ÖMRÜMÜ YEDİN PROUST!!
Okuduğum en uzun kitapların Dostoyevski, Victor Hugo gibi yazarların bin, ikibinlik romanları olduğunu sanırdım. Meğer sayfa sayısının insanın ömründen, Proust'un sayfalar süren betimlemeleri kadar bir götürüsü yokmuş.
Aman Rabbim! Nasıl bir hataya düştüm böyle. Mevlananın özlü hikayelerinden buralara nasıl düştüm.
Kendimi kaybolmuş gibi hissetmeme yol açan bir edebiyat yolculuğunun ikinci kitabı bitti. Eğer geçmişe dönme imkanım olursa birgün, edebiyatı farklı bir boyuta taşıyayım diye kalemi eline alan Proust'a "Dur!" diyeceğim ve inanın kimse bir şey kaybetmeyecek.
Sözlerimin arkasındayım çünkü okuyucuya bir duyguyu hissettirmek için hatta yaşıyormuş tadını alabilmesi için okuyucunun kafasını küflendirene kadar edebiyata boğmanın bir manası olduğunu düşünmüyorum.
Bana düşünmek için sebep vermeli bir yazar. Aksine Proust, kafasından akan düşünce selini yavaşlatıp kağıda dökmüş. Düşüncenin ne olduğuna aldırmadan sayfalar sürdürmüş. Bir çok sayfanın sonunda şunu demek istedim: "Anladım Proust, ben aptal değilim!" Mamafih aptal olmadığımızı Proust' un anlaması için çok geç. Bunu bildiği halde yazmış ise de bildiğin işkence etmek istemiş.
Bütün bir kitap her bir sözcüğe bir anlam verme sevdası içerisinde. Sevgi şu demektir, ömür bu demektir, hayat üzüntü şöyledir vs. Tabii, "Sevgi ne demekti? Sevgi emekti" demek, sevgi hakkında söylenebilecek diğer bin cümleye hakaret olacağından Proust o bin cümlenin hepsini söylemeyi yeğlemiş. Olağan olarak bu binlerce tanımlama içerisinden bu uygulamaya alıntı olarak eklenebilecek yüzlerce cümle oldu. Yaklaşık bir haftadır alıntı yapıp duruyorum o sebeple:)) Sayfamı Marcel Proust'a boğduğum için kusuruma bakmayın. Arada alıntı yapmak, kitabı okumamı biraz daha zevkli hale getirdi en azından. Ara vericem elbet, seriyi bir anda bitirmeyecek kadar değer veriyorum kendi canıma.
Başrol hanımevladımıza gelirsek tam bir süt kuzusu ama o dönem de böyle süt kuzusu olmayan Fransız asillerini dövüyorlar zaten o sebeple çok yabancı gelmiyor bu karakter. Eline soğuk su değse hasta olan nazik mi nazik bir Fransız efendisi. Küçük yaşta kafasındaki o müphem anne sevgisine katık olan, sonrasında kadın sevgisine dönüşen ama hep ilgi görmek isteyen bir çiçek adeta. Hep kadınların gölgesinde ama o gölgeyi hep yanlış yorumlayan bir efendizade. Bu yanlış yorumların Proust bile farkında değil zannımca. Yanlış çünkü bir kadın olarak tüm iki kitap boyunca bütün betimlememeden kendimi tenzih ettim. Kadın hakkında bir şey anladıysa da yanlış anlamış bu yazar diye düşünmeme sebep oldu.
Kitaptaki doğa sevgisini daha samimi buldum kadın sevgisinden hatta annesine olan sevgisinden. Doğal olan ile yapay olanın ruha verdiği etkilere çok güzel değindiğini düşündüm.
İlk kitapta annesine olan sevgisi, ikinci kitapta babaannesine, Gilberte olan aşkı ise ikinci kitapta, Balbec tatilinde tanıştığı Albertine aşkına dönüşüyor. Mimariye, sanata, kadına aşık bu çocuk. Hep güzeli görmekten güzelden başka bir şey bilmeyen bu çocuğun arada bağcılar muhitine ihtiyacı var gibi hissettim. Biri iki tokat atsada kendine gelse diye söylendim. Nedir bu yahu. Yaşıyor musun sen diye sorasım geldi.
Daha fazla uzatmak istemiyorum ama gitmeden şunu söylüyorum: "hayatın manasını bu kitapta bulamazsınız arkadaşlar gelin Mevlana okuyalım hem kısa olsun hem öz olsun" diyorum ;))))
(Elbette bu bir ironi lakin her ironide bir gerçek payı vardır;))))