Çok çalışan, humma kurbanı da olan misyonerler inatla,
bazen de umutsuzca görevlerine sarılıyor ve muhteşem bir ruh
hasatına yol açarak özel bir tezahürün, bir dinsel ateş sağanağının
gelmesini bekliyorlardı. Ama Yamyam Fiji inatla direniyordu.
Kıvırcık saçlı yamyamlar, insan bedeni bolluğu devam ettikçe,
tencerelerinden vazgeçmekte isteksizdi.
Bazen, hasat çok fazla olduğunda, belli bir günde katliam ve
mangal partisi yapılacağı haberini yayarak misyonerleri zorluyorlardı.
Misyonerler de hemen kurbanların hayatlarını tütün çubukları,
metrelerce bez ve litrelerce boncuk karşılığı satın almak
zorunda kalıyorlardı. Şefler de böylece fazla etten kârlı bir alışveriş sonucu kurtuluyordu. Zaten, her zaman için gidip daha fazlasını yakalayabilirlerdi.
İşte bu koşullarda, John Starhurst, Büyük Ülke’de bir kıyıdan
diğerine İncili gezdireceğini ve işe Rewa Nehrinin kaynağının
bulunduğu sarp dağlardan başlayacağını ilan etti. Sözleri kaygı uyandırdı.
Yerli öğretmenler sessizce ağladı. Diğer misyonerler onu
vazgeçirmeye çalıştı. Rewa Kralı, dağlarda yaşayanların
onu kesinlikle kai-kai yapacağını söyleyerek uyardı –kai-kai “yemek”
anlamına geliyordu– ve kendisi, Rewa Kralı da Lotu olduğundan,
dağlarda yaşayanlarla savaşa girmek zorunda kalacaktı.
Onları yenilgiye uğratamayacağını pekâlâ biliyordu.
Nehirden aşağıya inip Rewa Köyünü yağmalayacaklarının da aynı
şekilde farkındaydı. Ama ne yapabilirdi? John Starhurst gidip yem olursa,
yüzlerce cana mal olacak bir savaş çıkacaktı.
O gün, Rewa şeflerinden oluşan bir heyet John Starhurst’ü bekliyordu.
Onları sabırla dinledi ve sabırla tartıştı ama amacından zerrece sapmadı.
Diğer misyonerlere şehit olmaya hevesli olmadığını açıkladı;
İncili Viti Levu’ya yayması çağrısı gelmişti,
o da yalnızca Tanrı’nın arzusuna uyuyordu.
Karşısına çıkıp en kararlı bir şekilde itiraz eden tacirlere şöyle dedi:
“İtirazlarınız değersiz. Yalnızca işinizin uğrayacağı zarardan kaynaklanıyor.
Siz para kazanmakla ilgileniyorsunuz, bense ruhları kurtarmakla.
Bu karanlık ülkenin insanlarının kurtarılması gerekiyor.”
John Starhurst bir fanatik değildi. Bu suçlamayı reddedecek ilk kişi o olurdu.
Kesinlikle aklı başında ve pratik bir insandı.
Görevinin iyi sonuç vereceğinden emindi; dağlıların ruhlarında
Hıristiyanlık kıvılcımı ateşleyeceği ve dağlardan inip bir kıyıdan
diğerine Büyük Ülkeyi enine boyuna kaplayacak, diğer adalara da
yayılacak bir canlanmayı başlatacağına dair hayalleri vardı. Ilımlı,
gri gözlerinde çılgınca ateşler değil, yalnızca sakin kararlılık ve
ona rehberlik eden Yüksek Güce sarsılmaz bir güven görülüyordu.
Yalnızca bir kişi projesini onaylıyordu ve bu da gizlice onu
cesaretlendiren ve dağın eteklerine kadar kılavuzlar sağlamayı
vaat eden Ra Vatu’ydu. John Starhurst de Ra Vatu’nun
tutumundan çok hoşnuttu. Uygulamaları kadar kara yüreğe sahip
bir kâfir olan Ra Vatu’dan ışık gelmeye başlamıştı.
Hatta Lotu olmaktan bile söz eder olmuştu.
Doğru, üç yıl önce de benzer bir amacı dillendirmişti ve John Starhurst
dört karısını da yanında getirmesine karşı çıkmasa, kiliseye de girecekti.
Ra Vatu’nun tek eşliliğe iktisadi ve etik itirazları vardı.
Üstelik misyonerin saçlarını dimdik eden itirazı da onu kırmıştı ve
özgür bir kişi, onurlu bir adam olduğunu kanıtlamak için muazzam
savaş topuzunu Starhurst’ün başına doğru savurmuştu.
Starhurst topuzun altından dalıp yardım gelene kadar onu tutarak
kurtulmuştu. Ama tüm bunlar artık affedilmiş, unutulmuştu.
Ra Vatu kiliseye geliyordu, üstelik yalnızca dine dönen bir kâfir
olarak değil, dönmüş bir çokeşli olarak da. Yalnızca çok hasta olan
en yaşlı karısının ölümünü beklediğine dair Starhurst’e güvence vermişti.
John Starhurst, Ra Vatu’nun kanolarının birinde sakin
Rewa’dan yukarı ilerledi. Bu kano onu iki gün boyunca taşıyacak,
sonra da, yolun sonuna gelindiğinden geri dönecekti. Uzaklarda,
Büyük Ülkenin omurgasını oluşturan büyük dumanlı dağların
gökyüzüne yükseldiği görülüyordu. Gün boyu John Starhurst
sabırsız bir özlemle onlara baktı.
Bazen sessizce dua ediyordu. Bazen de yerli bir öğretmen olan
Narau ona katılıyordu; yedi yıldır, Dr. James Ellery Brown tarafından
yüz çubuk tütün, iki pamuklu battaniye ve büyük bir şişe ağrı kesiciden
oluşan cüzi bir fiyat karşılığı sıcak fırından kurtarıldığı günden beri Lotu’ydu.
Son anda, yirmi saat tek başına yakarıp dua ettikten sonra,
Narau’nun kulakları John Starhurst’ün yanında dağlara,
göreve gitme çağrısını duymuştu.
“Efendi, kesinlikle seninle geliyorum,” diye bildirmişti.
John Starhurst onu vakur bir hoşnutlukla karşılamıştı.
Tanrı, Narau gibi hevessiz birini bile onunla gelmeye teşvik ettiğine göre, yanındaydı.
Kanodaki ilk günlerinde “Ben gerçekten de ruhsuzum,
Tanrı’nın araçlarının en güçsüzüyüm,” diye açıklamıştı Narau.
“İnançlı, çok inançlı olmalısın,” diye azarlamıştı onu misyoner.
O gün başka bir kano daha Rewa’dan yukarı yolculuk etmişti.
Ama bir saat kadar geriden gitmiş ve görülmemeye özen göstermişti.
Bu kano da Ra Vatu’nundu. İçinde de Ra Vatu’nun büyük kuzeni
ve güvenilir fedaisi Erirola vardı; elinden hiç bırakmadığı
bir sepette de bir balina dişi bulunuyordu.
Bu muhteşem bir dişti, tam on beş santim uzunluğunda, güzel biçimli,
rengi de zamanla sarı mora dönmüş bir diş.
O da Ra Vatu’nun malıydı ve Fiji’de, böylesi bir diş ortaya çıktığında,
işler yürürdü. Çünkü balina dişinin erdemi buydu:
Bunu kabul eden, yanında ya da ardından gelen talebi reddedemezdi.
Talep bir insanın hayatı ya da bir kabile ittifakı olabilirdi ve diş bir kez
kabul edildiğinde, hiçbir Fijili talebi reddedecek kadar onursuz olamazdı.
Bazen talep karşılanmaz ya da gecikirdi, o zaman da meşum sonuçlar doğardı.
Yolculuğunun ikinci gününün sonunda, John Starhurst Rewa’nın
yukarılarında, Mongondro adlı şefin köyünde mola verdi.
Ertesi sabah, Narau’yla birlikte, şimdi yakından yeşil ve
kadifemsi görünen dumanlı dağlara doğru yayan yola çıkmayı umuyordu.
Mongondro yumuşak başlı, ılımlı tavırlı, küçük, yaşlı, miyop, fil hastalığı
olan ve artık savaşın çalkantılarına eğilimi kalmamış bir şefti.
Misyoneri sıcak bir misafirperverlikle karşıladı, kendi sofrasından
yemek ikram etti ve hatta onunla dinsel konularda konuştu.
Mongondro soruşturmacı bir ruh haline sahipti; şeylerin varlığı ve
başlangıcı konusunda izahat vermesini isteyerek
John Starhurst’ü hoşnut etti. John Starhurst, Tekvin kitabına göre
Yaradılış’ı özetlemesini bitirdiğinde, Mongondro’nun derinden
etkilendiğini gördü. Yaşlı şef bir süre sessizce tütününü içti.
Sonra piposunu ağzından çıkardı ve hüzünle başını salladı.
“Olamaz,” dedi. “Ben, Mongondro, gençliğimde keser işçiliği
iyi olan birisiydim. Gene de bir kano yapmam üç ay aldı. Küçük,
çok küçük bir kano. Ve siz diyorsunuz ki tüm bu toprak ve su,
bir tek adam tarafından…”
“Hayır, bir Tanrı tarafından yapıldı, tek gerçek Tanrı tarafından,”
diye sözünü kesti misyoner.
“Aynı şey,” diye devam etti Mongondro, “tüm toprak ve su,
ağaçlar, balıklar, çalılar ve dağlar, güneş, ay ve yıldızlar altı günde mi yapıldı!
Hayır, hayır. Sana diyorum ki gençliğimde ben becerikli bir adamdım
ama gene de küçük bir kanoyu yapmam üç ayımı aldı.
Bu çocukları korkutacak bir hikâye, ama hiçbir erkek buna inanmaz.”
“Ben bir erkeğim,” dedi misyoner.
“Doğru, sen bir erkeksin. Ama senin inandığın şeyin benim karanlık
anlayışımda yeri yok.”
“Sana söylüyorum, ben her şeyin altı günde yapıldığına inanıyorum.”
“Evet, öyle diyorsun, öyle diyorsun,” diye yatıştırıcı
bir ifadeyle mırıldandı şef.
Erirola şefin evine ancak John Starhurst ve Narau yatmaya gittikten
sonra süzüldü ve diplomatça bir konuşmadan sonra,
balina dişini Mongondro’ya verdi.
Yaşlı şef dişi uzun süre elinde tuttu. Bu güzel bir dişti ve onu istiyordu.
Aynı zamanda buna eşlik edecek talebi de tahmin edebiliyordu.
“Hayır, hayır; balina dişleri çok güzeldi” ve ağzı sulanmıştı,
ama bin bir özürle bunu Erirola’ya geri verdi.
***
Şafak vakti John Starhurst ayağa kalkmış, büyük deri
çizmelerinin içinde, sadık Narau’nun önünde, Mongondro’nun öğle
vakti erişecekleri bir sonraki köye rehberlik etmek üzere onlara verdiği
çıplak rehberin arkasında uzun adımlarla ormandaki patikada ilerliyordu.
Burada yeni bir rehber onlara yolu gösterdi. Bir buçuk kilometre
kadar gerilerinde, omuzundaki sepette balina dişi sallanan Erirola geliyordu.
İki gün daha misyonerin arkasından ilerledi, dişi köy şeflerine önerdi.
Ama arka arkaya köyler dişi reddetti. Misyonerin gelişinden sonra
hemen gelecek talebi tahmin ediyor ve reddediyorlardı.
Dağların derinliklerine ilerliyorlardı ve Erirola gizli bir yola girdi,
onların önüne geçti ve Gatoka Bulisi’nin kalesine geldi.
Buli, John Starhurst’ün yakında gelecek oluşundan habersizdi.
Aynı zamanda, diş çok güzeldi – olağanüstü bir parçaydı, rengi de
en nadir cinstendi. Diş alenen sunuldu. Etrafı şefleriyle çevrili,
arkasında üç yelpazeci bulunan ve en iyi battaniyesinin üzerine oturmuş
olan Gatoka Bulisi, Ra Vatu tarafından takdim edilen ve dağlara
kuzeni Erirola tarafından taşınmış bulunan dişi teşrifatçısının elinden
tenezzül edip aldı. Armağanın verilişini ellerin çırpılması izledi ve
huzurda bulunanlar, kabile önderleri, teşrifatçı ve yelpazeciler
hep bir ağızdan haykırdılar:
“A! Woi! Woi! Woi! A! Woi! Woi! Woi! A Tabua levu! Woi! Woi!
A mudua, mudua, mudua!”
Uygun bir aranın ardından, Erirola, “Yakında bir adam, bir beyaz adam gelecek,”
diye başladı. “O bir misyoner ve bugün gelecek.
Ra Vatu çizmeleri istemekten zevk duyar. Bunları iyi dostu Mongondro’ya
vermek ister ve bunları, içinde ayaklarla göndermek ister,
çünkü Mongondro yaşlı bir adam ve dişleri iyi değil.
Ey Buli, ayakların da çizmelerle birlikte gittiğinden emin olun.
Gerisine gelince, burada durabilir.”
Balina dişinin neden olduğu mutluluk Buli’nin gözlerinden silinmişti,
kuşkuyla çevresine baktı. Ama dişi kabul etmişti bile.
“Bir misyoner gibi küçük bir şeyin önemi olamaz,” dedi Erirola.
“Hayır, bir misyoner gibi küçük bir şeyin önemi olamaz,” diye yanıtladı
kendine gelmiş olan Buli.
“Mongondro çizmeleri alacak. Gidin gençler, üç ya da dördünüz,
misyoneri yolda karşılayın. Çizmeleri de getirmeyi unutmayın.”
“Çok geç,” dedi Erirola. “Dinleyin! İşte geliyor.”
Sık çalılığı aralayan John Starhurst, arkasında Narau’yla birlikte
sahneye girdi. Irmaktan geçerken dolmuş olan ünlü çizmeler,
her adımda ince su sütunları fışkırtıyordu. Starhurst parlak gözlerle
etrafına baktı. Sarsılmaz bir güvenle destekli olduğu, kuşku ya da
korkunun yanından bile geçmediği için, her gördüğünden memnun oluyordu.
Zamanın başlangıcından beri dağlardaki Gatoka Kalesine gelen
ilk beyaz adam olduğunu biliyordu.
Ot kulübeler dik dağlara yaslanıyor ya da hızla akan Rewa’ya bakıyordu.
Her iki yanda muazzam bir uçurum yükseliyordu. En iyi koşullarda,
bu darboğaza üç saat gün ışığı giriyordu. Ne hindistancevizi
ne de muz görünüyor, yalnızca yoğun, tropik bitkiler her yeri kaplıyor,
uçurumların çıplak yamaçlarından havai lambalar gibi sarkıyor,
tüm yarık çıkıntılardan çılgınca dışarı uğruyorlardı.
Boğazın uzak ucunda Rewa tek hamlede iki yüz elli metre birden dökülürken,
kayalık kalelerin atmosferi bu düşüşün ritmik gümbürtüsüyle titreşiyordu.
John Starhurst, Buli’nin evinden, o ve adamlarının çıktığını gördü.
“Size güzel haberlerim var,” diye karşıladı onları.
“Seni kim gönderdi?” diye Buli sakince onun yanına gitti.
“Tanrı.”
“Bu Viti Levu’da yeni bir isim,” diye homurdandı Buli.
“O hangi ada, köy ya da geçidin şefi ola ki?”
“O bütün adaların, bütün köylerin ve bütün geçitlerin şefidir,”
diyen vakarla yanıtladı John Starhurst. “O yerin ve göğün efendisidir
ve size onun sözlerini getirmek için geldim.”
“Balina dişi gönderdi mi?” oldu, aldığı küstahça yanıt.
“Hayır ama balina dişinden daha değerli olan…”
“Şefler arasında, balina dişi göndermek âdettir,” diye sözlerini kesti Buli.
“Dağlara eli boş geldiğine göre, ya sizin şefiniz cimri ya da sen bir aptalsın.
Bak da gör, senden daha cömert birisi var karşında.”
Bunu söyleyerek, Erirola’dan aldığı balina dişini gösterdi.
Narau inledi.
“Bu Ra Vatu’nun balina dişi,” diye Starhurst’e fısıldadı.
“Bunu iyi biliyorum. Şimdi bittik.”
“Cömertçe bir hareket,” dedi misyoner, bir yandan da sakalını
sıvazlayıp gözlüklerini düzeltiyordu. “Ra Vatu iyi karşılanmamızı ayarlamış.”
Ama Narau yeniden inledi ve o kadar sadakatle izlediği
adamın arkasından uzaklaştı.
“Ra Vatu yakında Lotu olacak,” diye açıkladı Starhurst,
“ve ben de size Lotu getirdim.”
“Ben senin Lotu’nu istemiyorum,” dedi gururla Buli.
“Ve benim aklımdaki, senin bugün topuzu yemen.”
Buli iri dağlılardan birine işaret etti, o da elinde bir topuzu
sallayarak öne çıktı. Narau en yakındaki eve atıldı ve kadınlarla
battaniyelerin arasına saklanmaya çalıştı ama John Starhurst topuzun
altından yaylandı ve kollarını infazcının boğazına doladı.
O noktadan tartışmaya girişti. Yaşamı için tartışıyordu,
biliyordu ama ne heyecanlanmıştı ne de korkuyordu.
“Senin beni öldürmen kötü bir iş olur,” dedi adama.
“Sana kötülük etmedim, Buli’ye de etmedim.”
Adamın gırtlağına öyle bir sarılmıştı ki diğerleri ona
topuzlarıyla saldırmaya çekiniyorlardı. Ellerini bırakmadan,
ölüm çığlıkları atanlarla tartışmayı sürdürdü.
“Ben John Starhurst’üm,” dedi sükûnetle. “Üç yıldır Fiji’de çalışıyorum
ve bunu çıkar için yapmadım. Aranızda iyilik için bulunuyorum.
Neden birisi beni öldürsün ki? Beni öldürmek kimseye fayda sağlamaz.”
Buli balina dişine bir bakış attı. Bu iş için iyi bir ödeme almıştı.
Misyonerin etrafını bir çıplak vahşiler sürüsü çevirmişti,
hepsi de onu yakalamaya çalışıyordu. Ölüm şarkısı, fırın şarkısı
yükseliyordu ve uyarılar artık duyulmuyordu. Ama vücudunu
tutsağıyla öyle ustaca koruyordu ki ölüm darbesi indirilemiyordu.
Erirola gülümsedi ve Buli kızdı.
“Çekilin kenara!” diye haykırdı. “Sahilde anlatılacak hoş bir öykü,
bir düzineniz ve bir misyoner, silahsız,
bir kadın kadar güçsüz, sizinle başa çıkıyor.”
“Bekle, Ey Buli!” diye kalabalığın arasından haykırdı John Starhurst,
“ben seninle de başa çıkarım. Çünkü benim silahlarım Gerçek ve Hak,
hiçbir insan onlara karşı duramaz.”
“Gel o zaman bana,” diye yanıtladı Buli, “çünkü benim silahım
yalnızca sefil bir topuz ve dediğin gibi, sana karşı koyamaz.”
Grup ondan uzaklaştı ve John Starhurst tek başına, muazzam,
budaklı bir savaş topuzuna yaslanan Buli’nin karşısına dikildi.
“Gel bana misyoner ve baş et benimle,” diye meydan okudu Buli.
“Öyle olsa bile sana geleceğim ve baş edeceğim,” dedi John Starhurst,
gözlüklerini silip doğruca yerleştirdi ve ilerlemeye başladı.
Buli topuzu kaldırıp beklemeye başladı.
“Öncelikle, ölümüm sana çıkar sağlamayacak,” diye başladı savına.
“Yanıtı topuzuma bırakıyorum,” oldu Buli’nin yanıtı.
Her söylediğine de aynı yanıtı verdi, bir yandan da kaldırdığı
topuzun altına yapacağı o kurnazca dalışı kollamak üzere misyoneri
dikkatle gözlüyordu. Sonra ilk kez, Starhurst ölümünün yakın olduğunu anladı.
Kaçmak için bir girişimde bulunmadı. Çıplak elleriyle güneşin altında dikildi
ve yüksek sesle duaya başladı – İncil, mermi ya da rom şişesiyle
vahşi adamın her yerde karşısına çıkan kaçınılmaz beyaz adamın
esrarengiz görüntüsü. John Starhurst de Gatokalı Buli’nin kayalık
kalesinde öyle duruyordu.
“Affet onları, çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar,” diye dua etti.
“Ah Tanrım! Fiji’ye acı. Fiji’ye merhamet göster.
Ey Yehova, O’nun adına bizi duy; Senin, herkesin O’nun aracılığıyla
Senin çocukların olmasını sağladığın Oğlun. Senden geldik ve zihnimiz
Sana döneceğimizi söylüyor. Toprak karanlık, Tanrım, toprak karanlık.
Ama Sen kurtaracak kadar güçlüsün.
Elini uzat Tanrım ve Fiji’yi kurtar, zavallı, yamyam Fiji’yi.”
Buli’nin sabrı taşmıştı.
“Şimdi sana yanıt vereceğim,” diye homurdandı,
bir yandan da iki eliyle topuzu sallıyordu.
Kadınların ve battaniyelerin arasına gizlenmiş olan Narau darbenin
sesini duydu ve ürperdi. Sonra ölüm şarkısı yükseldi ve anladı ki
sevgili misyonerinin bedeni fırına sürükleniyordu; şu sözleri duydu:
“Beni nazikçe sürükleyin. Beni nazikçe sürükleyin.”
“Çünkü ben ülkemin savunucusuyum.”
“Şükret! Şükret! Şükret!”
Sonra patırtının içinden tek bir ses yükseldi ve sordu:
“Cesur adam nerede?”
Yüz ses birden yanıt verdi:
“Fırına sürüklenip pişirilmeye gitti.”
“Korkak nerede?” diye sordu ses.
“Bildirmeye gitti!” diye yüz ses birden yanıt verdi.
“Bildirmeye gitti! Bildirmeye gitti!”
Narau ruhundaki azapla inledi. Eski şarkının sözleri doğruydu.
O korkaktı ve ona gidip olanları bildirmekten başka yapacak bir şey kalmamıştı.