Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Beden eğitimi fenaydı, voleybolsa en fenası. Beth topa bir türlü düzgün vuramıyordu. Ya topa sertçe şaplak atıyor ya da rasgele sektiriyordu. Bir keresinde parmağını o kadar kötü incitti ki hemen şişiverdi. Kızların çoğu kahkahalarla bağrışarak oynuyor ama Beth aynısını hiç beceremiyordu. ... Haksızlıktı bu. Sportmenlik Beth'i hiç ilgilendirmiyordu. Oynamak ve kazanmak istiyordu. Hayatta en çok istediği şeydi kazanmak. ... Kapının altından sızan koridordaki ışığı kesmek için kafasını yastığın altına sokmuş, yatakta bir o yana bir bu yana yuvarlanıyor, bir fil ile kaleyi birlikte kullanarak en çabuk nasıl şah çekilir, ona kafa yoruyordu. ... Aynı günün gecesi, ışıklar söndükten sonra altı hapın hepsini tek tek yuttu ve bekledi. Zamanla yarattığı his enfesti, içinde bir hoşluk oldu, gergin tüm uzuvlarına bir gevşeme geldi. İçini saran sıcaklığın, derinlerdeki kimyasal mutluluğun keyfine olabildiğince uzun süre varmak için uykuya direndi. ... Basitti, asıl mühim olan gözünü dört açmak ve oyunun gidişatına göre olasılıkları kafanda canlandırmaktı. ... Yirmi hamle sonra, üç hamleyi takiben onu mat edeceğine dair adamı uyardı. Adamın onu bekleyen akıbeti görmesi yarım dakikayı buldu. Hayretle kafasını iki yana salladı ve şahını devirdi. ... Derken gözü tekrar satranç tahtalarına kaydı, taşların tanıdık dizilimini görünce nahoş hisler azaldı. Bu devlet lisesinde varlığı abes kaçıyordu belki ama şu on iki satranç tahtasının önündeki varlığı hiç de öyle değildi. ... Esasında kızın yaptığı incir çekirdeğini doldurmayacak kadar sıradandı, gene de inanılmaz zihninde çakan kıvılcımların çatırtısı dinlemeyi bilenlerin kulağına çalınmıştı bir kez. Kızın satranç hamleleri o kıvılcımlarla alazlanmıştı. Bir buçuk saatin sonunda, tek bir hata yapmadan, tek hamleyi israf etmeden hepsini yenmişti. ... Beth koridorlarda hep yalnızdı; başka türlüsü aklının ucundan bile geçmiyordu. Kızların çoğu ikişerli üçerli gezerken o tek başına takılıyordu. ... Çiğ ışığın altında, aynada kendisine baktı ve hep gördüğü şeyi gördü; albenisiz toparlak bir surat, mat saçlar. Gene de bir değişiklik vardı. Yanakları al aldı artık, bakışlarına hiç görmediği bir canlılık gelmişti. Hayatında ilk kez aynadaki aksini beğendi. ... Beth'in midesinde bir şey çözülmeye başlıyordu. Görme duyusu sanki son derece keskinleşmişti, salonun ta öbür ucundaki en küçük yazıyı okuyabilecekmiş gibiydi. ... O gece odasında uzun bir süre uyuyamadı çünkü gündüzki oyunları kafasında gına getirene dek tekrarlamış, gene de art arda oynamayı bırakmamıştı ... Beth, Methuen şapelinde geçirdiği süre boyunca Tanrıya inanmamayı öğrenmiş, hiç dua etmemişti. Oysa şimdi içinden, Lütfen Beltik'le oynayıp onu mat etmeme izin ver Tanrım, diyordu. ... Ama suratı asıkken, saçı hafif dağınıkken bile yakışıklıydı. Adamın geniş omuzlarına, temiz tenine, odaklanmadan dolayı kırışmış alnına baktıkça Beth'in midesinde bir gariplik oluyordu. ... Adam oyunun nereye doğru gittiğini iki hamle sonra gördü, anlayınca da birden kaşlarını çatıp, "Tanrı aşkına, Harmon, beni kalemden edeceksin," dedi. Beth adamın tonlamasına bayıldı; ifade şekline bayıldı. Adam yapmacık bir şaşkınlıkla kafasını iki yana salladı, Beth ona da bayıldı. ... İçeridekiler o girdiği anda sus pus kesildi. Herkes dönüp ona baktı. Birisinin fısıldadığını işitti, "On üç yaşındaymış lan." Kulağına çalınan bu fısıltıyla gaza gelince anında şu cümle geçti aklından: Sekiz yaşında olsam da böyle oynardım. ... Yerine geçip önündeki altmış dört kare hariç her şeyi zihninden kovdu. ... Adamın yüzüne baktı. "Dinlenmen lazım." Townes ona yukarıdan bakarak gülümsedi. "Bana asıl senin yeteneğinden lazım, Harmon." ... Beth'in ömründe geçirdiği en güzel Noel akşamıydı. Uçak karla kaplı Kentucky semalarından geçip yolculuğun sonuna doğru Meksika Körfezi üzerinde geniş bir kavis çizdi, indiklerinde hava ılık ve güneşliydi. ... Satranç kimileri için eğlencelik, kimileri içinse bir tutku hatta bağımlılıktır. Yeri gelir, doğuştan yetenekli biri çıkar. Yeri gelir, küçük bir oğlan çocuğu ortaya çıkar ve dünyanın en zorlarından biri addedilen bu oyundaki ustalığıyla hepimizi hayretlere düşürür. Peki o çocuk ya bir kız olsaydı; kumral saçlı, kahverengi gözlü, lacivert elbiseli, somurtkan bir kız çocuğu? ... Sessiz ve terbiyeli bir kız. Ama hayattan öcünü almak üzere çıktığı bu yolda... Ay muhteşem bu!" dedi Bayan Wheatley. "Okumayı sürdüreyim mi?" "Yetimhaneden bahsediyorlar." Aynı sayıyı Beth de almıştı. "Karşılaşmalarımın sadece birine değiniyorlar. Yazının çoğu benim bir kız olmamla ilgili." "E ama öylesin." "Onun o kadar önemli olmaması gerekir," dedi Beth. ... Ne var ki Beth turnuvalardan konu açtığında kızlar hemen lafını kesip katılımcı oğlanları sordular. Yakışıklı mıydılar? Herhangi biriyle çıkmış mıydı? Beth, "O işlere pek zamanım yok," deyince kızlar konuyu değiştirdi. ... Beth film saat on birde bitene dek oturdu, reklam aralarındaki dedikodu ve gülüşmelere iştirak etmeden. Akşamın sıkıcılığı onu dumura uğratmıştı. Lexington'da okula ilk başladığında gözünde pek büyüttüğü seçkin Apple Pi Kulübüydü bu ve sofistike partilerinde tüm yaptıkları bundan ibaretti, Charles Bronson filmi seyrediyorlardı. ... Bazen ulaşmak istediği hedefi gözünde canlandırıyordu; gerçek bir profesyonel ve dünyanın en iyi satranç oyuncusu, özgüvenli bir kadın olarak uçakların birinci sınıf bölümünde tek başına seyahat ettiğini düşünüyordu; tığ gibi, iki dirhem bir çekirdek giyinmiş, alımlı ve başı dik, bir nevi Jolene'in beyaz tenlisi. ... Aynen. Koca kız olmuşsun, Harmon. Life'taki yazıyı gördüm." Kıza daha bir alıcı gözüyle baktı. "Hatta sana bir hoşluk gelmiş." Beth'e ateş bastı, ne diyeceğini bilemedi. ... "Fotoğraf makinam odamda," dedi Townes. Duraksadı. "Satranç takımlarım da var. Oynamak ister misin?" Beth omuz silkti. "Olur. Gidelim." "Harika!" Gülümsemesi baş döndürücüydü. ... Beth adamın bedeninden yayılan ısı karşısında gayriihtiyari nefesini tuttu. Yüreği hızlı atıyordu hatta bir kaleyi oynamak üzere tahtaya uzandığında parmaklarının titrediğini gördü. ... Müthiş görgülü bir erkekti, gülümsemesi rahat. Onun da kendisine aynı gözle baktığından kuşkuluydu ... Adam saati tahtanın yanına koyunca, Beth saatlerin ikisinin de aynı süreye ayarlı olduğunu gördü. Onunla oynamak istediği oyun bu değildi ... Beth birayı yudumladı. Ağzına sürmüşlüğü hiç yoktu ama tadı tam beklediği gibiydi, sanki bira tadının neye benzediğini oldum olası biliyordu. ... "Bir tane daha içeyim," dedi Beth. Townes aklından çıkmıyordu, oyunu bitirdikten sonra ayrılmak üzere kalktığındaki o bakışı. Genç adam gülümseyip elini tutmuştu. Elini kısacık tuttuğu o anda Beth'in yanaklarına bira içmiş gibi sıcak basmıştı. Adamla yedi el oynadığı hızlı maçların hepsini kazanmıştı. Elindeki bardağı sıktı, bir an tüm gücüyle yere çarpıp paramparça edesi geldi.Onun yerine gidip bir kutu bira daha aldı, parmağını kulakçığa sokup açtı. ... İki gencin muhabbetine kulak misafiri olurken nahoş ve tanıdık bir hisse kapılmıştı; sanki satranç erkeklere has bir uğraşmış da onu dışlıyorlarmış gibi. Bu histen nefret ediyordu. ... Townes'un onu konu ettiği bir sayfalık makale Herald-Leader'ın pazar ekinde, Las Vegas'taki otel odasının penceresi önünde çektirdiği bir fotoğrafla beraber yer aldı. O fotoğraftaki halini beğendi, sağ eli beyaz vezirde; duru, ciddi ve zeki bir yüz ifadesiyle çıkmıştı. Bayan Wheatley kupür albümü için gazetenin beş kopyasını aldı. ... Tek başınaydı ve bundan hoşnuttu. Önemli her şeyi hayatı boyunca böyle öğrenmişti ... Burgonyanın ikinci şişesini pazar gecesi içmiş ve on saat deliksiz uyumuştu. Şimdi takside, ense kökünde hafif bir ağrı vardı, elleri de biraz titriyordu. Dışarıdaki mayıs sabahı havası muhteşemdi, yeni yeşermiş ağaçların görüntüsü enfes ve iç açıcıydı. Parasını ödeyip de araçtan indiğinde hafiflemiş hissediyordu, kıpır kıpır, bir an önce liseyi bitirmeye ve tüm enerjisini satranca ayırmaya hazır. ... Okul partisinde diğer birkaç mezun ona el altından içki ikram ettiyse de Beth hepsini geri çevirdi. Meyve suyu içip erkenden eve döndü. Çalışması lazımdı, iki haftaya kadar Meksika'daki ilk uluslararası turnuvasını oynayacaktı, ondan sonra da Birleşik Devletler Şampiyonluğu vardı. Yaz sonunda Paris'te yapılacak Remy-Vallon'a davet edilmişti. İşler rayına oturmaya başlıyordu. ... "Hayatı bildiğim gibi yaşıyorum." Bayan Wheatley uzun bir iç çekti. "Tecrübeyle sabit, hayatta bildiklerinin her zaman önemi yoktur." ... "Beth," Bayan Wheatley makul tavrını koruyarak devam etti. "Bellas Artes'e, Chapultepec Parkı'na bile gitmedin. Oradaki hayvanat bahçesi enfes. Öğünlerini bu odada yiyip tüm vaktini satranç kitaplarına gömülerek geçiriyorsun.Turnuva öncesi bir gününü kendine ayırsan da satrançtan başka bir şeyle oyalansan olmaz mı?" ... Tıknaz, ağır cüsseli bir adamdı, o da goril gibiydi, çalı gibi kaşlarını çattığından alnı kırışık, gür kara saçlı, bakışları duygusuz. Beth, elinde kâğıt bira bardağı, gerildi. Yanaklarının kızardığını hissetti. Bu adam Dünya Satranç Şampiyonu Vasily Borgov'du. Haşin Rus siması, otoriter suratsızlığı hataya yer bırakmıyordu. Chess Review'un kapağında defalarca görmüştü, hatta bir tanesinde üzerinde aynı siyah takım elbise, yeşil-sarı alacalı kravat vardı. ... Sıralamadaki yeri postayla çoktan bildirilmişti, Dokuz Numaradaydı. Borgov muhakkak Bir Numaradaydı. Ansızın başından aşağı kaynar sular döküldü, kafasını eğip elindeki biraya baktı. Bardağı ağzına götürüp kafaya dikti, kararlıydı, turnuva bitene kadar son içkisi bu olacaktı. ... Beth yeşil çalışma koltuğunda saatlerce oturdu, Bayan Wheatley'nin hafif horultularını işitmeden, bu Meksika otelinin tuhaf kokularını duymadan, nedense bir uçurumdan düşmek üzereymiş gibi hissederek. ... Beth kızgınca kafa salladı. "Kitapları çalışıyorum ama hep doğaçlama oynuyorum." ... Oğlana ne öğlen ne de akşam yemeğine kal demişti; teklife gerek kalmamıştı. Beth kuramsal bir oyunda bir dizi muhtemel kale hamlesi üzerine kafa yorup beraberlikten kaçınmanın çaresini ararken, birkaç blok ötedeki marketten yiyecek almaya Beltik gitmişti. Beth öğlen sofrayı hazırlarken oğlan formu korumanın ve iyi uyumanın önemine dair ona nutuk çekti. Dondurulmuş akşam yemeğini de iki kişilik satın almıştı. ... Güzel bir haftaydı, Kentucky baharının en iyi zamanı. Bazen Beltik gece geç vakit ayrıldığında Beth arka bahçeye çıkıyor, yanaklarını ısıtan tertemiz havayı derin derin içine çekiyordu ama sair zamanlarda dış dünya umurunda değildi. Satranca başka bir şekilde yeniden sarmıştı. Meksika'dan şişelerle aldığı yatıştırıcılar komodinde öylece duruyordu. Buzdolabındaki kutu biraların buzdolabından çıktığı yoktu. Avluda beş dakika dikilip içeri giriyor, Beltik'in satranç kitaplarını saatlerce okuyor, sonra da yukarı çıkıp bitkin giriyordu yatağa. ... Küçüklüğünden beri satranca bu denli gömülmemişti. Beltik haftada üç gün öğleden sonra, iki gün de sabahları derse giriyor, o süre zarfında Beth de oğlanın kitaplarını çalışıyordu. Zihninde oyun ardına oyun oynuyor, yeni varyantlar öğreniyor, hücum ve savunmadaki biçimsel farkları görüyor, şaşırtıcı bir hamle veya hassas bir pozisyon karşısında bazen heyecanla dudağını dişliyor, sair zamanlardaysa hamle ardına hamle, tehdit üstüne tehdit, zorluk üstüne zorluk gördükçe satrancın derinliği, sonsuzluğu karşısında yorgun düşüp bir umutsuzluk duygusuna kapılıyordu. ... "Evet. Philidor gözü bağlı gösteri maçları oynayıp peyderpey balatayı sıyırıyormuş, on sekizinci yüzyılda milleti nasıl ikna ediyorlarsa artık. Diderot ona yazmış: "Caka uğruna çıldırma riskini göze almak aptalca.'Bazen satranç tahtasının başında oyunu analiz edeceğim diye kıçımı yırtarken aklıma gelir." ... "Ya diğer fil? Şuradaki?" "Öf, Tanrı aşkına," dedi Beth. "Piyon gitti mi, atlar da birbirini götürdü mü zaten şah çekiliyor. Göremiyor musun?" Oğlan birden donup hışımla baktı. "Hayır, göremiyorum," dedi. "O kadar hızlı kestiremiyorum." O da oğlanın suratına baktı. "Keşke görebilsen," dedi dobralıkla. "Bana göre sen fazla keskin zekâlısın." Beth oğlanın öfkesine rağmen incindiğini anlayınca yumuşadı. "Benim de ıskaladığım oluyor bazen," dedi. Harry kafasını iki yana salladı. "Hayır, ıskalamıyorsun," dedi. "Eskidendi o." ... O gece oğlan Beth'le aynı yatağa girmedi, ertesi gece de. Beth kendisine çok az anlam ifade eden seksin eksikliğini hissetmese de başka bir şeyin eksikliğini hissetti, ikinci gece uyumakta güçlük çekti, sabaha karşı ikide ayaktaydı. Buzdolabına gidip Bayan Wheatley'nin kutu biralarından birini çıkardı. Sonra satranç tahtasının başına oturdu ve birayı yudumlayarak kayıtsızca taşlarla oynamaya başladı. ... Oyunu bir süre o pozisyonda bıraktı ve iki birayı sırf onu seyrederek bitirdi. Sıcak bir geceydi, mutfak penceresi açıktı. Sinekliğe pervane kelebekleri çarpıyor, ta uzakta bir köpek havlıyordu. Masada Bayan Wheatley'nin pembe kadife sabahlığıyla oturuyor, Bayan Wheatley'nin birasını içiyordu, keyfi yerinde, halinden hoşnuttu. Yalnız kalmaktan memnundu. Buzdolabında üç tane daha bira vardı, hepsini bitirdi. Sonra yatağına döndü ve sabah dokuza kadar horul horul uyudu. ... Evde yalnız kalmıştı, midesinde bir düğüm, nereye gitsin bilemiyordu. Ne görmek istediği bir film vardı ne de aramak istediği bir insan; canı bir şey okumak da istemiyordu ... Komodindeki şişeyi alıp avucuna üç tane yeşil hap silkti, sonra da dördüncüyü. Yalnızlıktan nefret ediyordu. Dört hapı birden susuz yuttu, aynı çocukluğundaki gibi- Akşamüzeri Kroger'dan kendisine bir biftekle koca bir tane fırın patatesi aldı. Market arabasıyla kasaya gitmeden önce içki reyonuna uğrayıp bir şişe de burgonya aldı. O gece televizyon izleyip kafayı çekti. Uyumak için kanepeye geçti, televizyonu bile zar zor kapadı. ... Ertesi sabah korkunç bir baş ağrısı ve kariyerini sürdürme azmi eşliğinde uyandı. Bayan Wheatley ölmüştü. Harry Beltik çekip gitmişti. Uç hafta içinde ABD Şampiyonluğu vardı. Meksika'ya gitmezden önce davet edilmişti oraya. Şampiyonluğu kazanacaksa Benny Watts'ı yenmek zorundaydı. ... Öğlene doğru oyunların altısını analiz etmiş ve acıkmaya başlamıştı. İki blok ötede küçük bir lokanta vardı; mönüsünde soğanlı ciğer kavurma, kasasında da satılık çakmak standı bulunan bir yer. Kitabı yanında götürdü ve patates kızartmasıyla hamburgerini yerken iki oyunun daha üzerinden geçti. Limonlu muhallebisi geldi, tatlı öyle yoğun kıvamlı ve lezizdi ki Bayan Wheatley'yle Cincinnati ve Houston gibi yerlerde paylaştıkları Fransız tatlılarını anımsayınca içi birden özlemle cız etti. ... Paul Morphy'nin sırf adı bile onu heyecanla ürpertmeye yetiyordu. New Orleanslı bu tuhaf harika çocuk, iyi yetiştirilmiş bir avukattı, bir yargıtay hâkiminin oğlu, genç yaşta satranç yeteneğiyle dünyayı şaşkına çevirmiş, sonra oynamayı tümden bırakıp paranoyanın pençesine düşmüş ve sayıklaya sayıklaya vakitsiz ölmüştü. ... Morphy, Paris'teki karşılaşmalar öncesinde bütün gece uyumuyor, kahve içip yabancılarla sohbet ediyor, ertesi sabah da bir yırtıcı gibi oynuyordu; efendiliğini bozmadan, her zamanki şıklığında, güler yüzlülükle, büyük taşları varisli elleriyle narince, âdeta hanım hanımcık tutuyor ve Avrupalı ustaları art arda ezip geçiyordu. Birisi onun için "satrancın gururu ve kederi" tabirini kullanmıştı. Capablanca'yla ikisi aynı dönemde yaşayıp karşılıklı oynasalar neler olurdu kimbilir. ... Yatakhanede ona, ortak banyosu koridorun sonunda olan küçük bir oda tahsis edilmişti. Sade döşenmişti ama orada vaktiyle başkasının barındığına dair hiçbir iz yoktu, bu da hoşuna gitti. İlk birkaç gün öğünlerini kafeteryada yalnız yedi, akşamlarını da ya odasındaki masada ya da yatakta çalışarak geçirdi. Yanında sırf satranç kitaplarıyla dolu bir valiz getirmişti. Hepsi masanın duvarla bitiştiği yere düzgünce sıralanmıştı. Yatıştırıcıları da getirmişti her ihtimale karşı ama ilk hafta boyunca şişenin kapağını bile açmadı. ... diğer oyuncular ona daha bir dikkatli, daha bir saygıyla bakar olmuşlardı, işinin ehli, profesyonel, yetkin hissediyordu. ... "Kesinlikle!" dedi Benny. Kot pantolon ve üzerine bol gelen bir beyaz gömlek giymişti. "Birkaç el hızlı oyun oynamaya ne dersin, Beth?" "Kahve içmeye gidiyordum," dedi. "Kahveni Barnes getirir. Mahsuru yoksa, Barnes?" Mülayim bakışlı, iri yarı bir delikanlı, büyükustalardan biri, rızayla kafa salladı. "Şeker ve krema?" "Evet." ... Benny, "Bahis koymak ister misin?" dedi. "Bahis?" "Her bir oyunu beş dolarına oynayabiliriz." "Daha kahvemi içmedim." "İşte geldi." Beth, Barnes'ın bir elinde cam bardakla meyve suyu, diğer elinde de köpük bardak, alelacele döndüğünü gördü. "Tamam," dedi. "Beş dolarına." "Sen kahveni yudumla," dedi Benny, "ben de saatini başlatayım." ... "Buradaki en iyi oyuncu sensin," dedi Benny. "Oyunlarını okuyorum. Hücumların Alekhine gibi." "Dünküleri gayet iyi savuşturdun." "O sayılmaz. Hızlı satranca senden daha çok hâkimim. New York'ta çok oynarım." "Beni Las Vegas'ta yendin." "O uzun zaman önceydi. Bingeç piyona fazla takılmıştın. Aynısı tekrar olsa paçayı kurtaramayabilirim." ... Yerleşkenin dışında bir çocuk parkı vardı. Ay ışığında oraya yürüyüp salıncaklardan birine oturdu. Canı sahiden içki istiyordu ama temin etmesi mümkün değildi. Bir şişe kırmızı şarap, yanında da biraz peynir. Sonra birkaç hap ve doğruca yatağa. Ama ne gezer. Sabaha dinç, Benny Watts'la saat birde oynayacağı karşılaşmaya hazır olmalıydı. Belki bir tane hap içip yatabilirdi. Ya da iki. İki tane alacaktı. Birkaç kez salıncağı tutan zincirin gıcırtısını dinleyerek ileri geri sallandı, sonra da kalkıp emin adımlarla yatakhanenin yolunu tuttu. İki tane hap yuttu, gene de bir saatten önce uyku girmedi gözüne. ... "Tam puanla kazandın," dedi Benny. "Güzel bir his," dedi Beth zaferini kastederek, ama biranın verdiği his de güzeldi. Oğlanı daha bir dikkatli süzdü. "Yenilgiyi böyle karşılamanı takdir ettim." "Göstermelik," dedi oğlan. "İçten içe köpürüyorum." "Belli etmiyorsun." ... Oğlanı bir dakika kadar sessizce süzdü. "Benny, saçının bu halini sevdim." Benny şaşkın baktı. "Tabii ki seversin," dedi. ... "Bahar," dedi Benny, "birinci sınıf mevsim. Kesinlikle birinci sınıf." "Nereden vardın o kanaate?" diye sordu Beth. Gri asfaltlı Pensilvanya paralı yoluna girmişler, tır kamyonları ve tozlu arabalar eşliğinde haldır huldur gidiyorlardı. "Hissediliyor. Dağ havası. New York'tan bile hissedilir." ... Bir süre sonra oğlan laf açtı. "Rusya'ya gittiğinde seninle gelmek istiyorum." Bu bir sürprizdi. Arabaya bindiklerinden beridir ne Rusya'dan konuşmuşlardı ne de satrançtan. "Refakatçim olarak mı?" "Adına ne dersen. Masrafları karşılayamam ama." "Ben mi karşılayayım yani?" "Bir hal çaresi elbet bulunur. Sen şu dergiye söyleşi verirken Johanssen'le konuştum. İkincilere Federasyondan para çıkmaz dedi." "Benim aklımda Paris'e gitmek vardı," dedi Beth. "Moskova'ya henüz karar vermedim." "Oraya da gideceksin." "Daha seninle birkaç günden fazla kalacağım bile belli değil. Pasaport çıkarttırmam lazım." "O işi New York'ta hallederiz." ... Benny'den önce içi geçmiş olsa gerek ki valizindeki haplara dokunmamıştı. Bir korna sesiyle uyandı, ya ambulanstı ya itfaiye. Doğrulup oturmaya yeltenince beceremedi, ayaklarını sarkıtacağı bir yatakta değildi. Zorlukla ayağa kalktı, pijamaları üzerindeydi, etrafına bakındı. Benny mutfak tezgâhının başında sırtı dönük dikiliyordu. Beth nerede olduğunu bilse de ev gündüz gözüyle bakınca bir değişik geldi ona. Siren sesi uzaklaşıp yerini New York'un bildik trafik gürültüsü aldı. Panjurun biri açıktı, hatta koca bir kamyonun kasası en az Benny kadar yakınında görünüyor, ardında taksiler vızır vızır geçiyordu. Bir köpek aralıksız havlıyordu. Benny arkasına dönüp yanına geldi. Elindeki büyük karton bardağı ona uzattı. Bardakta "Tıka Basa Fındık" yazıyordu. Çok yadırgatıcıydı. Sabahleyin ona bir şey ikram eden biri hiç olmamıştı hayatında, hele ki Beth kahvaltısını yapmadan asla kalkmayan Bayan Wheatley'den kesinlikle görmemişti böyle incelik. "Teşekkürler," dedi. "Üstünü yatak odasında değiş," dedi Benny. "Bir duşa ihtiyacım var." "Banyo sana amade." ... Öğleyin bir şarküterden aldıkları sandviçleri oyunun başından kalkmadan yediler. Akşam yemeğini Birinci Caddedeki bir Çin lokantasından eve istediler. Benny açılışlarda onun seri oynamasına izin vermiyor, pek muğlak bir hamleye gittiği her seferinde oyunu durdurup Beth'e hesap soruyordu. Beth'i sıra-dışı her şeyi analiz etmeye itiyordu. Bazen tam bir taşı kaldırmışken uzanıp elini tutuyor ve sorular yöneltiyordu. "Niçin atı ilerletmiyorsun?" veya "Niçin kalesini savunmuyor dersin?" veya "Arka safta kalan piyona ne olacak?" İşi pek sıkı tutuyor, göz açtırmıyordu. Beth bu tür soruların yıllardır ayırdındaydı ama oturup da bu denli titizlikle hiçbirini irdelememişti. ... Tekrarladığı karşılaşmalar ciddiydi, dünyanın en iyi oyuncularınca oynanmış usta işi satrançtı ve her hamlenin gerektirdiği zihinsel enerji miktarı muazzamdı. Buna karşın hamlelerin sonuçları genellikle olağanüstü yavan oluyor, hiçbir yere varmıyordu. ... Bunu altı gün sürdürdüler, gerekmedikçe evden çıkmadılar ve sadece bir kez, o da çarşamba akşamı, filme gittiler. Benny'de ne televizyon vardı ne de müzik seti; dairesi sırf yemek, uyumak ve oynamak içindi. ... İlk hafta boyunca kayda değer ölçüde az muhabbet ettiler. Cinsel hiçbir şey yaşanmadı. Beth unutmuş değildi ama aklı oyunlarla fazla meşguldü. Oynamaları bitince yer minderinde bir süre daha oturuyor ya da bazen, gece yarısı demeden, ikinci veya Üçüncü Cadde'de yürüyüşe çıkıyor ve şarküteriden dondurma veya çikolata alıyordu. Barların hiçbirine girmiyor, nadiren çok geç saatlere kalıyordu. New York geceleri ürkütücü ve tehlikeli görünse de sebep bu değildi. Apartmana dönüp yatağını şişirdi
·
2.305 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.