Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Bunu bir kaldırım Ressamı olan Bozo ile bakın ne güzel anlatıyor yazar. Bozo, aynı şekilde konuşmaya devam etti ve ben de dikkatle dinledim. Oldukça sıra dışı bir kaldırım ressamına benziyordu. Ben ise yoksulluğun önemli bir şey olmadığını söyleyen biriyle ilk kez karşılaşmıştım. O geceden sonra, ilerleyen günlerde Bozo'yla birkaç kez daha buluştuk çünkü sık sık yağmur yağdı ve çalışmasına imkan yoktu. Bu arada bana hayatını anlattı, ilginç bir öyküsü vardı. İflas etmiş bir kitapçının oğluymuş, on sekiz yaşında ev boyama işine başlamış ve savaşta üç yıl boyunca Fransa'da ve Hindistan'da askerlik yapmış. Savaştan sonra, Paris'te boyacılık işi bulmuş ve yıllarca orada kalmış. Fransa, ona İngiltere'den daha iyi, daha uygun geliyormuş (Ingilizleri aşağılıyordu). Paris'te durumunu düzeltmiş, para biriktirmiş, Fransız bir kızla nişanlanmış. Günün birinde nişanlısı bir otobüsün tekerleklerinin altında kalıp ölmüş. Bozo bir hafta boyunca sürekli içmiş ve sonra sersemlemiş bir halde yine işine dönmüş. Tam da işe yeniden başladığı günün sabahı, üzerinde çalıştığı yapı iskelesinden on iki metre aşağıya, kaldırıma düşmüş ve sağ ayağı paramparça olmuş. Her nedense, tazminat olarak sadece altmış sterlin kadar para vermişler. Ingiltere'ye dönmüş. İş ararken elindeki parayi bitirmiş. Middlesex Sokağı'ndaki pazarda kitap satmaya çalışmış ve en sonunda kaldırım ressamlığında kalmış. O zamandan beri günü kazandığıyla ancak karnını doyura biliyormuş. Kışları yarı aç gezermiş ve çoğunlukla yoksul konukevinde ya da Embankment'ta bir yerlerde uyurmuş. Onunla tanıştığımda üzerinde olan giysilerinden, resim malzemesinden ve birkaç kitabından başka bir şeyi yoktu. Giysileri, bir serseride rastlanan alışıldık paçavralardı ancak yakalıklı ve kravatlıydı. Bundan da gurur duyuyordu. Yakalıgı bir yıllık ya da daha eskiydi. Enseye dayanan yeri yıprandığı zaman, Bozo gömleğin alt tarafından kesip yaka yaparmış, bu yüzden gömleğinin eteği neredeyse hiç kalmamıştı. Sakat ayağı, gittikçe kötüleşiyordu ve muhtemelen kesilmesi gerekecekti. Sürekli kaldırım üzerinde diz çökerek çalıştığı için, dizlerinde kundura köselesi gibi nasırlar oluşmuştu. Dilenmekten ve kimsesizler evinde ölmek dışında bir gelecegi olmadığı çok açıktı. Bütün bunlara rağmen ne korkusu ne pişmanlığı ne utancı ne de kendine acıma hissi vardı. İçinde bulunduğu duruma cesurca bakabilmiş ve kendine bir felsefe yaratabilmişti. Dilenci olmanın kendi suçu olmadığını söyler ve bundan dolayı pişmanlık duymazdı. Toplum düşmanıydı, firsatını bulsa suç işlemeye de oldukça hazırdı.İlkesel olarak tutumlulugu reddederdi. Yaz boyu hiçbir şey biriktirmiyor, eline geçen fazla parayı, kadınlara ilgi duymadığından, sadece içkiye harcıyordu. Kış geldiğinde meteliksiz kalırsa toplum ona bakmalıydı. Kendisine acıyacak kimselerden mümkün olduğunca para almaya hazırdı, yeter ki ondan teşekkür beklemesinler. Dinsel nitelikli yardım derneklerinden uzak dururdu çünkü söylediğine göre, iki lokma ekmek için ilahi söylettikleri için verdikleri ekmek boğazında kalıyormuş. Gurur meselesi ettiği daha pek çok şey vardı. Örneğin, hayatının hiçbir döneminde hatta acından ölürken bile yerden sigara izmariti almamıştı. Kendini sıradan dilencilerin üzerinde bir sınıftan biri olarak görüyordu. Ona göre, dilenciler aşağılık, minnetsiz olmama dürüstlügünü bile gösteremeyen kişilerdi. Orta derecede Fransızca biliyordu. Zola'nın birkaç romanını. Shakespeare'in tüm oyunlarını, Gulliver'in Gezileri'ni ve daha pek çok deneme yazısı okumuştu. Başından geçenleri, insanın hafızasında kalacak kelimelerle anlatıyordu. Örneğin, cenazelerden bahsederken şöyle dedi: "Ceset yakılırken gördün mü daha önce? Ben Hindistan'da gördüm. Adamı ateşin üzerine yatırdılar, hemen ardından neredeyse aklım başımdan gidiyordu çünkü adam zaplamaya başlamıştı. Kasların sıcakta kasılıyordu, tüm olay buydu ama yine de bir garip olmuştum. Bir zaman, ateşin üzerinde balık gibi öyle kıpırdayıp durdu, sonra karnı şisti ve öyle bir patladı ki kırk metre öteden duyarsın. O günden beridir cesedin yakılmasına karşıyım." Veya yaşadığı kazayı şöyle anlatıyordu: "Doktor bana dedi ki "Şükret de her iki ayağının üzerine düşmemişsin, dostum. Çünkü iki ayağının üzerine düşseydin, lanet bir akordeon gibi kapanır susardın ve kalça kemiklerin kulaklarından dışarı fırlardı!" Bu sözcükler kesinlikle doktorun degil. Bozo'nun kendi sözleriydi. Böyle laflar etmekte pek yetenekliydi. Beynini bozulmadan canlı bir şekilde tutmayı başarmıştı ve bu yüzden hiçbir şey ona yoksulluk önünde boyun eğdiremiyordu. Paçavralar içinde gezebilirdi, soğukta titreyebilirdi ya da açlıktan ölebilirdi ancak okuyabildiği, düşünebildigi, göktaşlarını gözlemleyebildiği sürece, söylediği gibi, zihninin içinde hep özgür olacaktı. Küskün bir ateistti (Tann'ya reddetmeyen ama aynı zaman da sevmeyenlerdendi) ve insan ilişkilerinin hiçbir zaman düzelmeyeceğini düşünmekten bir çeşit zevk alırdı. Söylediğine göre, Embankment'ta gecelerken bazen Mars ya da Jüpiter gezegenlerine bakıp belki oralarda da Embankment gibi doldurma rıhtımlar ve o doldurma rıhtımların üzerinde uyuyanlar vardır, diye düşünürmüş. Bu konuda tuhaf bir teorisi vardı. Teoriye göre, yeryüzünde yaşamın zorlu olmasının nedeni, gezegenimizin yaşam gereksinimleri açısından daha yoksul olmasıydı. Herhalde soğuk iklimi ve kıt suyuyla Mars, çok daha yoksul ve yaşam da daha çetin olmalıymış. Yeryüzünde altı peni çalanı hapse attıklarına göre, Mars'ta muhtemelen canlı canlı kaynatıyorlardı. Neden bilmiyorum ama bu düşünce Bozo'nun çok hoşuna giderdi. Çok sıra dışı bir adamdı.
·
106 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.