Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

160 syf.
10/10 puan verdi
·
5 saatte okudu
John Fante kimdir? Ki! ben çok geç tanıdım. Keşke daha önce de bilseydim diyorum. *En sevdiğim yazarlar arasında şimdiden büyük bir şerefle yerini aldı. Diğer bütün kitaplarını keyifle okuyacağımdan hiç kuşkum yok.* 8 Nisan 1909 yılında Denver, Colorado'da doğan John Fante, İtalyan asıllı romancı, kısa hikaye yazarı ve senaristtir. Colorado Üniversitesine kayıt yaptıran yazar eğitimini tamamlayamamıştır. 20 yaşında okuldan ayrıldıktan sonra 1978 yılında babasının onları terk etmesinin ardından Kaliforniya'ya bir balık fabrikasında çalışmaya gitmiştir. Kısa bir süre sonra annesini de yanına aldıran John Fante, boş zamanlarında sürekli okuyarak hikayeler yazmaya başlamıştır. 1933 yılında ilk romanı olan Los Angeles Yolunu bitirmiştir. 1938 yılında ilk romanı yayımlanmıştır. Daha sonra Hollywood'a doğru kaymaya başlayan yazar ünlü yönetmenlerle ahbap oldu. Yazın dünyasından yavaş yavaş uzaklaştı ve evlendi. Edebiyat dünyasına Hayat Dolu kitabı ile tekrar döndü ama eski hırçın halini biraz geride bırakmıştı. John Fante, 1955 yılında şeker hastası olduğunu öğrendi ve iki bacağı kesildi, kör oldu. Son romanı olan Bunker Tepesi Düşleri adlı eseri karısına söyledi ve o yazdı. 1982 yılında kitap yayınlandı ve ertesi yıl yazar hayatını kaybetti. Kitap::: Los Angeles’ta bir otelde yaşayan Arturo yirmi yaşında, hala göçmen olmanın ezikliği içerisinde kendisinden utanan genç bir adamdır. Yazar olma hayaliyle yaşayan, bu hayal dışında hiçbir düşüncesi olmayan Arturo, hayatını yokluk içerisinde geçirmektedir. Kirasını ödemekte zorlanması, çoğu zaman meyve harici yiyecek herhangi bir şey alamaması, sütün varlığının hayaliyle bile kendinden geçmesi bize onun nasıl bir sefillik içerisinde olduğuna dair ipuçları vermektedir. Yazmış olduğu “Minik Köpek Güldü” isimli öyküsü bir dergide yayımlanmış olduğu için geleceğe dair yazarlık adına büyük umutları vardır. Çevresinde doğru dürüst kimse okumamış olsa bile, yayımlanmış olan öyküsü onun için bir gurur kaynağıdır. Bazı zamanlar ise öyküsünün hiçbir anlam ifade etmediğini düşünerek ümitsizliğe düşmektedir. Buna rağmen öyküsünü yayınlayan derginin sahibi Hackmuth’a düzenli olarak mektup yazmaktadır. Bir sohbet içerisinde yazılmış olan bu mektuplar Arturo’nun iç dünyasının bir yansımasıdır. Yeni yazdığı yazıları da bu mektuplarla birlikte gönderen Arturo, kısa da olsa Hackmuth’tan cevap almaktadır. Her ne kadar Tanrıya inanmadığını her fırsatta belirttse de Arturo, bazı bazı kendiyle çelişmektedir. Bunda çocukluğundan gelen alışkanlıkların ve inancın büyük yeri vardır. Günah işlediği bir gün Tanrı’nın tüm şehri depremle cezalandırdığını ve her yerin toza büründüğünü düşünebilecek kadar da şaşkındır. Tozdan gelip toza gideceğimizi düşünen Arturo’nun üzerinde bu depremin yıkıcı etkileri olmuştur. “Tanrım, artık bir ateist olduğum için beni bağışla, ama Nietzsche’yi okudun mu? Ne kitap! Ulu Tanrım, sana karşı dürüst olacağım. Bir teklifte bulunacağım sana. Benden büyük bir yazar yarat kiliseye döneyim. Ve lütfen Tanrım, bir ricam daha olacak: annemi mutlu kıl. İhtiyar o kadar önemli değil, onun şarabı var ve sıhhati yerinde, ama annem her şeye kaygılanır. Amin." Bu denli yoksulluk içinde yazma mücadelesi veren Arturo, ara ara eline geçen yüklü miktarda paraları harcama konusunda oldukça cömerttir. Üzerinde para olduğu vakit kendisini bir ilah gibi güçlü görür ve kazandığı paranın devamının geleceği inancını yüreğinde hep taşır. Kendini en zengin hissettiği anlarda bile kadınlara karşı çekingen ve güvensizdir. Bir gün Camilla Lopez isimli Meksikalı bir garson kızla tanışır. Küçüklüğünde İtalyan kökenli bir göçmen olduğu için Amerika’da dışlanan ve bunun buhranını yaşayan Arturo, genç kızın Meksikalı oluşuyla dalga geçmektedir. O dönem Meksikalı olmanın hor görüldüğünü düşünürsek, Arturo en çok canını yakmış olan durumun aynısını en çok sevdiği kıza da yaşatmıştır. Kadınlarla arasının hiç iyi olmadığını düşünürsek, Camilla ile arasında da gelgitler olduğunu ifade edebiliriz. Birbirlerine bir o kadar yakın olan bu iki kişi aynı zamanda birbirlerinden çok uzaktır. Aşk acısı içinde kıvranan Arturo, kendi yaşam mücadelesini unutur ve Camilla’nın yaşam mücadelesi için uğraş verir. "Uzun parmaklarını aç ve yorgun ruhumu geri ver. Ağzınla öp beni çünkü açım Meksika ekmeğine. Burun deliklerime yitik kentlerin kokusunu üfle ve ellerim unutulmuş bir güney sahilini andıran beyaz gerdanında ölmeme izin ver. Şu uykusuz gözlerimdeki özlemi al ve bir güz tarlasında uçuşan kırlangıçları besle onunla çünkü seni seviyorum, Camilia, ve adın dönmeyen sevgilisi için son nefesini verirken gülümseyen cesur prensesin adı kadar kutsal.." -Kaygı beyaz saç demektir. -Senden önce babanın aklından geçen düşünceler bunlar; sırtına kırbaç vursalar, beynini dağlasalar da senin suçun değil bu kafandan geçen; yoksul doğdun, yoksul bir köylü çocuğusun, seni günah işlemeye iten: Yoksulluk. -Ayakkabıları varımdan yoğumdan daha değerli kadınları arzuladım. -Ulu Tanrım, sana karşı dürüst olacağım. Bir teklifte bulunacağım sana. Benden büyük bir yazar yarat kiliseye döneyim. -Ağlayan kapıyı kapatıp basamaklarda durdum, sis beyaz bir hayvan gibi sarmıştı her yeri. Sisin ağır sessizliğinde bütün sesler hızlı ve net yayılıyordu ve duyduğum ses topuk sesleriydi. Bir kız belirdi. -(Fahişe) ...nefesindeki şarap kokusu, sevecenliğinin altında yatan riyakarlık, gözlerindeki para açlığı. ...benden daha temizsin yine de, beynini satmıyorsun, acınası tenini sadece. -Zor günler...yatakta portakal, öğlen portakal, akşam portakal. Düzinesi beş sent. Gökyüzünde güneş, midemde güneş suyu. Marketin sahibi mermi suratlı Japon, beni görünce kese kağıdına sarılırdı. Cömert adamdı, beş sente onbeş, bazen yirmi portakal verirdi bana. ...Dünyada beni seven bir şey olsaydı, tek bir şey, bir böcek, bir fare hatta, ama o da mazide kalmıştı; ona sunabileceğim en iyi şeyin portakal kabuğu olduğunu anlayınca Pedro (fare) bile terk etmişti beni. -...hırsızlık yapmak üzereydim, aşağılık bir süt hırsızı olmama az kalmıştı. İşte yazarınız, tek öykülük yazar: Bir hırsız. -Hemen gelme Camilla; ...bir süre için, açık gözlerle seni düşleyip açlığını çekmek istiyorum. -Ben bir Amerikalıydım ve bundan gurur duyuyordum. ...(Los Angeles) Biz Amerikalılar kumdan ve kaktüsten bir imparatorluk yaratmıştık. ...(Doğu Amerikalılar) şehirlerinin şık rahatlığını bırakıp güneşin altında ölmeye gelmişlerdi. Ve geldiklerinde başka ve daha büyük hırsızların her şeye el koyduğunu görmüşlerdi, güneş bile onlara aitti. ...Güneş gözlüğünüz ve havalı bir polo gömleğiniz varsa Los Angeles'da polis sizi tutuklamaz. Ama ayakkabılarınız tozlu, kazağınız karlı eyaletlerde giyilen kalın kazaklardansa, yakanıza yapışır. -Ah Camilla! Colorado'da küçük bir çocukken onlar (İngiliz kökenliler) beni iğrenç isimlerle çağırıp aşağılamışlardı, beni yağlı İtalyan diye çağırmışlar ve yaralamışlardı. O denli yaraladılar ki beni, kitaplara sığındım, içime kapandım, kasabamdan kaçtım ve bazen onları gördüğümde aynı acıyı hissediyorum, o eski yara kanıyor ve burada olmalarından mutluluk duyuyorum, köklerinden kopmuş olmalarından, gaddarlıklarının kurbanları olmalarından, güneşin altında ölüyor olmalarından. Aynı yüzler, aynı asık suratlar, kasabamdan insan manzaraları, hayatlarını güneşle doldurmaya çalışan insanlar. -İnsanda yüzünü ağrıttığı izlenimi uyandıran bir gülümseme belirdi yüzünde. ...Dünya tozdan geliyordu ve sonunda yine toz olacaktı. Keyifli okumalar diliyorum...
Toza Sor
Toza SorJohn Fante · Parantez Yayınları · 20244,756 okunma
··
3.241 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.