Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Sahabeyi Ehli Sünnetten Sayma Problemi ve Ehli Sünnetin Sınırlanması
İşte bu noktada biz, aşağıdaki şu soruları sorup onların cevabını aramak suretiyle konunun biraz daha açığa çıkarılmasını saglayabiliriz: Söz konusu bu "Cemaat"in, “Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat" olduğunu ve dolayısıyla “Cemaat"ten ayrılan bu gibi fırkaların, aynı zamanda “Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat"ten de ayrılmış olduğunu, söyleyebilir miyiz? Şayet söyleyebilirsek bu, Ehl-i Sünnet'in, bütün bu firkalardan önce de var olduğunu göstermez mi? Böyle bir Ehl-i Sünnet'in, sahabenin tümüne şamil olacak şekilde var olduğunu kabul edersek, o takdirde bu tür bir “Ehl-i Sünnet” gerçek anlamda bir mezhep midir? Yani daha sonra gerçek boyutları ile ortaya çıkan ve özellikle de Ahmed b. Hanbel, Eş'arî ve Mâtüridi gibi imamların temsil edip başını çektikleri bir Ehl-i Sünnet gibi, onları da bir manada mezhep mi sayacağız; yoksa bunlara, Kur'an ve sünnete uyma fikrini benimsedikleri için mi “Ehl-i Sünnet” denilebilmektedir? Dahası bu ilk “İslam Cemaati”ni oluşturan bütün Müslümanların, özellikle de ileri gelen sahabenin görüşleri, gerçekte birbirinin hep aynı mıdır? Yoksa Atay'ın dediği gibi, “İslamda fikir ayrılığı ve görüş farkı Hz. Peygamber zamanında bile bir var" mıydı? Ayrıca acaba sahabenin tümü, daha sonraları oluşan “Ehl-i Sünnet Mezhebi'nin temel siyasî-itikadî görüşü niteliğindeki “İmam/devlet başkanı, haddi aşan baskıcı bir zalim (câir) de olsa ona karşı gelinemez.” düşüncesine sahip miydiler? Ehl-i Sünnet düşüncesinde olanlara göre, ilk dönemden itibaren “İslam Cemaatı”ni oluşturan büyük çoğunluk, sözü edilen bu erken dönemlerde “Ehl-i Sünnet” ismi de dahil olmak üzere belli ve özel bir isimle anılmasalar bile, bunlar, onlara göre, yine de “Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat”i oluşturmaktaydılar. Çünkü bu düşünceyi benimseyenlere göre, söz konusu büyük İslam toplumunu bir arada tutan husus, onların, Kur'an ve sünnete olan bağlılıklarıydı. Dolayısıyla yine onlara göre “Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat" olmaya daha lâyık olanlar da onlardı. Ancak burada hemen şunu belirtelim ki, bu bağlamda ele alınılan bir “Ehl-i Sünnet", gerçek bir mezhep hüviyetine kavuşmuş olmak bakımından, hiçbir zaman diğer mezheplere alternatif olacak düzeyde bir mezhep değildi. Daha doğrusu bu anlamdaki bir Ehl-i Sünnet'i bir mezhep olarak görmek mümkün olamaz; çünkü belirtilen dönemde, daha sonra ortaya çıkan tüm mezheplere de kaynaklık eden pek çok insan ve bu pek çok insanın herbirinin, temel İslamî inançlara bağlı kalmakla birlikte, kendine özgü bazı düşünceleri ve davranış biçimleri söz konusuydu. Daha henüz “Ehl-i Sünnet” isminin tedavülde olmadığı dönemdeki insanları sözü edilen isim içine sokmak suretiyle onları “Ehl-i Sünnet" olarak görenlerin bakış açısına göre, her ne kadar söz konusu dönemin insanları isim olarak bu şekilde anılmasalar da asıl olan “Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat"tir. Bunlara göre Şia ve Havâric gibi diğer muhalif gruplar ise, bu asıl olandan, yani “Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat”ten ayrılmış olanlardır. Çünkü asıl olanın, kendisini diğerlerinden ayırt edici nitelikte özel bir isim almasına ihtiyacı yoktur. Bilakis bir isimle nitelendirilmeye ihtiyacı olanlar, sözü edilen bu "asıl"dan ayrılmış olanlardır. Nitekim bu bağlamda kendisine “Ehl-i Sünnet'in tanımını soran birisine İmam Malik; “Onların kendisiyle tanınıp-bilindikleri herhangi bir lakapları/unvanları yoktur; onlar ne Cehmî, ne Rafizi ve ne de Kaderi”dirler." demektedir. Anlaşılan İmam Malik'in Ehl-i Sünnet'ten anladığı, Kur'an ve Sünnet'e önem verip icmâ'ı benimsediği halde henüz herhangi bir isimle de anılmayan, ancak her zaman ekseriyeti oluşturan büyük Müslüman toplumudur (Cemaat). Olayı bu yönüyle ele alıp da Hz. Peygamber ve ashabını “Ehl-i Sünnet” olarak tanımlarsak, o takdirde bu durum bizi, Ehl-i Sünnet'in, bu anlamda gerçek bir mezhep olmadığı sonucuna götürür. İlk dönem büyük İslam toplumunu/cemaatini ifade etmek maksadıyla kullanılan bir “Ehl-i Sünnet'in, en azından “fırka” anlamında bir mezhep olmadığı ortadadır. Dolayısıyla bu, olsa olsa sahabeden başlamak üzere bir “cemaat” sürecinin ve anlayışının günümüze kadar sürüp-gelmesini bize gösterir ki, bu anlamda bir “cemaat” ise, hiçbir zaman fırka düşüncesini akla getirmez. Durum böyle olunca da, büyük İslam toplumundan ayrılan Haricilik ve Şiîlik gibi diğer bir takım marjinal firkalar için kolayca belirleyebileceğimiz bir başlangıç tahdidine, Ehl-i Sünnet için gidemeyiz. Yani Ehl-i Sünnet için bir başlangıç tarihi verme imkânı yoktur. Dolayısıyla işte bu noktada bir takım halkalardan söz edilebilir: a) Kendileri için bu ismi kullanmadıkları halde “Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat” diye itibar olunanlar: Bunlar, sahabe ve tabiîndir ki, bunlara, aynı zamanda “selef-i sâlihîn” de denmektedir. b) “Selef-i sâlihîn” diye adlandırılan sahabe ve tabiînin yolunu hararetle savunan, onların her türlü söz ve davranışlarını benimseyip sürdürmek gerektiğini söyleyen ve kendileri için, “Ehlü's-Sünne”, “Ehlü's-Sünne ve'l-Eser”, “Ehlü's-Sünne ve'l-İstikame”, “Ehlü's-Sünne ve'l-Hadîs” gibi isimleri kullanan zümrelerin teşkil ettiği halka. c) Kelam'ı, Ehl-i Sünnet düşüncesinin savunulması için bir araç olarak kullanan ve bu yönleriyle Selefî metodu terkeden üçüncü halka: Eş'ari'den sonra gelen Ehl-i Sünnet kelamcıları bu yolu takip ederek Ehl-i Sünnet'in temel görüşlerini belirlemişlerdir. Nitekim kelamın işin içine girmesiyle birlikte, daha önceleri farklı bir takım anlamları da ifade etmek üzere kullanılan “Ehl-i Sünnet”, böylece kurumsallaşmak suretiyle kelamî anlamda zamanla gerçek bir mezhep olma özelliğine kavuşmuştur. İşte bu noktadan sonra, diğer bütün mezheplerin farklı her bir görüşüne karşı ve bir aksulamel mahiyetinde, daha çok sünnete (sahabe geleneğine) dayanarak o istikamette görüşler belirtilmiştir. Böylece akâid tarihi ve kelam kitaplarında, “Ehl-i Sünnetin görüşü budur."; ya da “Ehl-i Sünnet mezhebi bu görüştedir.” şeklindeki ibarelerle “Ehl-i Sünnet” adı daha çok kullanılır olduğu gibi, aynı zamanda artık Ehl-i Sünnet, diğer mezhepler karşısında kendisinin de bir mezhep olduğu sonucuna ulaşmıştır. Buraya kadar yapmış olduğumuz genel mulahazalardan sonra sonuç olarak şunu diyebiliriz. Her ne kadar gelenekçi Müslüman âlimler, İslam'ı, daima “Sünni" olarak görmüş ve dolayısıyla “Sünni İslam"ın da her zaman var olduğunu söylemişlerse de, yine de bu durum, “Sünni” düşünceye zit diğer unsurların, ya da en azından tezahürlerinin de var olmadığını göstermez. Kaldı ki, "Sünni İslam”ın başlangıçtan itibaren var olageldiği iddiası, daha çok, Sünnî unsurların tezahürlerinin her zaman var olduğu anlamında doğrudur. Yoksa kavramın daha başlangıçtan itibaren var olduğunu, kullanılageldiğini söyleyemeyiz. Biz işin Ehl-i Sünnet fikriyatını oluşturan itikadî ve ameli unsurlarına gelirsek, amelî konulara nazaran kelamî ve itikadî inançlar hususunda -kesin bir ittifak olmasa bile- daha çok yakınlıklar bulunduğunu görebiliriz. Bununla birlikte, bu ilk dönemlerde, Ehl-i Sünnet'in itikadî görüşlerinin teşekkülünde ilk ve önemli isimlerden sayılan İmam-ı A'zam'a nisbet edilen el-Fikhu'l-Ekber gibi bir eserde sergilenen sade ve özlü bir akide üzerinde bile tam bir ittifak sağlanamamıştır. Ebû Hanife'nin, özellikle iman hakkındaki görüşleri, kendisini "Ehl-i Sünnet” içinde mütalaa edenlerin bütünü tarafından kabul görmemiş ve bu yüzden o, Mürcie’den sayılmıştır. Bununla birlikte, Sünni oluşum, esasen itikadî konuların tartışılmaya başlanmasıyla birlikte belli bir sürece girmiştir. Nitekim bu süreç, ümmet içinde aykırı seslerin yükselmesi, “bid'at” kabul edilen ve “sünnet”e ters düştüğü ileri sürülen inanç biçimlerinin çoğalmasıyla daha da hızlanmıştır.
Sayfa 97-100
·
61 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.