Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

296 syf.
8/10 puan verdi
·
4 günde okudu
MAARİF VE HİZMET HER ŞEYDİR
- Bu hayatta sevmediğin şey ne? Onu söyle. - Her şey; durmadan öteye beriye koşmalar, küçük ihtiras oyunları, hele de açgözlülükler, rekabetler, dedikodular, birbirine çelme atmalar, birbirini tepeden tırnağa süzmeler. (...) Bunlar arasında insanlık nerede? İnsanlık ufak paralar haline gelmiş. (İvan Gonçarov, Oblomov, s. 213) Tanzimat Fermanı’yla birlikte her sahada hız kazanan yenileşme hareketleri, Osmanlı'da insanların yaşantısını ve edebiyatı derinden etkilemiştir. Mizancı Murat, ''politikacı bir fikir adamı'' olduğundan, romanında siyasetten ekonomiye, bürokrasiden eğitime kadar birçok farklı konuyu ele almıştır. Aydın Türk genci kişiliğini Mansur ile yansıtan Mizancı Murat, memleketi geri kalmışlıktan kurtaracak yegâne çareyi “maarif” olarak göstermiştir. Mansur, tıp eğitimini aldığı Paris'ten İstanbul'a gelip, kendini devlete ve geleceğe adamak isteyen bir gençtir. Mansur ''çocukluk çağına veda etmek üzere bulunan''¹ bir gençtir; o, artık devletin, milletin geleceği üzerine düşünen ve sorgulayan bir ''aydın''dır. Paris'te tahsilini vermiştir fakat yine de Osmanlıdır. Mansur'un çocukluğu ''ataerkil'' bir ailede geçmiştir. Annesi bir cariye, babası bir ''kahraman''dır. Kibirli, zeki ve içe dönük bir çocuktur. Toplumsal açıdan herkesten üstün olmayı, kimseye yenilmemeyi çok ister. Bunun için de yapabileceğinin en iyisini yapmaya her zaman özen gösterir; fakat küçüklüğünde bunları bilinçli yapmaz, bu, Zehra'nın tahsilini engelledikten sonra ''Kendimi affedemiyorum'' demesinden bellidir. Onun bu ''üstün olma aşkı'' ailesinden ve ''erkeklik''inden gelir. Bu aşk, onun kişiliği ile bütünleşmiştir. Mizancı Murat, Mansur'un kişiliğini, çocukluğuyla birlikte, çok hoş anlatır. Onun bu ''geriye dönüş''ünde Oblomov havası vardır. Tıpkı Oblomov gibi, Mansur da geriye dönüp kendine bakar ve nasıl bir insan olduğunu sezinler. Mansur, Oblomovka'da değil de, tıpkı onun gibi rahat bir yerde çocukluğunu sürdürmüştür. Politikanın içinde doğması ve savaşları görmesi onun kişiliğini büyük ölçüde etkilemiştir. Oblomov, hayattaki ''ihtiras oyunlarından'' bıkmış ve artık hayattan umudunu kesmiş bir adamdır. O eylemsiz bir tutunamayandır. Oblomov, Oblomovka'da yetişmiş ve gayet rahat bir çocukluk geçirmiştir. Ama iş hayatında çok baskı gördükten sonra ve hayatın, insanların pek de çekici olmadığını anladığında, her şeyden elini ayağını çeker; kendi kendine ve hayata başkaldırır. Mansur öyle değildir; hem eylemlidir hem de tutunabilmiştir hayata. O, pislik memurları ve aşağılık düzeni görünce pes etmez, aksine daha da hırslanır. Geçmişten ders alır ve geleceğe odaklanır. Onun ''idealistliği'' de bundan kaynaklanır. Sonunda da insanlara faydalı olmak için birçok şey yapar ve tutkusunu gerçekleştirir. Annesi ''yüce hilafet merkezi İstanbul''a gitmeyi çok ister. Bundan dolayı Mansur'da ''İstanbul'a karşı hususi bir muhabbet'' peyda eder.² Mansur İstanbul'a gelince hem bu şehri görmeyi çok istediği için, hem de şehrin güzelliği onu büyülediği için insanlara hiç dikkat etmez. Onun için önemli olan İstanbul ve kendisi arasındaki bağdır. Romanın başında Mansur'un aklı başından o kadar gitmiş ve İstanbul'u o kadar derinlemesine incelemiştir ki, ''kibirli Mansur'' onun çenesini okşayıp terbiyesizce muamele eden memura cevap vermez, neredeyse umursamaz. Daha sonra Mansur amcası Şeyh Salih Efendi'nin yanına gelir. Sivri zekâsını ve kararlılığını amcasının yanında da gösterir. O, ''yüce hilafet merkezinde, padişaha sadık kullar arasında'' yaşamak ister. Buna kararlıdır. Kararını ve donanımını amcası da fark eder. Mansur için yolculuk ''İstanbul''la başlar; artık topumdaki rolüne daha fazla kafa yormalı, daha fazla yazmalı ve daha fazla düşünmelidir. Çünkü artık çocukluk âlemi çok uzaklarda kalmıştır. Mansur etrafındakilere takılmadan kendi yolunu çizmeyi öğrenmiştir. Bu hayatta el âlemin ne dediğinin bir önemi olmadığının bilincindedir. Fransa'da da tek başına, parlak bir öğrenci olarak, kendi ayakları üzerinde durarak tahsilini vermiştir; burada da aynı şeyi yapabilir. Amcasına da der: ''Hareketlerimi şunun bunun bileceğine, diyeceğine göre ayarlamıyorum. Vicdanımın hükmü onu icap ettiriyor.''³ Kendini, devletini ve milletini geliştirmek adına her şeyi yapmaya kararlıdır. Öyle ki, bolluk içinde yaşayacağı halde daha nitelikli bir insan olmak için çabalar. Başka biri gibi değil, ''kendi gibi'' olmak ister. Bu da tabii akıllara hemen Coriolanus'u getirir: ''Onların isteğine göre hükmetmektense, Kendi düşünceme hizmet etmeyi tercih ederim.'' (William Shakespeare, Coriolanus'un Tragedyası, s. 47) Mansur, her ne kadar özgüveni olsa da, kadınlara karşı biraz pasiftir ve onlardan hemen etkilenir. Bunun nedeni küçükken Zehra'nın tahsilini engellemesidir. Bu onda hem Zehra'ya karşı, hem de tüm kadınlara karşı bir çekingenlik oluşturmuştur. Mansur kadınlarla konuşurken hemen kızarır ve utanır; zaten Zehra'ya da bir şey söyler fakat sonradan söylediğine pişman olur. Mansur, İstanbul'da yerini oturttuktan sonra, iş hayatına ve ideallerine daha çok zaman harcar. Mansur yavaş yavaş iş dünyasına ve devlet dairesine girdiği için devletin işleyişini görmeye başlar. İlk gittiği yerde maaşlar saçma bir şekilde dağıtılıyordur. Büroda bulunan 30 kişinin 27'si aynı işi yapıyordur. Yani bu para israfından başka bir şey değildir. Liyakat da yoktur; zaten bütün sıkıntı da budur. Yeni gelene bir sürü para verme olasılığı bulunur kurumun. Fakat ''yüz elli kuruş alanlardan biri, on sekiz senelik muntazam memur'' olabilirken, bin beş yüz kuruş alabilen biri de değersiz biri olabilir. Yani ''etek öpen''ler daha fazla kazanırken, işini layıkıyla yapanlar emeğinin karşılığını görmez. Hayatta gerçekten ''etek öpen'ler, dalkavuklar ve şakşakçılar kazanır; zaten Oblomov'un da yakındığı ve hayattan soğuduğu durumlardan biri de bu değil midir? Böyle bir düzene ''düzen'' denilebilir mi? Üstteki insanlar işini layıkıyla yapmıyor, alttakiler de el etek öpüp terfi alıyor. Böyle olunca ''eten öpen''lerin kurumu da, devlet de zarar görüyor; oradaki çalışanlar ve işini layıkıyla yapıp da terfi alamayanlar bıkıyor. Ki, eğer çalışıp da hakkını alamıyorsan çalışmanın manası ne? Çalışmayıp da para alıyorsan o paranın hayrı ne? O zamanki işveren sistemiyle şu anki işveren sistemi benziyor maalesef. Her ikisi de ''Biri giderse diğeri gelir, az para vereyim de ne olursa olsun'' ideolojisinde. İşini iyi yapmış, kötü yapmış, işçinin memnuniyetiymiş, kimin umrunda! Böyle olunca da ne kurum hayır görüyor, ne devlet. O zamanki devletimize ne olduğu ve şu an hâlâ nasıl devam ettiğimiz ortada... Bu yüzden Mansur'un başkaldırması takdir edilecek bir şeydir. O, tüm ''ezilenler''i temsil ederek savunur kendini. ''Biricik Sadrazam''a ve mümeyyize söyler fakat kimseden düzgün bir cevap alamaz. İşçinin konforu ve zihnen rahat olması önemlidir fakat bunu umursayan var mıdır? Bütün bu pisliklere rağmen Mansur yolundan sapmaz, yine de geleceğe ve milletine hizmet etmek için çabalar; idealistliğinden hiç ödün vermez. Şu da bir gerçektir ki, Mansur'un zihnen rahat olması ve maddi sıkıntılarla uğraşmaması, onun başkaldırması için büyük bir sebeptir. Fakat Mansur başkaldırdığında, diğerleri ona destek vermez, hatta onun ''çıldırdığına'' hükmederler. Çünkü çoğunun gözü paradan ve bu pislik sistemden kör olmuştur. Onlar portrenin tamamını görmezler, tüm sistemlerin vahim durumunu fark etmezler, etmek de istemezler. Onlar sıcacık yataklarında uyurken, Bekir Efendi gibi insanlar zor geçinir, emeğinin hakkını alamaz. İleride Raşit Efendi gibi birine bile ''dört bin kuruş'' maaş vereceklerken, Bekir Efendi on sekiz yıl çalışır ve ''yüz elli kuruş'' maaş alır. İşte Mansur'un görevi de budur: Sistemin çürük yerlerini göstermeye çalışmak ve insanların haklarını geri almasına yardım etmek. ''Madem ki efendimiz, birtakım ehliyetsizlikler kalemlere girmek yolunu bulmuşlar, hatta beş kişi lazım olan bir daireye on beş, yirmi kişi alınmış, sandalyeye oturabilmeleri için bir çeşit nöbet usulünü icat etmeye mecburiyet hâsıl olmuş, diğer taraftan efendimiz adam bulmaktan aciz kalıyorsunuz, bu surette adamlar yetiştirilemeyeceğini de biliyorsunuz. O halde gerekli vasıfları taşımayan gençler kaleme niçin alınmış? Bir kere alınmış ise niçin hâlâ tutulup, hem kendilerine yazık ediliyor, hem de boş yere hazine zarara sokuluyor?'' (s. 193) Mansur bir idealisttir. O, akıllı insanların, tahsil görmüşlerin ve bilimle uğraşanların geleceğin efendisi olacağını belirtir. Bu konuda çok haklıdır; çünkü Osmanlı'nın yıkılmasının bir sebebi de bilimsel gelişmelerden geri kalmalarıdır. Mansur bunu öngörmüştür, ''kalem kılıçtan keskindir'' düşüncesindedir. Düşüncesini Ahmet Şunudî'ye, Emin Paşa'ya, Mehmet Efendi'ye ve amcasına anlatır. Fakat Mansur onlar için ''başka bir adam''dır.⁴ Devlet için, gerçekler için savaşır ama onun silahı kılıç değil, kalemdir. ''Herkesi okumak ve eğitmek! Vakıa bunlar mühim şeyler demektir. Lakin Osmanlıların doğuştan kabiliyetleri bunu pek kolaylaştırır. Vatan çocuklarına kültür vermeli ve bu kültürün iyi kullanılması çarelerini göstermeli. (...) İslam birliğinin kurulmasını sağlayacak kılıç değil, maariftir. Çağımızda bilhassa gelecek yüzyıllarda uyanmış, milli vazifesinin ne olduğunu kültür sayesinde öğrenmiş bulunan milletlerin ehemmiyetinin başka türlü olacağı şüphesizdir. Bu asil milletin yabancı memleketlerinde okumuş, haklar elde etmiş vatansever evlatları, böyle bir nüfusun temini için kılıcın kullanılmasına lüzum bırakmayacaklardır.'' (s. 123 - 137) Mansur ile Emin Paşa arasında geçen diyaloglarda da Mansur maarif ve hizmet aşkını gösterir; bu diyaloglar, Mansur'un idealistliğini ve geleceğe yönelik düşünce sistemini açıklar. Emin Paşa ''Emir kuluyuz: 'Böyle edin, şöyle yapın, uydurun' diyorlar. Biz de uydurup gidiyoruz,''⁵ der. Mansur buna çok sinirlenir çünkü bunun hiçbir manası, hiçbir mantığı yoktur. Devleti yönetenlerin, toplumu kontrol edenlerin bu kadar ahmak olduğunu görünce hem hiddetlenir, hem de çok şaşırır. Emin Paşa günü geçirmek istiyordur, onun için geleceğin bir önemi yoktur; geleceği düşünmeyi ''başkalarına'' bırakır. Mansur ise ''Şu politikanızın neticesi bulunacak felaketlerden dolayı, gelecek nesillerin lanetine uğrayacağınızı hatırınıza getirince rahatsız olmaz mısınız?'' der. Ayrıca ''Düşünmeksizin, sadece bugünü gözeterek hissi davranmaktan tahmin edilemeyecek neticeler çıkabilir. Olgun insan için yarını düşünmek lazımdır,'' der ve bu açıdan o olgun bir insandır. Onun amacı bugünü kurtarmak değil, gelecek nesilleri kurtarmaktır. Amacı kendi ''ideal devlet''ine hizmet etmektir. O hizmet etmek ister fakat toplumdaki insanlar sadece kendilerini düşünen, kıt akıllı varlıklara dönüşmüşlerdir; dolayısıyla Mansur'u kimse anlamaz ve anlamak da istemez. Ona ''başka bir adam''dır derler, ''Çocuktur, kanı kaynıyor,'' derler. Yani her zaman Mansur'u yargılamak ve ötekileştirmek isterler. Gerçek bir ''Müslüman'' ve gerçek bir idealist olan Mansur, çevresi tarafından saçma kalıplara kurban gider. ''Gevşeklik zamanı değil, metanet ve gayret zamanıdır. Devlet kendisine hizmet edeceklere muhtaçtır. Bunlar hizmet erbabı değil, memleketin kanını emmekle meşgul sülüklerdir. Padişahımızın sadık kulları unvanını taşımak için her nasılsa yol bulmuş olan bazı kimselerde, kendi alçaklıklarını örtbas etmek için, hayatları pahasına korumaya şeriat, kanun, vicdan bakımından mecbur oldukları o yüce makamı sebep göstermek gibi münafıkça kasıt, kesin ısrar var! Bundan bayağı, bundan aşağılık bir fikir tasavvur olunmaması lazım gelirken, ortalıkta kandırılanlar çoktur. Hakiki durumu anlatmak ve göstermek için maarif seferberliğiyle bir gün evvel sadık kulların gözlerini açmak lazımdır.'' (s. 198) Maarifin önemi hakkında somut bir örnek vereyim: Sovyetler Birliği’nin sona ermesi ve 1980’li yıllardaki kredi temelli ekonomik gelişme Finlandiya'da 1990’lı yıllarda ekonomik durgunluğa sebep oldu. Durgunluk döneminin en kötü zamanları 1990’lı yılların başlarına denk geldi.* Finlandiya’da işsizlik çoktu, devletin parası azdı ve birçok şirket iflas etti. Yaklaşık 1995 senesinden sonra Finlandiya’da ekonomik gelişme başladı.** En önemli şirketlerden biri cep telefonu üreticisi Nokia’dır. Finlandiya 1995 senesinde Avrupa Birliği’ne katıldı ve para biriminin Euro olarak değiştiği ilk ülkelerden biri oldu. Peki şu an oraya çağırsalar koşa koşa gideceğimiz Finlandiya nasıl bu kadar gelişti? Dönemin hükümeti tüm bakanlıkların bütçesini yarıya indirdi ve eğitim bakanlığının bütçesini iki katına çıkardı. Böylece uzun vadeli bir gelişme katedildi. Zamanla ekonomi iyileştirildi ve borçlar kapatıldı. Bunların hepsi ülkede nitelikli insan yetiştiği için oldu. Ülkenin şu anki durumu ve gelecek nesiller için maarif her şeydir, bunu Finlandiya örneğinden de açıkça görebiliyoruz. Mansur ile Zehra ilişkisi romanda çokça yer eder. Zehra zamane gençlerini görüp de herkesle ilişki kurduklarını ve ona buna güldüklerini fark edince, insanlığa olan sevgisi azalır. Çünkü evli bir kadın bile kocasının başka bir kadınla fingirdeştiğini görünce ona kızmaz, azarlamaz, hatta bir nevi destekler bile. Zehra bunu görünce rahatsızlığı bir kat daha artar. Toplumun ahlak yapısı buna dönüşmüştür ve Zehra bunu kabullenemez; çünkü bir şeyhin evinde ''Müslümanım'' diye geçinen insanların bunu yapması ona garip gelir. Böylece Zehra, gördüğü her genci aynı sınıfa koyar ve Mansur da bu sınıfa girer. Onu sevmemesinin nedeni hem çocukluğudur, hem de bu nedendir; aslında seviyordur fakat kendine itiraf edemiyordur. Hatta insanlara ''Ah, bu ne rezalet, bu ne ayıp! Müslümanlık adabı nereye gitmiş? Babalar, analar, kardeşler buna nasıl tahammül ediyor?''⁶ diye yakınır. Bu nedenden dolayı Mansur'la hatırı sayılır bir zaman ayrı kalır fakat sonradan, ''yıldırım olayı'' ile kavuşurlar. Sabiha Hanım olayı da ilginç bir olaydır. Toplum ve insanlar öyle bir hale gelmiştir ki, doktor olan Mansur'u kendi vücudunu ve ''göğsünü'' göstermek için kullanır Sabiha Hanım. Mansur terbiyeli bir şekilde muayene edip de baştan çıkmayınca Sabiha Hanım sinirlenir, onu vücuduyla ve cinselliğiyle dürtememiştir. Sabiha Hanım hem böyle aşağılık bir şey yaptığı için, hem de Mansur'u böyle bir şey yapıp da dürtemediği için sinirlenmiştir. Şüphesiz ki o, ''aşk''ın ne olduğu hakkında düşünmemiştir; konakta bu kadar kargaşa olmasının sebebi de budur: yanlış kurulmuş ilişkiler. Mizancı Murat bu olayla zamane gençlerinin ahlak anlayışını sert bir şekilde eleştirir. Tanzimat romanlardaki çoğu karakterin aksine Mansur, ''gerçek bir dindar'', gerçek bir aydın ve iyi bir insandır. Sabiha hanım onu bile bu aşağılık yolla baştan çıkarmaya çalışmıştır. Daha sonra Mansur onu sert bir dille uyarır. ''Beni ölünceye kadar sevecek olan hanım, Göksu çayırı ile Kâğıthane yollarında rastgele çapkınlıkların edepsizliklerini kabul edemez, arabaya atılan mektubu açıp gülerek okuyamaz. Benim hürmet ve aşkımı kazanacak olan bir hanım, öyle yarı çıplak, yarı giyinmiş bir halde asılsız bir hastalık bahanesiyle vücudunu sergileyerek hayvanlığımı tahrike çalışmaz.'' (s. 145) Kitapta Mansur çevresinde gelişmeyen ya da politika ve devlet çevresiyle ilgisi olmayan konuların içi boş kalmış. Bazı bölümler Türk dizilerini çağrıştırmış ve bazı bölümler de çok yavan kalmış. Örneğin, Mizancı Murat, Zehra'yla Mansur'un aşkını biraz daha arka plana itseydi ve insanlara düzenin kötü yönlerini daha etkili bir biçimde gösterseydi daha iyi olurmuş. Sonlara doğru konağın yakılması durumunun ardından gelişen ''Mansur'un kahramanlığı'' da çok abartılmış; Mansur o zamanlarda kişiliğine pek de uygun düşmeyen ''kabadayılıklar'' yapmış. Kitapta da görüldüğü gibi Mizancı Murat bazen üslup ve ruhsal çözümleme sıkıntısı çekmiş. Sonda Mansur, evliliğinin tadını biraz çıkarır, okullar açar ve ''Reforma alt taraftan başlanmalıdır derler. Doğruymuş,''⁷ der. Bu söz Victor Hugo'yu destekler: ''Hiçbir yarasa şafağa karşı koyamaz. Toplumu alt katmanlarından aydınlatın.''⁸ Toplum aydın insanlardan hoşlanmaz ve onları dışlar. Tarihte insanlar, kiliseye karşı geldi diye Galileo'yu asmışlardır, Lavoisier'i idam etmişlerdir⁹ ve daha nicelerine de zulmetmişlerdir... Mansur'un da savaştan sonra durumu bir nevi böyle olmuştur. Mansur, Zehra ve diğerleri ne turfandadır ne de turfadır. Onlar her devlet için gerekli olan ''nadir'' varlıklardır; bir devlet böyle, ''gözü daima ileriye bakan''¹⁰ insanlar yetiştirilmelidir. Çünkü bir devlet ancak maarifle ve nitelikli insanlarla kalkınabilir. Günü kurtarmayla, ona buna atıp tutmayla, yavan bir eğitimle, bahane üretmeyle, toplumu boş vermeyle ve insanları suçlamayla değil. Faydam dokunduysa ne mutlu bana, keyifli ve verimli okumalar. EK: ¹(s. 17) ²(s. 27) ³(s. 50) ⁴(s. 140) ⁵(s. 197) ⁶(s. 90) * hizliresim.com/5at9hlq **hizliresim.com/1oqlz5x ⁷(s. 243) ⁸Victor Hugo, Sefiller, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, I. cilt, s. 857 ⁹Çağdaş kimyanın kurucusu kabul edilir. ''Kütlenin korunumu kanunu''nu bulmuştur. Lavoisier, boynunun vurulmasını beklerken kitap okuyordur. Cellat, onu giyotine götürmek için yanına geldiğinde, Lavoisier, nerede kaldığını unutmamak için okuduğu kitabın arasına bir kitap ayracı koymuştur. 8 Mayıs 1794 yılında idam edilmiştir (Bakınız: tr.wikipedia.org/wiki/Antoine_La...). ¹⁰(s. 4)
Turfanda mı Yoksa Turfa mı ?
Turfanda mı Yoksa Turfa mı ?Mizancı Mehmed Murad · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 20191,681 okunma
··
2.048 görüntüleme
Yasemin okurunun profil resmi
Eline, kalemine, zihnine sağlık; harika bir inceleme olmuş. Ben de seninkilere ilave birkaç düşüncemi söylemek isterim. Roman dediğin gibi biçim anlamında biraz sıkıntılı, kurguda bazı kopukluklar var, bazı cümleler anlaşılmıyor, çözümlemeler hatalı vs. Ama bunları bir kenara bırakırsak roman toplumsal eleştiri boyutuyla okumaya değer. Romanda iki türlü toplumsal eleştiri var: Biri kadın ve erkek ilişkilerine yönelik, diğeri ise devletin işleyişine. Kadın-erkek işleyişine yönelik eleştiriler, aşırı muhafazakâr ve mutaassıp bir bakış açısıyla yapılmış. Mansur ve Zehra ideal erkek ve kadın profilini yansıtıyor; Sabiha, İsmail Bey ve Kazım Bey de tam zıttı tabi. İncelemenin bir noktasında Mansur’un kadınlara olan tutumunu çekingenlikle açıklamışsın. Bence burada yazar Mansur’a böyle bir kişilik özelliği atfetmekten ziyade Mansur’un temsil ettiği ideal erkeğin takınması gereken bir hal olarak bunu vurgulama gereği hissediyor. Tıpkı Zehra’nın da çok iffetli ve namuslu bir kadın olması, gezmeyi sevmemesi, odasından çıkmaması vb. gibi. Yine Mizancı Murat’ın kadını çok dar bir çevreye hapseden bir bakış açısı var. Bir yerde Zehra için şöyle diyor: "Zehra kitap okumak sayesinde dünyanın iyi ve kötü taraflarını öğrenmiş bir hanımdı.” Başka türlü öğrenme şansı yok ki! Kızlar zaten 10-11 yaşında okuldan alınıyor, çalışma hayatı diye bir şey yok. “Kazanılmış bilgilerin kullanılacağı yer olmadıktan sonra onları edinmenin ne lüzum ve faydası var?” diye kendi kendine konuşuyor Zehra. Bir tek burada cılız bir empati kurmuş sanki ama kadının eğitiminden açıkça hiç bahsetmemiş. Sadece kitap okumasını övmüş, hayalindeki eğitim seferberliğinde kadınların yeri yok. Çünkü bu onun kafasındaki muhafazakâr toplum yaşantısına uymuyor. Gelelim devlet işleyişine yönelik eleştirilerine. Mizancı Murat bu noktada toplumdaki tüm çürümüşlüğü gözler önüne sermiş. Liyakatsizlik, adam kayırmacılık, adam sendecilik ne ararsan var. Ancak öyle bir anlatıyor ki sanki padişahın hiçbir şeyden haberi yok, sadrazamı başkası atamış filan (Padişah iyi de çevresi kötü:d). Bütün bu olanlarda ülkenin en tepesindeki insanın hiç mi payı yok? Bilemiyorum bugün bile hal malumken o dönem bir padişahı eleştirmek çok kolay olmasa gerek. O yüzden hadi bunu da hoş görelim. Bu arada sen “liyakat”i nereden biliyorsun yaa, bana lisede liyakat ne diye sorsalar kadın ismi derdim herhalde.:d Yalnız bir şey çok canımı acıttı. Ya yüzyıldan fazla geçmiş dile kolay, bir toplum hiç mi değişmez! Mizancı Murat’ın yaptığı eleştirilerin çoğu bugün de geçerli ne yazık ki. Bizim toplumumuzun yönetenlerle/siyasetle kurduğu ilişki eskiden beri çok yanlış. Bu ilişkinin iki ayağı var: Biri devletin halk için değil, halkın devlet için olduğu anlayışı ki romanda bunu çok net hissediyorsun (Padişahın sadık kulu olmak, devlete ölümüne hizmet vs.) Diğeri devletten adalet değil kayırmacılık talebi. Bu ikisi bugün de geçerli maalesef ve siyaseti de bu ilişki biçimi şekillendiriyor. Son olarak “Toplum aydın insanlardan hoşlanmaz ve onları dışlar.” cümlene bayıldım. O kadar haklısın ki! Bilhassa Türk toplumu okumuş, aydın insandan nefret ediyor. Bunun çok çeşitli nedenleri var tabi ama bu yorumu burada noktalasam iyi olacak. Tekrar teşekkürler bu güzel incelemen için.
Fëanor okurunun profil resmi
Senin de ellerine sağlık, çok hoş yazmışsın. Öncelikle söylemek isterim ki bir roman sadece güzel yazılırsa kaliteli bir roman olmuyor, kötü yazılsa da olmuyor. Mizancı'nın bu eseri ve Nabizade Nâzım'ın Zehra'sı kanıtlıyor bunu. Turfanda mı Yoksa Turfa mı? biçim, ruhsal çözümleme ve kurgu sıkıntısı büyük olan bir roman. Öte yandan yıllar önce bize gönderilen uyarı niteliğinde ve düşünsel açıdan gayet iyi bir roman. Zehra'ysa biçimi yer yer kuvvetli diyebileceğimiz bir yapıya sahip ama düşünsel açıdan o kadar sığ bir roman ki, bu sığlığı biçmine de vuruyor. Bazen öyle saçma cümleler, öyle saçma durumlar oluyor ki romanda, şaşırıp kalıyorsun; böylece romanın bir değeri kalmıyor. Her ne kadar biçimin önemi olsa da romanın düşünsel açıdan yetkinliği daha önemli. Rus edebiyatında Tolstoy'a da ''kaba bir üslupla'' yazıyor derler ama Tolstoy romanlarının düşünsel açıdan ne kadar kuvvetli olduğu su götürmez. Ben Mizancı'nın kadınlara bakış açısını Şemsettin Sami'ye benzettim; ikisi de bazen kadınların sesine kulak verirken, bazen vermiyorlar. Fakat şüphesiz ki diğer Tanzimat Dönemi yazarlarından farklılar. Namık Kemal gibi, Nabizade Nâzım gibi değiller ya da Ahmet Mithat gibi ''kripto kadın düşmanı'' değiller. Dediklerin doğru ama yine de Mizancı ''ideal ve ahlaksız'' kadınlarla bir toplum birimi oluşturabilmiş, diğerlerinin aksine. Mizancı'nın bu tutumu bence gayet iyi. Devlete yönelik eleştiriler romanın ana unsuru ve romanı özelleştiren de bu. Diriliş romanı kadar olmasa da bu roman devleti iyi eleştiriyor. Yetkililerin eğitime hiç para harcamaması, işveren sisteminin oturmaması, nitelikli insanların olmaması, toplumun gittikçe sığ kafalı insanlara dönüşmesi ve daha birçok şey. Tanzimat Dönemi'ne göre bu eleştiriler yabana atılacak eleştiriler değil. O dönem çok karmaşık bir dönemdi ve ''Osmanlı''da yaşadıkları için sıradan insanlar politikayla uğraşmıyordu. Edebiyatçılar ve politikacılar uğraşınca da ne kadar büyük eksiklikler olduğunu görüyordu; eğitim sistemi yok, borçlar had safhada, her şey batmış ve gelecek nesiller tehlikede... Aslında Mizancı bu romanla kendi zamanını uyararak geleceğe de atıfta bulunuyor. Padişah da oldukça otoriterdir. Shakespeare'in tarihi oyunlarına ve diğer tarihi romanlara bakarsak, bazı hükümdarların çok da ''totaliter'' olmadığını anlarız. Shakespeare oyunlarında hükümdarların arkadaşları olur, bazen şakalaşırlar ama yine de onlar ''hükümdar''dır. Hatta bu Notre Dame'ın Kamburu'nda, Victor Hugo'nun XI. Louis'yi yansıtma şeklinde de böyledir (Victor Hugo da bir tarihçidir). Yani diğer ülkelerin hükümdarlarının bazı ''esnek'' diyebileceğimiz durumları olur ama Osmanlı'da böyle değildir. Padişah oldukça totaliterdir ve hataya, başkaldırmaya lüzumu yoktur; Osmanlı'nın bu kadar gelişmesinde de büyük bir etkisi olmuştur bunun (bunun hakkında makale yazacaktım ama sonradan vazgeçtim). Yani Mizancı Murat'ın ve diğer tüm Tanzimat romancılarının ''Padişahım çok yaşa'' tutumu gayet normaldir. Biz yıllardır gelişemiyoruz ve aynıyız, dediğin gibi. Toplum hâlâ sığ kafalı insanlarla dolu ve hâlâ saçma sapan bir sınavla insan yetiştireceğimizi sanıyoruz. Eğitim o kadar önemli bir şey ki! Eminim Napoleon bu çağda yaşasaydı ve Türk olsaydı ''para, para, para'' demek yerine ''eğitim, eğitim eğitim'' derdi; çünkü Marmara Denizi'nin bu hale gelmesi, ülkemizin bu durumlara gelmesi, insanların kalitesizleşmesi, bütün bu olayların hepsi eğitim kaynaklı. Zihniyetimizi değiştirmemiz gerekiyor! Köklüce bir değişiklik yapmalıyız ve gerçekten ''nitelikli'' insanlar yetiştirmeliyiz. Bu ülkede sınava giren insan öğretmen oluyor! Böyle ilginç bir sistem olabilir mi? Öğrenci yetiştiren, gelecek nesillere rehber olan öğretmen bile çok çok rahat olabiliyorsun bu toplumda (ve atanamıyorsun). Sana başka bir şey daha söyleyeyim: Geçen gün ablamın bir sınavına girdik, bir baktık kaç soru var, elli soru! Bir sınavda elli soru var! Bir insan elli soruyu çözerek bir konuyu ölçmüyor ya da elli soruyu çözünce bilgili olmuyorsun. Bilgiyi ölçmeyen, hiçbir şeyi ölçmeyen saçma bir eğitim-öğretmen-öğrenci üçgeninde sıkışmış durumdayız. Üniversite hocaları nasıl ''üniversite hocası'' oluyor? YDS'ye ve ALES'e girip yüksek puan alıyorlar ve ''üniversite hocası'' oluyorlar, ölçüt buymuş gibi. Tabii ki bu sınavlardan yüksek alırsan iyi bir hoca oluyorsun (!). Şimdi bana diyeceksin ki ''Tamam, eleştirmeyi biliyorsun ama çözüm önerin ne?'' Benim önerim eğitim sistemini kökünden değiştirmek ve öğretmen olmayı daha zor hâle getirmek (öğretmenliğin bu kadar yaygın olduğu nadir ülkelerdeniz). Aslında bize Martin Luther'in eğitim alanında reform yapan versiyonu ve yeni bir Voltaire lazım, ''aydınlanma''ya ulaşmak için. İlkokuldan başlayıp (çocukluk çok önemli) sağlam bir eğitimle üniversiteye kadar giden eğitim sistemi olmalı. Nitelikli insanlar yetiştirmeli bu toplum, böylece ülke de nitelikli olacaktır. Örneğin şu yapılabilir: Amerika'da devlet okullarında okuyan insanlara ek puan veriliyor, burada da öyle olmalı. Kolejde okuyan bir insanın eğitim durumu ve kafasındaki rahatlıkla, devlet okulunda okuyan bir insanın eğitim durumu ve kafasındaki rahatlık aynı mı? Bunun da önlemi alınmalı. Bu sadece bir örnek, daha birçok şey var. Neyse, daha fazla uzatmayayım lafı. Eksiklikleri kapatabilecek birçok şey var. Her şey eğitimle oluyor. Eğitim, eğitim, eğitim... Mizancı'nın bu romanı da buna vurgu yaptığı için bu kadar değerli. Türk toplumu aydın insanlardan nefret ediyor ama onlara gerekli olan aydın insan. İnsanların aydın insanlardan nefret etmesinin nedenlerinden biri topluma ve toplumun olgularına aykırı şeyler yapmaları; bizim toplumda da ''bilgili'' olmak çok alışıldık bir şey olmadığı için, ister istemez dışlıyorlar böyle insanları; düşünmek bile lüks olmuş artık dünyada.
2 sonraki yanıtı göster
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.