Senin de ellerine sağlık, çok hoş yazmışsın.
Öncelikle söylemek isterim ki bir roman sadece güzel yazılırsa kaliteli bir roman olmuyor, kötü yazılsa da olmuyor. Mizancı'nın bu eseri ve Nabizade Nâzım'ın Zehra'sı kanıtlıyor bunu. Turfanda mı Yoksa Turfa mı? biçim, ruhsal çözümleme ve kurgu sıkıntısı büyük olan bir roman. Öte yandan yıllar önce bize gönderilen uyarı niteliğinde ve düşünsel açıdan gayet iyi bir roman. Zehra'ysa biçimi yer yer kuvvetli diyebileceğimiz bir yapıya sahip ama düşünsel açıdan o kadar sığ bir roman ki, bu sığlığı biçmine de vuruyor. Bazen öyle saçma cümleler, öyle saçma durumlar oluyor ki romanda, şaşırıp kalıyorsun; böylece romanın bir değeri kalmıyor. Her ne kadar biçimin önemi olsa da romanın düşünsel açıdan yetkinliği daha önemli. Rus edebiyatında Tolstoy'a da ''kaba bir üslupla'' yazıyor derler ama Tolstoy romanlarının düşünsel açıdan ne kadar kuvvetli olduğu su götürmez.
Ben Mizancı'nın kadınlara bakış açısını Şemsettin Sami'ye benzettim; ikisi de bazen kadınların sesine kulak verirken, bazen vermiyorlar. Fakat şüphesiz ki diğer Tanzimat Dönemi yazarlarından farklılar. Namık Kemal gibi, Nabizade Nâzım gibi değiller ya da Ahmet Mithat gibi ''kripto kadın düşmanı'' değiller. Dediklerin doğru ama yine de Mizancı ''ideal ve ahlaksız'' kadınlarla bir toplum birimi oluşturabilmiş, diğerlerinin aksine. Mizancı'nın bu tutumu bence gayet iyi.
Devlete yönelik eleştiriler romanın ana unsuru ve romanı özelleştiren de bu. Diriliş romanı kadar olmasa da bu roman devleti iyi eleştiriyor. Yetkililerin eğitime hiç para harcamaması, işveren sisteminin oturmaması, nitelikli insanların olmaması, toplumun gittikçe sığ kafalı insanlara dönüşmesi ve daha birçok şey. Tanzimat Dönemi'ne göre bu eleştiriler yabana atılacak eleştiriler değil. O dönem çok karmaşık bir dönemdi ve ''Osmanlı''da yaşadıkları için sıradan insanlar politikayla uğraşmıyordu. Edebiyatçılar ve politikacılar uğraşınca da ne kadar büyük eksiklikler olduğunu görüyordu; eğitim sistemi yok, borçlar had safhada, her şey batmış ve gelecek nesiller tehlikede... Aslında Mizancı bu romanla kendi zamanını uyararak geleceğe de atıfta bulunuyor.
Padişah da oldukça otoriterdir. Shakespeare'in tarihi oyunlarına ve diğer tarihi romanlara bakarsak, bazı hükümdarların çok da ''totaliter'' olmadığını anlarız. Shakespeare oyunlarında hükümdarların arkadaşları olur, bazen şakalaşırlar ama yine de onlar ''hükümdar''dır. Hatta bu Notre Dame'ın Kamburu'nda, Victor Hugo'nun XI. Louis'yi yansıtma şeklinde de böyledir (Victor Hugo da bir tarihçidir). Yani diğer ülkelerin hükümdarlarının bazı ''esnek'' diyebileceğimiz durumları olur ama Osmanlı'da böyle değildir. Padişah oldukça totaliterdir ve hataya, başkaldırmaya lüzumu yoktur; Osmanlı'nın bu kadar gelişmesinde de büyük bir etkisi olmuştur bunun (bunun hakkında makale yazacaktım ama sonradan vazgeçtim). Yani Mizancı Murat'ın ve diğer tüm Tanzimat romancılarının ''Padişahım çok yaşa'' tutumu gayet normaldir.
Biz yıllardır gelişemiyoruz ve aynıyız, dediğin gibi. Toplum hâlâ sığ kafalı insanlarla dolu ve hâlâ saçma sapan bir sınavla insan yetiştireceğimizi sanıyoruz. Eğitim o kadar önemli bir şey ki! Eminim Napoleon bu çağda yaşasaydı ve Türk olsaydı ''para, para, para'' demek yerine ''eğitim, eğitim eğitim'' derdi; çünkü Marmara Denizi'nin bu hale gelmesi, ülkemizin bu durumlara gelmesi, insanların kalitesizleşmesi, bütün bu olayların hepsi eğitim kaynaklı. Zihniyetimizi değiştirmemiz gerekiyor! Köklüce bir değişiklik yapmalıyız ve gerçekten ''nitelikli'' insanlar yetiştirmeliyiz. Bu ülkede sınava giren insan öğretmen oluyor! Böyle ilginç bir sistem olabilir mi? Öğrenci yetiştiren, gelecek nesillere rehber olan öğretmen bile çok çok rahat olabiliyorsun bu toplumda (ve atanamıyorsun).
Sana başka bir şey daha söyleyeyim: Geçen gün ablamın bir sınavına girdik, bir baktık kaç soru var, elli soru! Bir sınavda elli soru var! Bir insan elli soruyu çözerek bir konuyu ölçmüyor ya da elli soruyu çözünce bilgili olmuyorsun. Bilgiyi ölçmeyen, hiçbir şeyi ölçmeyen saçma bir eğitim-öğretmen-öğrenci üçgeninde sıkışmış durumdayız. Üniversite hocaları nasıl ''üniversite hocası'' oluyor? YDS'ye ve ALES'e girip yüksek puan alıyorlar ve ''üniversite hocası'' oluyorlar, ölçüt buymuş gibi. Tabii ki bu sınavlardan yüksek alırsan iyi bir hoca oluyorsun (!). Şimdi bana diyeceksin ki ''Tamam, eleştirmeyi biliyorsun ama çözüm önerin ne?'' Benim önerim eğitim sistemini kökünden değiştirmek ve öğretmen olmayı daha zor hâle getirmek (öğretmenliğin bu kadar yaygın olduğu nadir ülkelerdeniz). Aslında bize Martin Luther'in eğitim alanında reform yapan versiyonu ve yeni bir Voltaire lazım, ''aydınlanma''ya ulaşmak için. İlkokuldan başlayıp (çocukluk çok önemli) sağlam bir eğitimle üniversiteye kadar giden eğitim sistemi olmalı. Nitelikli insanlar yetiştirmeli bu toplum, böylece ülke de nitelikli olacaktır. Örneğin şu yapılabilir: Amerika'da devlet okullarında okuyan insanlara ek puan veriliyor, burada da öyle olmalı. Kolejde okuyan bir insanın eğitim durumu ve kafasındaki rahatlıkla, devlet okulunda okuyan bir insanın eğitim durumu ve kafasındaki rahatlık aynı mı? Bunun da önlemi alınmalı. Bu sadece bir örnek, daha birçok şey var. Neyse, daha fazla uzatmayayım lafı. Eksiklikleri kapatabilecek birçok şey var. Her şey eğitimle oluyor. Eğitim, eğitim, eğitim... Mizancı'nın bu romanı da buna vurgu yaptığı için bu kadar değerli.
Türk toplumu aydın insanlardan nefret ediyor ama onlara gerekli olan aydın insan. İnsanların aydın insanlardan nefret etmesinin nedenlerinden biri topluma ve toplumun olgularına aykırı şeyler yapmaları; bizim toplumda da ''bilgili'' olmak çok alışıldık bir şey olmadığı için, ister istemez dışlıyorlar böyle insanları; düşünmek bile lüks olmuş artık dünyada.