Gönderi

Avrupa’nın Kilidi Belgrad Osmanlı Devleti’nin “Gazi Devlet” sıfatı, Fatih Sultan Mehmed döneminde her zamankinden daha belirgin hale gelmiştir. Doğu Roma İmparatorluğu’nun merkezi ve Hıristiyanlığın doğudaki son kalesinin düşmesi, Avrupa’da heyecan ve hayretle karşılanmıştır. Papa V. Nicolas, İtalyan devletlerini birlik olmaya davet etmiş, tüm Hıristiyanları da Haçlı bayrağı altında toplanmaya çağırmıştır. İmparator III. Frederich ve Napoli kralı V. Alphonso bu seferin başına geçmek konusunda oldukça istekli davrandılar. Regensburg’da toplanan imparatorluk meclisinde ise bütün Hıristiyan dünyasında beş yıllık genel barış yapılması ve Çanakkale Boğazı’na bir donanma gönderilmesi gündeme geldi. Osmanlılar aleyhindeki bu gelişmelerden haberdar olan Fatih, muhtemel bir Haçlı seferine liderlik edebilecek Venedik Cumhuriyeti ile bir antlaşma imzalayıp Osmanlı ülkesinde serbest ticaret hakkı tanıdı. Bu hamlesiyle aynı zamanda Osmanlı ülkesinde ekonomik canlılığı artırmayı da amaçlıyordu. Doğudaki ticari kazançlarını emniyet altına alan Venedik, Türklere karşı yapılan savaş hazırlıklarına katılmaktan kaçındı. Diğer taraftan Fatih’in kendilerine verdiği ahitnameyi kabul eden Cenovalılar, Karadeniz ve Ege Denizi’ndeki kolonilerini de padişah ile antlaşma yapmaya zorladılar. Sultan Mehmed fetihten sonraki süreçte temel hedefini; Tuna Nehri’ne kadar olan bölgede tamamen hâkim olmak ve Sırp meselesini kesin şekilde halletmek olarak belirledi. Zira Sırbistan’a sahip olmanın, batıdaki kuvvetli rakipleri Macarlara karşı, kendisine avantaj sağlayacağının farkındaydı. 1451’de II. Mehmed’in tahta çıkmasından sonra Osmanlı sınır kalelerini ele geçirerek Macarlarla birlikte Osmanlılara karşı hareket eden Sırp despotu George Brankoviç üzerine 1454 ve 1455’te iki sefer düzenlendi. Despot barış istemek zorunda kaldı. Yapılan antlaşma ile Macarlarla ittifak etmekten vazgeçen Brankoviç, yılda otuz bin duka ödemeyi ve eskiden olduğu gibi, seferlere belli bir miktar asker göndermeyi taahhüt etti. Macarların, Ortodoks Sırpları Katolikleştirme çabalarının Sırplar arasında doğurduğu tedirginlik ve tepki, Sırpların Macarlardan koparılarak tarafsız hale getirilmesinde etkili olmuştu. Sırbistan topraklarında kalıcı olabilmek için, Belgrad’ı Macarlardan almak gerektiğini düşünen Fatih, 1456’da takriben seksen bin asker ve çok sayıda toptan müteşekkil ordusuyla sefere çıktı. Ayrıca iki yüz çektiriden oluşan ince donanma da Karadeniz’den Tuna Nehri’ne girerek yukarıya, Belgrad’a doğru ilerlemişti. Belgrad Kalesi, bir yarımada şeklinde, Tuna ile Sava nehirlerinin birleştikleri yerde, sarp bir bölgede kurulmuştu. Kalenin burçları ve bedeni oldukça tahkim edilmiş olup kara tarafı da içi su dolu geniş hendeklerle korumaya alınmıştı. Padişah, İstanbul kuşatmasındaki gibi, gemilerin bir kısmını karadan yürütüp Sava Nehri’ne sokarak, Belgrad Kalesi’ni her yönden ateş altına aldı. Kaledekilerin ümidinin azaldığı bir sırada Tuna ötesinden, altmış bin kişilik Macar ordusunun Jan Hunyad komutasında ilerlediği haberi geldi. Tuna Nehri’nde beş saat süren deniz savaşını kazanarak nehrin beri yakasına geçen Macar ordusu ile Belgrad Kalesi önlerinde çok şiddetli bir savaş yaşandı. Muharebenin Türkler aleyhine gelişmesi ve Jan Hunyad’ın Osmanlı karargâhına saldırması üzerine, vezirleri Fatih’e çekilme önerisinde bulundular. “Düşmandan yüz çevirmek bozgun nişanıdır. Elhamdülillah benim, ‘Hak üstündür ve ona karşı gelinmez!’ kavline itimadım tamdır. Kaçmak düşmana nasip olmalıdır.” diyen Fatih, şuursuzluk denebilecek bir yüreklilikle atını düşman saflarına sürdü. İbn Kemal’e göre kılıcıyla üç düşman askerini öldürürken, kendisi de alnından ve bacağından yaralandı. Osmanlı birliklerinin gelmesiyle birlikte Macarlar püskürtülerek kalenin içine kadar kovalandı. Ağır şekilde yaralanan başkomutan Jan Hunyad, daha sonra aldığı bu yara sebebiyle öldü. Kıyamet sahnelerini anımsatan bu yaman cengin akşamında tekrar toplanan Osmanlı harp meclisinde; ağır kayıplar verilmesi, topların, gemilerin ve mühimmatın noksanlaşması ve kuşatmanın daha fazla uzayacağının kesinleşmesi gibi sebeplerden ötürü geri dönülmesine karar verildi. Osmanlıların kısmi başarısızlıkları, Avrupa’da Haçlı ümitlerinin yeniden yeşermesini sağladı. 1457’de donanmasını Ege Denizi’ne gönderen Papa III. Calixtus (1455-1458), Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan ve Gürcülerle de anlaşma zemini aradı. Calixtus’un ölümüyle onun yerine geçen, Türk düşmanlığıyla meşhur Papa II. Pius da (1458-1464) Hıristiyan devletlerini yeni bir Haçlı seferi için kongreye davet etti. Hıristiyan dünyasındaki kaygı verici gelişmelere rağmen, Sırbistan meselesini kesin bir şekilde halletmek isteyen Fatih; George Brankoviç ve oğlu Lazar’ın art arda ölmeleri üzerine veraset meselesini gündeme taşıdı. Macarlar; ölen despotun kızını Katolik Bosna kralı ile evlendirerek Sırp ülkesini Macaristan’ın himayesine almak istiyorlardı. Ayrıca, Osmanlı veziriazamı Mahmut Paşa’nın kardeşi Mihail Angeloviç’i de bertaraf etmişlerdi. Mahmut Paşa’nın mensup olduğu Angeloslar Ailesi, Kantakuzenoslar ile birlikte Sırp Despotluğu’nda en itibarlı iki aileden biriydi. Mahmut Paşa küçük yaşta devşirilerek saraya alınmış, Müslüman olmuş ve padişahın şehzadelik yıllarında onunla iyi bir arkadaşlık kurmuştu. Fatih Sultan Mehmed de İstanbul’un alınmasını müteakip, Çandarlı Halil Paşa’nın yerine Mahmut Paşa’yı önce Rumeli beylerbeyi sonra da sadrazam yapmıştı. Mahmut Paşa’nın kardeşi Mihail Angeloviç ise Sırbistan’ın en yüksek yargı makamı olan başvoyvodalık makamına kadar yükselmişti. Âdeta Sırbistan’daki Osmanlı lobisinin başı gibi hareket ediyor, Papalık ve Macaristan taraftarlarıyla mücadele ediyordu. Bazı Macar asilzadelerinin Macar ve Katolik yanlısı siyasetlerinden rahatsız olan halk, Osmanlı idaresine taraftar görünerek Mihail Angeloviç’in etrafında toplanmaktaydı. Angeloviç’in Macarlar tarafından tutuklanarak hapsedildiği sırada Fatih, Sırbistan konusuyla ilgilenme görevini Sadrazam Mahmut Paşa’ya verdi. 1457 ve 1458 de Sırbistan üzerine sefere çıkan Mahmut Paşa iki yıl boyunca bu meselenin halline çalıştı. 1 Mayıs 1459’da Bosna kralı Stefan’ın Sırp kralının kızıyla evlenmesiyle Bosna ve Sırbistan Macarların etki alanına girdi. Katolik bir Bosnalının krallığına karşı çıkan bazı Sırp asilzadeleri Osmanlı Devleti’ne başvurarak Sırbistan’ın teslimini teklif ettiler. Bu gelişme üzerine harekete geçen Fatih ordusuyla Sırbistan’a yürüdü. Halk ve asilzadeler tarafından memnuniyetle karşılanarak Sırp ülkesinin kilidi olan Semendire Kalesi’nin anahtarlarını teslim aldı. Ardından Vişeslav, Çernov ve Balastena kaleleri de itaatlerini arz ettiler. Sırbistan ülkesinin tamamı fethedildikten sonra Semendire sancakbeyliği adıyla teşkilatlandırıldı. Semendire Kalesi, Belgrad’ın Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1521’de fethine kadar Macaristan’a yapılacak akınlar ve kuzeyden gelecek saldırılar için bir üs vazifesi gördü. Semendire’nin Osmanlıların eline geçmesi Avrupa’da neredeyse İstanbul’un düşüşü kadar sarsıcı bir etki meydana getirmiştir. Bazı Batılı kaynaklar, şehrin hiçbir savunma yapmaksızın teslimini utanç verici olarak değerlendirirken, bu durumun gerçek sebebini görmek istememektedirler. Hâlbuki Sırp halkı bu tercihiyle; kendilerini zorla Katolik yapmak için çırpınan papa ve Macarlara karşı, dinlerine ve inançlarına tam bir serbestiyet tanıyan Osmanlı idaresini tercih ederek, kültür ve kimliklerini korumak istemiştir. Gerçekten de Sırplar, 1877 Berlin Antlaşması kararıyla, Osmanlı Devleti’nden ayrılarak bağımsız bir halk olarak karşımıza çıkacağı vakte değin geçen dört yüz yıllık süreçte; dinleri, mezhepleri ve dillerini muhafaza etmek konusunda hiçbir asimilasyona maruz kalmamışlardır.
114 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.