(...)
“Bir at,” dedi yabancı. “Nereden bir at alabilirim?”
“Buradan alamazsın,” diye iç çekti ihtiyar.
“Burada bütün atlar öldü. Hancıyı bul. Dümdüz git, komşu kasabada.”
Yabancı yükünü omzuna savurdu ve pis kokulu su birikintisine dalıp çıktı.
Buranın havası gerçekten bir acayip, diye düşündü.
Aşağı vurup iki çitin ortasından ilerlerken birinin seslendiğini işitti.
Arkasını dönünce yaşlı adamın öylece durmuş,
şaşı gözlerle kendisine baktığını gördü.
“Fazla uzağa gidemezsin,” diye seslendi ihtiyar.
Öğleden sonra durdu, hanın yolunu sordu.
Gömleğinin kollarını omuzlarına kadar sıvamış yapılı bir adam,
dirseğine kadar güneşten yanmış, yukarısı süt beyazı, kaslı kollarını sergiliyordu. Baltasını kütüklere öylesine bir güçle indiriyordu ki havada kıymıklar
uçuşurken odunu tek darbede ortadan ikiye ayırıyordu.
İyi niyetli ve yardımsever görünüyordu. Ahırın kapısında durmuş ellerini
önlüğüne silen, keskin yüz hatlı, ince yapılı kadın da, keza.
“Doğru devam et,” diye seslendi adam. “Yakında varırsın.”
İçeri girdi ve elinde ahşap bir meyve rakısı kasesiyle geri döndü.
“Bu sıcakta,” dedi, “yürümene yardımcı olur.” Yolcuların genellikle
evlerinde mola verdiğini söyledi. “Hatta kimi zaman yatıya kalırlar,” dedi.
İsterse, o da evlerinde geceleyebilirdi. Adam hem meraklı hem konuşkandı.
Oysa yabancı boşboğazlık etmeye gönüllü değildi.
“Yola devam etmeliyim,” dedi, “bir ata ihtiyacım var.”
Çekinerek adama teşekkür etmeye yeltendi ama diğeri
bir el hareketiyle geçiştirdi. “Dikkatli ol, o hâlde. Hancı kimsenin gözünün
yaşına bakmaz,” diyerek göz kırpmak isterken yüzünü buruşturdu.
*
Hana ulaştığında hava kararmıştı. Pencerelerden ışık sızıyordu.
Kapıyı yumrukladı. İçeride bir kıpırdanma oldu ve biri kapıyı araladı.
Dışarıya duman, şarap ve insan kokusu sızdı.
“Gecelemek istiyorum,” dedi yabancı. Kapı açıldı ve çarpık suratlı aksi
biri içeri aldı adamı. Masaların üzerinde serpiştirilmiş iki, üç muma ilaveten,
köşedeki gaz lambasının hava akımıyla titreşen alevi aydınlatıyordu mekânı.
Bir masanın etrafında önlerinde içki kupalarıyla oturmuş birkaç kişi
alçak sesle bir şeyler konuşuyorlardı. Hepsinin gözü yabancıya çevrildi.
Diğer masalar boştu. Çantasını ve eyerini bir sıranın üzerine indirdi ve
köşeye yerleşti. Hancı hiçbir şey demeden şarabını koydu önüne ve
geçti karşısına oturdu.
“Uzaktan mı geldin?” diye sordu.
“Hmm,” diye cevapladı yabancı.
Hancı, diğerlerinin yarım kalan sohbete geri dönmeye çalıştıkları
yan masaya göz attıktan sonra, kupanın üzerinden eğilerek
yabancının burnunun dibine girdi.
“Merak etme, ” dedi, “fazla soru sorma âdetim yoktur.”
Ayağa kalktı ve yan odanın kapısına doğru seğirtti.
“Bu gecelik bir yolcu,” diye seslendi.
“Ata yem gerekir mi?” diye sordu içeriden bir erkek sesi ve kapıda dağınık,
yağlı ve kızıl saçlı bir kafa belirdi.
“Atı yok,” dedi hancı, başıyla yabancının eşyasını göstererek.
İçinde yağlı löp et parçaları yüzen yulaf ezmesini iştahla mideye indirdi.
Artık daha fazla dayanamayacaktı. Dumandan ve yorgunluktan gözleri
kapanıyordu, bu uzun günün sıcağını, nemini, baş döndürücü
buharını bedeninin her hücresinde hissediyordu.
Yavaşça doğrularak yan masadan kalkan hancıya seslendi.
“Yarın bir ata ihtiyacım olacak,” dedi.
Hancının gözleri ilgiyle parladı.
“O kadar kolay sanma,” derken yabancının giysisine ve eşyasına
göz gezdirdi. “At bulmak kolay değil.”
“Yarın konuşuruz,” dedi yabancı ve odanın kapısına vardıklarında
eline bir şamdan tutuşturan kızıl saçlı adamın peşi sıra yukarı çıktı.
“Korkmayasın diye…” dedi kızıl saçlı, yüzünde oynaşan gölgelerin
arasından gülümseyerek.
Yabancı, çantasını yatağın altına tıkıştırdıktan sonra kapıyı kilitledi.
Kamasını yastığın altına yerleştirdi ve soyunmaya koyuldu.
...
Hancı suratını kaplayan bir gülümsemeyle selamladı yabancıyı.
Ilık bir sabahtı, güneşin, ısısıyla havayı zehirleyen cıvık bataklığı
kısmen de olsa kurutabileceğini müjdeliyordu.
Her ne kadar henüz pus dağılmamışsa da havayı ciğerlerine çekerken
o kadar zorlanmıyordu. Hancının yüzünde bir gün önceki aksi ifadeden
eser kalmamıştı. Yine de, hancının yabancıya neşeli bir tavırla,
iyi uyuyup uyumadığını sorarken yüzünde beliren tuhaf gülümseme,
misafirin göğsünde nahoş bir sıkışmaya sebep olmuştu nedense.
Neyse ki oturup konuşmaya koyulduklarında gevşedi.
“Sana bir at buldum,” dedi hancı, “ama korkarım ona ihtiyacın olmayacak.”
Yabancı şaşkınlıkla baktı hancının yüzüne.
“Öyle bakma yüzüme,” diye sürdürdü hancı. “Acele etmene gerek yok.
Bu sabah Yargıç Albin geldi, bu civarın önde gelenlerindendir,
bazı ziyaretçilerin beklendiğini haber verdi.”
Konuşmasına ara verdi ve masaya şarap getirdi. Salonda başkası
olmadığı hâlde sır verircesine eğildi yabancıya doğru.
“Veba komiserleri,” diye fısıldadı.
Yabancı omuz silkti. Bu müthiş haberden etkilenmişe benzemiyordu.
Hancı hayal kırıklığıyla sırtını duvara yasladı.
“Söylediklerimin senin için bir anlam ifade etmediğini anlıyorum,” dedi.
“Eyalet dükünün yardımcısı karantina merkezleri ve barikatlara ilişkin
bir veba bildirgesi yayınladı. Henüz telaşa gerek yok. Hastalığa rastlanmadı.
Yalnızca tedbir alıyorlar. Diyeceğim o ki kimse kafasına esince
yolculuğa çıkamayacak.”
Yabancı artık işin mahiyetini kavramıştı.
“Yani yola devam edemeyecek miyim?”
“Oh, nihayet,” diyerek rahat bir nefes aldı hancı.
“Sonunda anladın. Yola devam edemezsin.”
Arkasına yaslandı ve misafirini dikkatlice süzdü.
Yabancı, şarabından bir yudum aldı, telaşlanmış görünmüyordu.
Ama bir süre sonra parmaklarını masanın üzerinde tıklatmaya koyulunca
aklından geçen endişe dolu faraziyeleri ele vermiş oldu.
“Aslına bakarsan, yola çıkmana bir engel yok,” dedi hancı bir süre sonra,
rahatlatmak istercesine. “Ama yolcuları durdurup, tepeden tırnağa arıyorlar.
Bazısının işine gelmiyor.”
Hancı yerinden kalktı, kapıya gitti.
Yabancı, testinin kenarından ağır ağır sızan kırmızı şarabın masanın
üzerinde oluşturduğu kanlı gölcüğe bakakaldı.
Bütün sabah civardaki kırlarda at sürdü. Hancının sattığı at iyi çıkmıştı.
Atın hiç zorlanmadan tırıs gittiği yemyeşil kıvrımlı tepeleri seyretti.
Hava nemli olmakla birlikte latifti. Hele güneş buharı uçursun,
buraların keyfine doyum olmayacaktı.
Öğle yemeğini bir solukta yedikten sonra şarap testisini alıp odasına çekildi.
Küçük kırmızı ikonayı seyrederken kupasına şarap doldurdu.
Kırmızı pelerinli ihtiyarın kararmış kulübelerin arasından görünen çitin
önünde kendisine “Fazla uzağa gidemezsin!” diye seslendiğini düşündü.
Odasında patlattığı tumturaklı kahkaha aşağıdan bile duyuldu.
O akşam salona indiğinde gözleri kan çanağına dönmüştü, yine tek başına
bir masaya oturdu. Karanlık basınca han, kasabalılar ve gezgin
tüccarlarla dolmuştu. Küfür kıyamet konuşuyorlardı.
Veba barikatları malların naklini, fuar organizasyonlarını, ödemeleri
sekteye uğratacaktı. Ellerinden yalnızca evde oturup zarar ziyan hesabı
yapmak gelecekti.
Demek ki hancı doğru söylüyordu.
Ertesi günü de şaraba sığınarak devirdi.
Bir sonraki gün hancı odasına geldi. Bir kenara oturup tek kelime etmeden
yabancıyı süzdü ve yine ağzını açmadan çıktı gitti.
Gecenin bir vakti, şarapzede uykusundan uyandı ve kapının kilidinin
döndüğünü duyar gibi oldu. Sabah olduğunda artık gitme vaktinin
geldiğine karar verdi. Orada suyu ısınmıştı. Bir gece punduna getirip
şarapta boğulmuş bedenini arkadaki ormana gömüverirlerdi.
Bir gece yağlı, kızıl saçlı herif uykusunda hançeri saplayıverirdi sırtına.
Oysa ertesi sabah güneş yine göstermişti yüzünü. Ne nem kalmıştı
havada ne de pus. Ufukta bulutlar toprağa abanıyor, sıkıca kucaklıyorsa
da bu taraf aydınlıktı, güneş pırıl pırıl parlıyordu.
Çantasını bağlarken, arkasında kapının açıldığını fark etti.
Hızla dönünce hancıyla karşılaştı, eşiğe yaslanmıştı.
Hancının bu kez diyeceği vardı.
“İyi görünmüyorsun,” dedi. “İşine burnumu sokmak istemem ama
bence pek iyi değilsin. Geceleri uykunda bağırıyorsun.”
Yabancı sustu, kaldı. Hancı gülümseyerek devam etti, “Seni yolundan
alıkoymak niyetinde olduğumu sanma ama karantina merkezlerinin
kurulduğunu sana haber vermek benim görevim. Hele bir düşün.”
Malum gülümsemesiyle bunları söyledikten sonra misafirinin yanından ayrıldı.
Bu defa tuhaf yabancının bam teline dokunmuştu. Oturdu kaldı, başını
ellerinin arasına gömdü yabancı. Zihninde türlü şüpheler,
soru işaretleri kaynaşmaya başlamıştı.
Çantasının düğümünü çözdü ve aşağıya indi. Masalardan birinde,
önlerinde şarap testisiyle iki suskun köylü oturmuş, kupalarını dolduruyorlardı. Hancının önüne koyduğu şarabı kenara iterek diğer iki kişinin kalkıp
hesabı ödemesini ve çıkmasını bekledi. Hancıya el ederek yanına çağırdı.
Alçak sesle, sakince konuştu: “Beni neden ısrarla yolumdan
alıkoymaya çalıştığını anlamıyorum ama mutlaka bir sebebi olmalı.
Kendince doğru zamanı mı kolluyorsun? Yalnız yolculuk edip etmediğimi
mi merak ediyorsun? Biri bana katılacak mı, diye mi bekliyorsun?
Hanın arkasındaki ormanda gömülü çok ceset var mı?”
Hancı gülümsedi.
“Demek ki,” dedi, “seninle karşılıklı konuşmak mümkünmüş.
Şimdiye kadar içki içmekten, peşinden şeytan kovalıyormuş gibi
dolanmaktan başka bir şey yaptığını görmedim. Sonunda aklın başına geldi.
Çok şükür,” dedi. “Yalnız gezginleri ağıma düşürmeye falan çalıştığımı sanma.
Sadece seni uyarıyorum. Kalman benim lehime. Senin de lehine.
Karantina merkezi berbat bir yerdir. Barikatlarda yargıçların ve komiserlerin
eziyetli sorgulamalarına maruz kalmak beterin beteridir. ”
Yabancı, hancının gözünün içine baktı.
‘‘Kalıyorum,’’ dedi
Hancı memnuniyetle başını salladı.
“Ama iyi niyetine rağmen, bu handa kalamam. ”
Hancı kıpırdandı ve elini kolunu sallamaya başladı.
“Buradan iyisini bulamazsın,” diye kükredi, “civardaki bütün hanlardan
daha iyidir. Gittiğin her yerde seni dolandırırlar, daha da kötüsü,
işine karışırlar. Ben hiçbir şeye karışmam.
Her yolcunun başımın üstünde yeri vardır.”
Yabancı gözünü hancıdan ayırmadan sürdürdü. “Sorun o değil,” dedi.
“Daha uzun kalabileceğim bir yer bulmam gerekiyor.
En azından bu saçmalık bitene kadar. Bir eve, yaşam alanına ihtiyacım var.”
Bu sözleri duyan hancı ayağa kalktı. Masaların arasında, düşünceli düşünceli bir
ileri bir geri gidip geldi. Sonunda yabancının masasına dönüp dirseklerini dayadı.
“Gerçekten kalacak mısın?” diye sordu kuşkuyla.
“Evet,” dedi yabancı.
“Peki, ev tutacak paran var mı?” diye sordu hancı.
“Var,” dedi yabancı.
“Ben de seni kaçak bir kürek mahkûmu sanmıştım,” dedi hancı.
Aynı akşam iş bağlanmıştı bile. Hancı odasına somut bir teklifle geldi.
Yakında boş bir ev vardı. Niye boş olduğunu sormayacaktı.
Oraya yerleşebilirdi. Fazla merak uyandırmamak için ödemeyi hancı
ile şehirdeki Yargıç Albin’e yapacaktı. Kalmasında sorun yoktu.
Ertesi gün gidip eve baktı, yabancı. Ev terk edilmişti ama iyi durumdaydı.
Uygun görünüyordu. Şehre indi. Yargıç ile uzun bir görüşme yaptı. Tamamdı.
Akşam eve geçti.
Ve böylece orada kaldı. Bir anda, içkinin de yardımıyla, kaderi ile
yüzleşmeye karar vermişti. Bir anda ve kendiliğinden, sonu belirsiz
hikâyesinin içine dalmıştı.
Eve geldiğinde geceydi ve yalnızdı.
Sefalete hoş geldiniz.
(...)