğradığı deniz kazası ve kral babamın ölümü, ondan önce. aşağıda ıslak toprakta çıplanmış ak gövdeler ve basık ve kuru tavanarasındaki kemikleri yıllardır takırdatan ayaklarıydı sıçanların. ama ben ardımdan, zaman zaman, duyarım korno-motor seslerini ki getirirler nasılsa sweeney'i mrs. porter'a baharda. ooo! dolunay doğup üstüne parlasın mrs. porter'la kızının onlar sodalı suda yıkar ayakların' et o ces voix d'enfants, chantant dans la coupole! (7) cik cik cik cık cık cık cık cık cık onca zorlanmış tereu (8) düşçül kent boz sisi altında bir kış öğlesinin mr. eugenides, izmirli tüccar, tıraşsız, bir cebi kuşüzümü dolu, cif londra: belgeler para ödenince, kaba bir fransızcayla, ne dersin, dedi, canon street otelinde öğle yemeğine, sonra hafta sonu tatiline metropole'de. erguvanımsı saatte ki bakışlar ve sırt doğrulur masadan ve insan makinesi bekler avara çalışan, bekleyen bir taksi gibi, ben tiresias, iki hayat arası bocalayan, kör, pörsük dişi memeli yaşlı adam, nasıl sezmem, erguvanımsı saatte, akşam saatinde ki çırpınır yuvaya doğru, gemicileri yuvaya getirir denizden, daktilo kız çay zamanı yuvada, sabah sofrasını tpolar, sobasını yakar, düzenler hazır yiyecekleri masada. pencerenin dışına korkusuzca astığı iç çamaşırları güneşin son ışınlarıyla yanar, ve yığılmış üstüne divanın (geceleri yatağı) çoraplar, terlikler, kombinezonlar, korseler. ben tiresias, pörsük hayvan memeli kocamışa yeter yeter de artardı bu sahne, gerisine gelince - yolu gözlenen konuğu bekledim ben de. adam, iğrenç suratlı bir gençtir, gelir, sıradan bir emlakçı katibi, küstah bakışlı, aşağı kesimden biri ki kurumlu hali sırıtır bir bradford milyonerinin ipek şapkası gibi. umduğu gibi, zaman en uygun zamandır, yemek bitmiş, kadın oyalamaya çalışır, istemese bile engel de olmaz kadın. ateşlenmiş ve kararlı, adam hemen saldırır; hiçbir engele rastlamaz yoklayan eller; karşılık mı bekler adamdaki kör gurur, kayıtsızlığı da hoş karşılar. (ve ben, tiresias, önceden acısını çekmiş aynı yatak-divanda oynanan oyunların, ben ki thebai surlarına sırtımı dayamış, yürümüşüm safında en aşağılık ölülerin.) adam son bir öpücüğe daha kıyar, el yordamıyla iner ışıksız merdiveni. kadın döner, bir an pencerede görünür, sanki habersizdir aşığının gittiğinden, kafasından puslu bir düşünce geçer: "neyse bu da bitti, iyi ki bitti hem." bir gün gelir düşer de yosma kadın yalnızken gene dolanırsa odasında, eli saçlarına gider kendiliğinden ve bir plak koyar gramafona. "sulardaydım, bu ezgi çalındı kulağıma" ve strand boyunca, queen victoria caddesine dek. kent, ey kent! arasıra duyarım lower thames caddesinde bir meyhaneden bir mandolinin hoşa giden dertlenişini ve öğle yemeğindeki gürültüsüyle sohbetini balıkçıların ki orda yaşar duvarlarında magnus martyr kilisesinin, büyülü görkemi iyon beyazıyla altın renginin. irmağın terlediği yağ ve katran, mavnalar sürüklenir alçalan sularda, al yelkenler dopdolu yelle, yelpirder koca serende. mavnalar yıkar sürüklenen paraketeleri varırlar aşağı greenwich'e köpekler adasından ileri. weialala leia wallala leialala elizabeth'le leicester çekilen kürekler, teknenin kıçı yaldızlı deniz kabuğu al ve altın, sert soluğanlar yıkadı kıyıları, güneybatı yeli çan seslerini ak kulelerin weialala leia wallala leialala "tramvaylar tozlu ağaçlar. highbury'denim. richmond'la kew idi beni mahveden. bir kanodaydı, dapdar, richmond'un yanında kaldırdım dizlerimi." "moorgate'in gediklisiyim ve gönlüm kırık dökük. her şey olup bitince ağladı adam ve sözerdi 'yeni bir yarın'. ses etmedim. nemeydi benim gücenme." "margate kumsalındayım. bağlayamam ki hiçbir şeyi hiçbir şeyle. ucu kırık turnakları kirli ellerin. benim halkım gönülsüz halk, ummaz ki hiçbir şey." la la sonra vardım kartaca'ya yanıyor yanıyor yanıyor yanıyor ey tanrım sen kurtar beni ey tanrım sen kurtar yanıyor iv. suda ölüm fenikeli phlebas, öleli iki hafta olmadan unuttu martı çığlıklarını, soluğanları ve kâr ile zararı. bir akıntı, deniz altında, sıyırdı kemiklerini fısıltılarla. yüksele alçala yeniden yaşadı evrelerini yaşlılığıyla gençliğinin kapılırken burgaçlara. yahudi ol, olma sen, ey çarkı çevirirken yelden yöne bakan! düşün phlebas'ı, o da yakışıklı ve boyluydu eskiden. v. gök gürültüsünün dedikleri vurunca meşale kızıllığı terli yüzlere inince dondurucu sessizlik bahçelere başlayınca can çekişme taşlık ülkede bağıranlar ve ağlayanlar mapusane ve saraylar ve yankıması gök gürlemesinin, bharda, uzak dağlarda o adam ki yaşıyordu, şimdi ölüdür bizler ki yaşıyorduk, şimdi ölüyoruz sabrımız tükenmiş burada su yok yalnız kaya var kaya ve susuzluk ve kumlu yol yol döne döne tırmanıyor dağlara dağlar ki sırf kaya, su yüzü görmemiş su olsaydı durup içerdik birer birer kayalar arasında kim durur, kim düşünür ter kupkuru, ayaklarsa kuma gömülü hiç olmazsa su olsaydı arasında kayaların ki ölü dağın çürük dişli ağzıdır, tüküremez kişi burda dikilemez, oturamaz, yatamaz üstelik sessizlik de yok bu dağlarda ama kuru kısır gök gürlemesi var, yağmursuz, üstelik çile yerleri de yok bu dağlarda ama asık mor suratlar sırıtır ve hırlar çatlak duvarlı evlerin kapılarından su olsaydı kaya olmasaydı kaya olsaydı ama su da olsaydı ve su bir pınar bir gölcük kayalar arasında hiç olmazsa su sesi olsaydı değil ağustosböceği ve türküyen kuru otlar ama bir su sesi kayalardan şakırken yalnızgezer ardıç kuşu orada çamlarda şıp şıp şip şıp şıp şıp ama ne gezer su kimdi o üçüncü, hep yanında yürüyen? sayınca bir sen varsın, bir de ben ama ne zaman uzayıp giden ak yola baksam birisi daha var daima yanında yürüyen akıyor sanki boz harmanisiyle, kukuletalı, bilemem artık erkek mi, kadın mı - ama kimdir öbür yanında yürüyen? yücelerden gelen şu ses de nedir anaların yaktığı ağıdın mırıltısı, nedir şu kukuletalı insan yığını, kaynaşır sonsuz ovalarda, tökezler çatlak toprakta, ki kuşatılmış dümdüz bir ufukla yalnız, hangi kenttir şu dağların üstündeki çatırdı ve sessizlik ve patlamalar erguvan gökte yıkılan kuleler kudüs atina iskenderiye viyana londra düşçül bir kadın uzun kara saçlarını gerdi eliyle ve zırıldattı tellerinde bir ezgiyi ve bebek yüzlü yarasalar erguvan ışık içre islık çaldılar ve kanatlarını çırptılar ve kara bir duvardan aşağı sarktılar başaşağı ve havada tepetaklaktı kuleler çalarak hatırlatan çanları ki saatleri vurur ve boş sarnıçlarla kör kuyulardan yükselen türküler. dağlar arasındaki bu kokmuş çukurda solgun ayışığında, otlar türkü yakıyor çökmüş mezarlar üzre, kilise avlusunda bomboş bir kilise, yelin cirit attığı, cam çerçeve yok, kapı gıcırdar durur, kuru kemikler incitmez ki kimseyi. sırf bir horoz kurulmuş çatı direğine ku ku riku ku ku riku bir şimşeğin yalazında. sonra çileyen bir bora yağmur getiren. ganj cılızlaşmıştı ve bitkin yapraklar yağmur bekliyordu, kara kara bulutlar yığılırken çok uzaklarda, himalayalarda. cengel sinmiş, kamburlaşmıştı sessizce. derken konuştu gök gürültüsü da datta: verdiğimiz nedir? dostum, tutkuyla titremekte yüreğim, bir anlık kapılışın korkunç ataklığı, ki bir sakınganlık çağı da onaramaz bunu, bununla ama sırf bu tutkuyla varolduk ve bu, ne ölüm ilanlarımızda izlenebilir ne iyiliksever örümceğin sardığı anılarda ne de mühür altında, sıska dava vekili kırar bomboş odalarımızda da dayadhvam: duydum anahtarlar bir kez döner kapıda, ve yalnız bir kez döner düşünürüz anahtarı, herkes kendi zindanında düşünmekte anahtarı, bir zindanı onar herkes ancak akşam saatinde, göksel söylentiler bir an için umutsuz bir coriolanus yaratır da damyata: tekne yanıtladı neşeyle, yelken ve kürekte usta ellere deniz durgundu, yüreğin yanıtlayacaktı neşeyle, çağrılsaydı bir, usulca atarak altında yoklayan ellerin oturmuş kıyıda avlanıyordum, ardımda çorak düzlükler, topraklarımı işleyebilecek miyim hiç olmazsa? londra köprüsü yıkılıyor yıkılıyor yıkılıyor pi s'ascose nel foco che gli affina (9) quando fiam uti chelidon - ey kırlangıç kırlangıç (10) le prince d'aquitaine à la tour abolie (11) bu parçalarla yıkıntılarımı payandaladım ya, siza uyarım öyleyse. hieronymo delirdi gene. datta. dayadhvam. damyata. (12) shantih shantih shantih (13) t.s. eliot, çeviren: "eliot" suphi aytimur, "t.s. eliot / çorak ülke, dört kuartet ve başka şiirler", adam yayınları. (1) sibyl'i cumae'de kendi gözlerimle gördüm cam bir kavanoz içinde yaşıyordu, oğlanlar sorunca, "sibyl ne oldu?" yanıtı hep şuydu, "ölümü özlüyorum." petronius'dan satiricon, bölüm 48 (çevirenin notu: sibyl'e (kahin kadın) sonsuz hayat verilmiştir ama sonsuz gençlik değil. yüzyıllar boyu kocadıkça gövdesi küçüle küçüle bir çekirge kadar kalır. daha da büzülecek ama ölemiyecektir. yani hem zamanın, hem de doğum-ölüm-yeniden doğum halkasının dışına itilmiştir.) (2) daha iyi usta (3) hayır rus değilim, litvanyalıyım, alman kökenli. (4) dağlarından yurdunun yel eser serin serin irlandalım, çocuğum gurbet elde neylersin? r. wagner (tristan ile isolde) (5) boş ve ıssız gene deniz. r. wagner (tristan ile isolde) (6) sen! dönek okur! - benzerim, kerdeşim benim! c. baudelaire (7) ve ey çocuk sesleri, kubbelerde çınlayan! verlaine (8) tereu: bülbül sesine öykünmede kullanılır. tereus: philomel'i kirleten kral. (9) sonra kendilerini arıtan alevlere daldı. dante, araf (10) ne zaman kırlangıç gibi olacağım. pervigilium veneris (11) aquitane prensi yıkık kulede gerard de nerval (12) ver. duyuları paylaş. denetle. upanishad'dan (13) barış. barış. barış.
·
1.287 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.