Tanrı’nın mutlak biricikliğini ileri süren bir sure’nin vahyinin ortasında, Şeytan, vahiy meleği Başmelek Cebrail’in kimliğine bürünerek, Islâm-öncesi Arap pantheonu’ndaki kadın tanrıçaları över. Bunun üzerine peygamber, BİR’in kendi hükümranlığını, birkaç İLAHE’nin aracılığıyla paylaştığını duyurur! Kuşkusuz, bu olay peygamberin, bu tanrıçalara tapan çoktanrıcı düşmanlarıyla siyasal bir uzlaşma peşinde olduğu dönemde cereyan eder. Dolayısıyla, peygamber Şeytan’ın, hakiki sözü bozmak için bu uzlaşma igvasından yararlandığını hemen fark edememiştir. Peygamber bu yanılgıdan hemen dönmüş olsa da, yalan, kısa bir süreliğine, hakikatin bir sözüymüş gibi tezahür edebilmiştir.
Anlatısı, kurucu bir hakikatle geçerliliğini sağlamış değilse kökene inanç olmazdı; bu hakikat, varlık ile söz arasındaki uyum ilişkisinde yatar. Hakikat, kökensel olarak ortaya konulamıyor ise aşkınlık olmaz, köken oluşamaz; her şey bir masal, yanılsama ya da hezeyan halini alır. Oysa, Rüşdi olayı, hakikat ile kurgu arasındaki bu kırık çizgide ortaya çıkar. Yaşadığımız çağ, bu bölünme kaçamağının trajik sergilenişi olmasa idi, kökenin malzemesine değinen, Müslüman âlemdeki her entelektüelin yaşadığı dehşetin, vuku bulmuş gerçek şiddetlerin hiçbir varlık nedeni de olmazdı (...)
Yazar, yalan sözün anlık olarak hakikat görünümü aldığı Şeytan Ayetleri bölümüne dayanır ve sözün bu gaspına bir devam önerir: Peki ya Şeytan farkına varılmadan vahyi dikte ettirmeye devam etmişse, ya hakikat kılık değiştirmiş bir yalansa, ya her şey yalnızca bir kurgudan ibaretse? Dolayısıyla, roman, kökenin hakikatine kötülük fısıltılarının sızabileceği ve bir başıboşluk, kafa karışıklığı hikâyesi, doğru ile yanlışın, gerçek ile kurgunun çözümsüz karışımı halini alabileceği şeklindeki gizli bir varsayımdan yola çıkar.
Sayfa 39