Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

YANLIŞ GİDİYORUZ İlçe Ortaokul Almanca Öğretmeni bir arkadaşına şu mektubu yazıyordu: Sevgili.............. Burda boğuluyorum artık. Edebiyat yapmıyorum. Gerçekten boğuluyorum, hava yetişmiyor, soluğum kesiliyor. Hıdırlık Doruğu'nda insanı yere çalan sert yel bile, ciğerlerime boğucu gaz gibi doluyor. Ancak kendimi bilmemesiye, kendimi yitiresiye içtiğim zaman rahat ediyorum. Her sabah dilim paslı, ağzım acı, beynim uyuşuk uyanınca, bir daha içmiyeyim diyorum. Kendi kendime söz veriyorum. Şöyle bir silkinmek, kendime gelmek istiyorum. Olmuyor. Günle birlikte yeniden boğulmaya başlıyorum, havasızım, havasız... Buraya gelirkenki coşkunluğumu yitirdim, içimden taşıp akan su, ölü toprağında göllenip bataktandı. Beni kınıyorsun, değil mi? Burdan bir kurtulsam, ben de kendimi kınayacağım, ikinci yıl bitti işte.'.. Kişi dev olsa, bu işin üstesinden gelemez. Uyuştum, kaldım. Ben de onlara şimdi onlar gibi, anlamsız anlamsız gülerek, — N'ööriyon heyri? diye hal hatır soruyorum: Onlar da bana, — N'ööriyon heyri? diye halhatır soruyorlar. —Ağlıyak da gözden mi olak... diyorlar. Dizden, gözden olmadan başkası yok, bu bir çıkar yol mu? Çözümlenmedi gitti şu sorun, baş tacımız halka mı inecekmişiz, halkımızı kendimize mi yüceltecekmişiz, her neyse bişeyler yapacakmışız... Büyük şehirlerde oturup, halk için düşünmek ne kolay... Buraya gelmeden önceki iyi niyetli aptallığımı, düşünüyorum, içimi bir halk dalkavukluğu kaplamıştı. Bizi nasıl kandırdılar, aldattılar, sonunda, halk dalkavuğu yaptılar. Halk bilir, halk herşeyi bilir, halkta büyük bir sezgi vardır. Yalan, hepsi yalan... «Halk herşeyi bilir» demek dalkavukluğu bile, halkı kendilerinden ayrı, bambaşka, umacı koskocaman bir dev yaratık görmek değil de nedir? Yalandan halkı sever göründükçe halka dalkavukluk ettikçe, bu yalanlara gerçekten inanan benim gibi tek tük kişiler, bilgisizliğin, görgüsüzlüğün, geriliğin kızgın, sonsuz çölüne sızan cılız sular gibi kuruyup, bitip gideceğiz. «Halk bilir, halk sezer» sözünde, dikkat et, halkı bir küçümseme, hiçe sayma, sevmeme var. Yalan, bir büyük yalan içinde uyuşmuşuz. Halk hiçbişey bilmiyor, hiçbişey sezemiyor. Bilse, sezse, bunca yüzyıllardan beri, aldatılır, kandırılır mıydı? Nasıl bir uyuşturucu yalan bu... Gerçekten bu halkın bilip öğrenmesini istememişiz. İsteseydik, önce halkımızı bütün acı gerçekleriyle tanır, ondan sonra ne yapmamız gerektiğini düşünürdük. Kendi halkımızı oluştan üstün saymak neden? Tanrı bir okur-yazar bile olmayan insanlara iltimas mı yapmış? Bilinçsiz, bilgisiz bir ülkücülükle boşa giden bu iki yıl sonunda, düşünmemek için ben de içmekten, öğretmenler Derneği'nde prafa, otuzbir, kaptıkaçtı, poker oynayarak zamanımı öldürmekten başka bir yol bulamadım. Biliyorum, şimdi sen gelsen buraya bize ne dersler, ne akıllar verirsin. Ben de ilk geldiğimde böyleydim. Dışardan sisli, kirli camlardan kahveleri dolduranlara bakıyordum. Bir masa çevresinde önlerindeki oyun kağıtlarına eğik başları, dışardan bakınca kopukmuş, yokmuş gibi, öylece duran kalabalığa kızıyordum. Geceleri ölü bir ışık altında, bu adamların kirli yüzleri uzuyor, sanki bir dokuma fabrikasında durmadan gidip gelen iğler gibi, bunların da kirli, yağlı iskambil kağıdı tutan elleri, havaya kalkıp kalkıp, kırık masa mermerlerine iniyordu. Kim gelse aramıza, bir süre sonra bizden beter olacak. Çünkü biz dev değiliz, insanız. Halkı ilkin kandıran şehir aydını değil, kasaba aydını.Kasabalı aydın, halkı şehirli aydınının kandırmasında yardımcılık, aracılık ediyor. Burda bunlar Gedikli İhsan Efendi, Aklı Evvel Bedir Hoca, Çiftverenoğlu Hamza Bey, Tüccardan Emin Efendi, Allanın Kulu İsmail Efendi, Allah Selamet Versin Murtaza Efendi gibiler. . Geçen gün yine, bu adamlar toplanmış, köylünün herşeyi bildiği üstüne konuşup, —O ne çarıklı erkanıharptir ooo... diyorlardı. Gedikli İhsan Efendi, çarıklı erkanıharbin bilgisini isbat için bir de şu olayı anlattı: «Manevredeydik. Bizim bölük bir tepenin rüzgar tutmayan güney yamacında çadırlı ordugaha çekilmişti. Karanlık bastırınca, yüzbaşı "Bölüğü al, filan yere götür" dedi. Çadırları topladık, çıktık yola... Hava da kötü karanlık, gökte tek yıldız yok. Ben atta, bölüğün önündeyim. Yola çıktıktan yarım saat sonra, arkadan bir ses geldi: — Yanlış gidiyoruz... — Kim o söylenen? dedim, hiç ses çıkmadı. Aradan bir-iki saat geçti, gene arkadan bir ses: — Yanlış gidiyoruz... — Kimdir o? Gene kimse çıkmadı. Bir zaman sonra bir daha: — Yanlış gidiyoruz... — Kim o söylenen, çıksın!... Çıkmadı. Saat de gece yarısını geçti, gideceğimiz yere çoktan varmalıydık. Bölüğün içinden o "Yanlış gidiyoruz" sesi, gün ışıyasıya sürdü. Bir de gün ışıdı ki, ne bakalım, biz ordugah kurduğumuz yerde değil miyiz... Sabahacak olduğumuz tepeyi fırdolayı dönüp durmuşuz. Bu sefer, — "Yanlış gidiyoruz" diye söyleyip duran kimdi? diye bölüğü sıkıladım. Onbaşılardan biri, — Başefendi, Hüsiyin söyledi durdu... dedi. Bölükte bir Kel Hüsiyin var, nerdeyse tezkere alacak, daha uygun adım yürümesini beceremez. — Gel len Hüsiyin buraya! dedim. Nerden bildin sen bizim yanlış gittiğimizi? Geldi. — Komutanım, dedi, ordugahtan çıktığımızda ürüzger benim sağ yanağıma vuruyordu. Az gittik, bu kez ürüzger sol yanağımı şamarlamağa başladı. Anladım ki, biz tepede ters döndük, kalktığımız yere gidiyoruz. "Yanlış gidiyoruz!" diye ses ettim. Az daha gittik, ürüzger gene sağdan üfürmeğe başladı. Anladım ki, gene ters döndük... "Yanlış gidiyoruz!" diye seslendim. Gene gittik... ürüzger bir sağ yandan vurdu, bir sol yandan esti... Anladım ki, kalktığımız tepeyi fırdolayı dönüp duruyoruz. — Ulan Hüsiyin, dedim, öyleyse, kim bağırdı, diye sorunca neden çıkmadın ortaya? — Başefendi, dedi, bir Kel Hüsiyin'in lafına aldırmazdın, "Yanlış gidiyoruz!" demesine inanmazdın ki... » Gedikli İhsan Efendi bu olayı anlatıp da, Köylümüzdeki akıl kimde var! deyince artık dayanamadım... — Sen buna akıl mı diyorsun İhsan Efendi, dedim, şehirliler de senin gibi düşünüyorlar, tıpkı senin gibi, «Halkımız akıllıdır, halkımız bilgilidir.» Bunun neresi akıl? önce akılsızlık senden başlıyor. Yirminci yüzyılın ortasında insanı pusula yerine kullanıyorsun da, suratına rüzgar vurmasından yön buluyorsun... Sen bu zamanda, Kel Hüsiyin'in yanağını pusula diye kulanırsan, bu, Kel Hüsiyin'in aklını değil, senin akılsızlığını gösterir. Rüzgar dediğin hep bi yandan mı eser? Ya rüzgar bir sağdan, bir soldan değişik esseydi de, sen Kel Hüsiyin'in aklına uysaydın, yol gidiyoruz diye topuğunuzun üstünde fırdönseydiniz nasıl olurdu? Böyle dedim ama kime dedim? Hiç bu halk bilgili, anlayışlı olsa, bu Gedikli Ihsan Efendi gibileri, yoksul sırtından, geçinebilir mi? Halk bilir, diye halkı uyutmuşlar, biz de buna aptalcasına katılmışız. Buranın köylerini gezdim. İlk gittiğim köyde gece kalmıştım.Gece helaya gidecektim. — Helanız nerede? diye sordum. Elime bakır bir ibrik verip, — Buraları hep hela... Şöyle açıl! dediler. Biçilmiş buğday tarlasının içine daldım... dik saplar ve kesekler arasında kendime yer açarken köyün köpekleri başıma üşüştü. Konuk olduğum evdekiler yetişmese, iri köpekler beni paralayacaklardı. Evden, komşulardan köylüler çıktı. Onlar beni çevirdi, köpekler onları çevirdi. En ortada, ekin sapları ve kesekler arasında ben, çevremde köylülerden bir halka, onların dışında köpeklerden bir halka. Köpekler havlıyor, köylüler de köpeklere, — Hoşt hoşt!., diye bağırıyorlar. Arada bir içlerinden biri de bana, — Korkma Bey, korkma, keyfine bak! diye sesleniyor. Sen keyfi gördün mü? Ayağa kalktım. En önde elimde ibrikle ben, arkada «hoşt hoşt!..» diye bağıran köylüler, daha dışta havlayan köpek sürüsü... Böyle bir törenle eve girdim. İşte helasız yaşayan bu köylüye biz, hiç utanmadan, sıkılmadan, — Sen herşeyi bilirsin . aslanım, senin sezişin var yiğitim! diye sırtını sıvazlayıp onu uyutmaya, kendimizi kandırmaya çalışıyoruz: Bu anlattığım köy halkı neyle geçinir, bilir misin? Kapıcılıkla. Bunların gençleri kadın erkek İstanbul'a, Ankara'ya gurbete çıkar, oralardaki hanlarda, apartmanlarda kapıcılık ederler. Orda kazanır, köyde kalan yaşlı ana — babalarına para gönderirler, Beş-on yılda bir döner, köye sılaya gelirler. Baba ocağından tam sökülmezler. Onlar da yaşlanınca gelir, bu kısır topraklı köye yerleşir, oğullarını kızlarını büyük şehirlere odacı, kapıcı gönderirler. Saydım, bütün köyde dört ahlat ağacından başka ağaç yoktu. Yağmurdan aka aka toprak kalmamış. Tarlalar ancak bire birbuçuk, bire iki veriyor.Bir kile tohum ekip, toprağı alın terleriyle sulayarak iki kile tahıl alacaklar. Yine de bu kısır topraktan vazgeçemiyorlar. Bu köylünün hepsi de İstanbul hanlarında, apartmanlarında kapıcı durmuşlar, o hanların, apartmanların kaloriferli, mavi, pembe, beyaz fayans döşeli helalarını yıkayıp temizlemişler. Ama köylerine dönüşlerinde kendilerine hela yapmamışlar. Neden? Neden böyle, diye hiç düşünüyor muyuz? Görgüsüzlük desen, değil, işte helanın en güzelini yıllarca görmüşler, temizlemişler, kullanmışlar da... Ama yine de kendilerine hela yapmıyorlar. Görmek, tek başına bir işe yaramıyor. Kişinin, o gördüğünü alacak, benimsiyecek bir düzeye yükselmesi gerekiyor. O yere yükselmedikçe, ne görse boş... Bunlar, yıllarca temizledikleri helaların, kendileri gibi insanlar için değil, yalnız kapıcı, odacı durdukları han ve apartımanlarda yaşayan insanlar için olduğunu sanıyorlar. İşte biz bu halka «akıllı, bilgili, anlayışlı, sezgili» diyoruz. Yalan. Onları da, bizi de kandırmışlar, aldatmışlar. Biz de o yalanlara aldanıp körü körüne halk dalkavuğu olmuşuz. Acı gerçekleri öğrensek, öğretilmeden, eğitilmeden, halkın bilgili, anlayışlı olamıyacağını kavrasak, o zaman ne yapmamız gerektiği üzerinde düşüneceğiz. Ama «Halk bilir, anlar» deyince düşünceye yer kalmıyor artık... Şehirlerin kaloriferli, pırıl pırıl fayans döşeli helalarını kullanıp da evinde helası bile olmayan insanlara, — Halk bilir, halk anlar!., diye yaptığımız halk dalkavukluğumuza, içine düştüğümüz aptallığa bak... Halkı daha çok soymak için, bizi de kandırmışlar, halk dalkavukluğunu «Halkçılık» sanmışız. Şimdi sana Aklı Evvel Bedir Hocayı anlatıyorum. Kadife, bir kasketi var, kasketin güneşliğini hep sol yana arkaya doğru çevrik giyer. Kasketinin altında da kirli, yağlı bir takkesi vardır. Camiye cuma namazına giderse, şapkayı ayakkabının yanına kor, takkeyle namaz kılarmış. Şişman tostoparlak bir adam. Sevimli bir yüzü, cana yakın da bir konuşması var.Burdakilerin hepsi çok tatlı konuşuyorlar, tatlı ve inandırıcı... Her birinin bu inandırıcı sözlerinin, tatlı konuşmalarının ne kadarının yalan olduğunu, sonradan birbirlerinden öğrenebilirsin. Bana kalırsa akıllılıktan yana Tüccardan Emin Efendi, Bedir Hoca'dan hiç de aşağı kalmıyor. Hatta kimi zaman onu bile bastırıyor. Emin Efendi babacan bir adam, saçlarını sıfır numara makineyle traş ettirir. Su içerken elinin birini başının üstüne kor, kısa ve çarpık bacaklarıyle ördek gibi yürür. Onun da konuşmasına doyum olmaz. Burdakiler çok sövgülü konuşuyorlar. Yalnız İsmail Efendi hiç sövmez. En çok kızdığı zamanlar bile bağırmaz, sövmez, kızdığı adama yalnız, «Allahın kulu» der. «Allanın kulu» demekle kızgınlığını yatıştırmış olur. Bu yüzden ona «Allahın Kulu İsmail Efendi» lakabını takmışlar. Kardeşim, ne kadar yazsam, burda çektiğim sıkıntıları sana anlatamam. Karşı karşıya gelmeliyizde, başbaşa verip, sana bir hafta, on gün anlatmalıyım. Artık, iyice bunaldım. Beni burdan başka bir okula atamaları için üstüste dilekçeler veriyorum. Cevap yok. Hasta olmalıymışım, buranın havası da hastalığımı arttırmalıymış ki, beni burdan başka bir yere nakletsinler. Vilayetteki hastanede muayene oldum, hiçbir hastalık bulamadılar, turp gibiymişim. Burdan uzaklaşabilmek için, hasta olmaya bile razıyım. Doktorlar anlamadı ama, ben hastayım. Hastalığı-mı biliyorum: Umutsuzluk, kırgınlık... Ruh çöküntüsü içinde gittikçe kendimden ayrılıp başka bir insan oluyorum. Bu umutsuzluk, ne yapmam gerekli olduğunu bilmememden geliyor. Ne başkaları için yaşıyabiliyorum, ne kendim için... Başkaları için yaşıyabilsem, kendim için de yaşamış olacağımı, kullanacağımı biliyorum, ama nasıl?.. Sık sık ağlıyorum, ama güldüğüm hemen hiç olmuyor. Geçen gün, büyük bir sinir bunalımı geçirdim. Pazardı. Sabahtan gezmeye çıkmıştım. Karşıdan bürüğüne bürünmüş bir kadın geliyordu. Kadınlar yolda, bürüklerinin içine dolanmış, yalnız tek gözleri açık, öyle geziyorlar. Bu denli kapandıkları da yetmezmiş gibi, uzaktan bir erkeğin geldiğini gördüler mi, daha elli adım ara varken hemen önlerini duvara dönüp, erkek elli adım geçesiye sırtları dönük, oturup bekliyorlar, onları böyle görmek, insanı insanlığından utandırıyor. O pazar sabahı, yalnız başıma giderken, karşıdan gelen bürüklü bir kadın gördüm. Bürüğünün içinde, ayrıca bir kırmızı yazmayla ağzı, çenesi bağlıydı. İki elinde, su dolu iki gaz tenekesi tuttuğu için, beni görünce, büsbütün bürüğüne dolana-madı. Yalnız, iki elindeki iki tenekeyi yere koyup durdu. Yüzünü de örtünmedi, sırtını da bana dönmedi. Kırk yaşlarında var yoktu. Nasıl oldu ben de bilemiyorum, birden yanına sokuldum da, — Bacım, dedim, kimden neye böyle kaçıyorsun? Bu kasabada yabancın yok ki senin... Yiğenlerin, ağaların, emmile-rin, hepsi senden. Kuzu bile kurttan, sizin er kişiden kaçtığınız gibi kaçmaz. Anam, bacım ol, nedir bu, söyle bana... Seni bu erkekler yemez. Bak, işte sen bana sırtını dönüp duvara kapanmadın, ne iyi... Ya şu ağzını neden yazmayla kapamışsın?.. Daha neler söylediğimi şimdi tam olarak anımsıyamıyorum. Ben böyle deyince kadın birden çenesindeki bezi çekip ağzını açtı da, — Aha gördün mü? dedi. Ağzında bitek diş yoktu. Kızgınlıkla, — Neden kapanırmışız! Bizde insan arasına çıkacak surat mı kalmış... dedi. Hırsla tenekelerin tahtadan tutamaklarına sarılıp yürüdü. Donakaldım. Bu kadının isyanını şehir aydınlarına anlatabilseydim. Ağlamaya başladım... Hiç kendimi tutamıyorum. Çok kızgın ve çok duygulu adam oldum. O pazar, sabahtan içmeğe başladım. Sana yazdığım bu mektubu şimdi zarflayıp postaya atacağım, ondan sonra... yine içmeğe... Beynim tüm uyuşsa da, hiç düşünemesem, çok daha iyi... Yarın İbrahim Zübükoğlu gelecekmiş. Onunla mutlaka tanışıp konuşmak istiyorum. Gözlerinden özlemle öper, mektuplarını beklerim. Mektupların bana avuntu oluyor.
··
995 görüntüleme
Nupe okurunun profil resmi
Baya uzun, boş bir zamanımda okuyacağım
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.