Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Sevgili Sami! Mektubunu aldım. Hatrın için beş on dakika derin hayalle-rimi terk ederek karanlık bir çukura benzeyen bu âleme ayak bastım. Ey Çocuk! Madem ki bu dünyanın bir tımarhane, insanların deli olduğuna inanıyorsun, öyleyse benim deliliğimi niçin garip-siyorsun. Herkes gibi bir deli olmamamdan kaynaklanıyor bu sa-nırım. Evet azizim! Ben hayallerin arkasına gizlenmiş olan hayaletleri arıyorum. Ne yazık ki bulamıyorum. Tam olarak "bulamıyorum" demek de yanlış. Bunu nasıl anlatacağımı bilmiyorum. İlmî gerçeklere kimsenin birşey demeye hakkı yoktur. Yalnız bir hakikatin varlığı, diğer bir hakikatin varlığına engel olamaz. Bazı vicdanlar, başlangıç ile sonu birbirinden ayıran bir çizginin önünde durup, orada kalamaz. Ben bu hayatı; dünyaya niçin gel-diğimizi, ne olacağımızı, bizi bu dünyaya göndereni anlamadan terk etmemeye niyet ettim. Keşke bu sorulara olumlu ya da olumsuz bir cevap bulabilseydim. Benim vicdanımı yaralayan soruların cevabı kolay değil, ola-maz da. Sonunda ne olacağımızla ilgili gerçekleri inkâr etmek için insanın hayvanca bir beyne, hissiz bir kalbe sahip olması yada ilim ve fenni bilmemesi gerekir. Bu gerçekleri bilmeden onay-lamak da saçmalıktır. Derdime ilim ve fende ilâç aradım, bulama-dım. Sonunda garip bir âlemin içine girdim. Bu âlemde buldu-ğum şeyler birçok kimsenin derdine deva olmaya yeterdi. Fakat benimkine yetmedi. Teleskopların göremediği dünyaları, benim mânâ gözlerim görüyor. Araştırıcıların mahiyetini henüz bilme-diği yıldızlarla iletişim kuruyorum. Sizin inceden inceye yaptığ-ınız gözlemlerle göremediğiniz sönük gök cisimlerini, benim, görmek için ışığa ihtiyaç duymayan gözlerim görüyor. Artık ben öyle bir ruh oldum ki, benim için, uzak, yakın, görünen, görün-meyen diye birşey kalmadı. Madde âlemi benim emrime mah-kûm, mânâ âlemi irademin esiri. Böyle olmasına rağmen ben yi-ne de açım. Ruhum, kendisini doyuracak gıdayı henüz bulama-dı. Arıyorum... Arıyorum... Neyi diyeceksin. Hiçi! Sevgili ve aziz dostum Sami! Bu tımarhaneye benim gibi bir deliyi niçin çok görüyorsun? Anladığım kadarıyla bana acıyor-sun; teşekkür ederim. Fakat bazı afyonkeşler, hastalık başlangıcı-na, zayıflık ve güçsüzlüğe benzeyen sarhoşluğu nasıl sever ve bundan zevk alırlarsa ben de öyleyim. Yaptığım araştırmalardan büyük bir zevk alıyorum. Geçen günlerin birinde, benim gibi dertlilerin bir tür gözle-mevi olan bir mezarlıkta geziniyordum. Orada bir deli gördüm. Elindeki bir teraziyle oynuyordu. Ne yapıyorsun diye sordum. Bana şu cevabı verdi: -Ahmaklıkla bilgeliği tartıyorum. -Bundan maksadın nedir? -Mal varlığımı tespit etmek. -Ee, nasıl bir durumda? . -Ahmaklığım o kadar, o kadar ağır geldi ki, sanırım bu zama-nın Karun'u benim. Bunun ne anlama geldiğini sana anlatmak çok zor. Fakat işte benim hâlim bu. Bu dünyada birşeye ihtiyacım olsaydı sana baş-vururdum. Lâkin yok. Artık senden bir ricam var. Lütfen beni unut ve meşgul etme! Sami, yazdığı mektubun elime geçişinden bir ay sonra Mani-sa'ya geldi. Gayesi üstadı ve değerli dostu Raci ile görüşüp, onu bu berbat yaşantıdan kurtarmaktı. Onu Ayn-ı Ali Sultan Mezar-lığı'nda buldu. Raci umduğunun aksine sağlıklı görünüyordu. Dilencilerin elbisesine benzeyen alelade bir elbise vardı üzerin-de. Sami mezarlığa girince onu ebegümeci otlan arasındaki bir mezara yaslanmış olarak gördü. O sırada bir kadının da Raci'ye doğru gitmekte olduğunu farketti. İkisi aynı anda Raci'nin yanı-na vardı. Raci ikisini de hayret edilecek bir umursamazlıkla kar-şıladı. Sami boş yere bu heykeli öpücüklerle canlandırmaya ça-lışıyor, boş yere o sönük gözlerde sevgi ışığı arıyordu. Nihayet Raci sordu: -Sami niçin geldin? Mezar taşı seyretmeye mi? Sami gerçekten çok şaşırdı. Bir zamanlar birçok gencin kendi-ne örnek olarak benimsediği, kendisine benzemeye çalıştığı Ra-ci'nin, bu Raci olduğuna inanmadığını ifade eden üzgün gözlerle üstadı gözden geçirdi. O sırada Raci: -Kadın! Sen niçin geldin? dedi. Kadıncağız, dertli kimselerin birşey isteyecekleri vakit ta-kındıkları hâle benzer bir tavır takınarak ağlamaya başladı. Ve dedi ki: -Ah Şeyhim! Meczup Efendi! Evliya Bey! Zavallı Nefisem! Zavallı kızım!.. Aman Ya Rabbi! Onbeş yaşında delirdi. Nereden bilirdim böyle olacağını? Meğer zavallı kızım sevdalanmış, sev-miş yavrucak, fakat Platonik bir sevgiyle... Lütfullah Bey'in oğ-luna âşık olmuş. Sevdiği delikanlı geçenlerde attan düştü. Başı bir taşa çarparak paramparça oldu. Kız bu haberi duyunca çıldır-dı. Üzüntüden kendini yerden yere atmaya, kendi kendini ısır-maya başladı. Konu komşu bir araya gelip zor bela zaptedebildik. Yalnız kızın feryadı göklere ulaşıyordu. Tımarhaneye koymaya mecbur olduk. Şimdi biricik kızım, Nefisem tımarhanede. Elim-de avucumda ne varsa sattım. Adaklar verdim, okutup üflettim, muskalar yazdırdım bir faydası dokunmadı. Sonunda seni tavsi-ye ettiler. "Git o adamın eteğine yapış" dediler. "O adamın cinle- ri var. Kızını iyi eder" dediler. Ah! Evliya Baba! Allah aşkına kı-zımı iyileştir! Zavallı kadıncağız hüngür hüngür ağlıyordu. Raci bu durum-dan etkilenmiş gibi görünmüyordu. Sami ise son derece şaşırmış-tı. Zavallı annenin acı hâli ok gibi işlemişti yüreğine. Hâlbuki bu inlemeler, Raci'yi bir kaval sesi kadar bile etkilememişti. Sami bu kadar duygusuzluk karşısında nefret duymaya başladı. Kendini tutamayarak, kaba bir dille: -Eğer aklî durumunun iyi olmadığını, bu yüzden mazur ol-duğunu bilmesem, bu duygusuzluğundan dolayı seni alçaklıkla vasıflandmrdım, dedi. Raci ayağa kalkıp, delilere özgü bir şekilde cevap verdi: -Benim mi? Benim mi aklî dengem yerinde değil? Behey di-vane! Sen, aptallar gibi bu facianın karşısında ezilirken, ben, aş-kı, bir kimsenin kendini nasıl sevebildiğini düşünüyordum. Dü-şünüyorum da, ben, sen, hava, taş, demir, aslında aynı şey olma-sına rağmen niçin demir ağlamıyor, taş çıldırmıyor da insan... (Acayip bir kahkaha atarak) Eğer insan sizin gibi delilerle yakın-lık kurarsa, ne düşüneceğini bilemez. Demir ağlamaz, dedim. Kim demiş? Demirle şu kadın arasında ne fark var? Şu hâlde ağ-layan kim? Ağlamayan kim? (Sami'nin kolunu bükerek) Bak, ko-lunu büktüm, senden başka biri olmasa kolun nasıl bükülecekti? Fakat bükülüyor. Niçin? Bu niçin'e cevap yok. Neden aşk var? Neden sefalet var? Neden zevk ve acı var? Niçin, niçin?.. Cevap yok, değil mi? Onbeş yaşında bir kız, yirmi yaşında bir delikan-lı... Bu delikanlı bu kızı alsın ve mutlu olsunlar. Fakat hayır! Oğ-lan attan düşer, kız çıldırır. Niçin? Yine cevap yok. Peki bu ihti-yar kadın niye yaşıyor? Ben niçin yaşıyorum? Ben bundan zevk mi alıyorum? Hâl böyleyken delikanlı ölür, kız çıldırır. Fakat ben ve ihtiyar kadın yaşar. İşin tuhaf tarafı bunun niçin böyle oldu-ğunu bilen yok, yok, yok! Bu ihtiyar kadına acıyorsun, bana acı-mıyorsun. Evet, onun kızı çıldırmış, iyi de benim ruhum, benim kâinatım çıldırdı. Fakat insan herşeyin en basit olanını görür. Ah! Beni nereden buldunuz? Ben ki, şu âlemdeki zıtlığı yok et- mek üzereydim. Bakın, beni ne hâle getirdiniz. Beni yine "niçin-li" bir âleme niçin indirdiniz. Of! Niçinsiz varlık! Söyler misin, seninle çıldırmış kızın, benimle şu taş parçası arasında ne fark var? Niçinsiz varlık! Raci'nin psikolojik durumu, tehlikeli delilerinkine benzeyen bir vaziyet gösterdiği için tımarhaneye gönderilmişti. Birkaç gün sonra sinir krizinden kurtulduğu için orta hâili ve hafif delilerle birlikte avluya çıkmasına izin verildi. Bu avlunun ortasında bir havuz vardı. Deliler bu havuzda ulu orta yıkanır, çoğu zaman av-luda çıplak dolaşırdı. Bu olayın yaşandığı sıralarda Manisa Tımarhanesi gerçekten berbat bir durumdaydı. Yataklar pislik içindeydi. Verilen yemek-ler son derece adî idi. Avlunun önündeki demir parmaklıklardan içeriyi seyredenler, delilere öteberi verirlerdi. İyi ve kötüyü ayırt edemeyen deliler bazen yenilmeyecek şeyleri de yerlerdi. Hasta-hanede, havuz tedavisinden başka bir modern tedavi yöntemi uy-gulanmıyordu. Hâlâ delilere pösteki saydırılıyor, aşırı delilere eşek sudan gelene kadar dayak atılıyordu. Kader, işte böyle bir tı-marhaneye düşürmüştü Raciyi. Bu tımarhaneye girmek çok kolaydı. Tımarhane hizmetlileri-ne göre tımarhaneye getirilen herkes deliydi. Bu akıllı adamların elinde delilere dair bir ölçü olmadığı için buradan çıkmak son derece zordu. Hele bir de arayıp soranınız yoksa... Râci bu yerin yabancısıydı. Sinir nöbetlerinden kurtulmuştu. Fakat Raci gibi bir adamın nazarında bir mezarlıktan sonra en ra-hat yer ancak bir tımarhane olabilirdi. Delilerin acayip acayip ko-nuşmaları onun düşüncelere dalmasını engelliyordu. İşte bu yüz-den oradan çıkmak için hiçbir girişimde bulunmadı. Raci tımarhaneye gireli onbeş gün olmuştu. Birgün tımarha-neye yeni bir deli gelmişti. Hafif deliler bu deliyle ilgileniyorlar-dı. Çünkü bu deli onların çok hoşuna gitmişti. Yeni deli, ağır adımlarla avluda yürürken, yirmi otuz deli hep bir ağızdan: -Aynalı, Aynalı, Aynalı!., diye bağırıyorlardı. Bu sesleri duyan Raci başını kaldırdı. Birden sevinç çığlıkları attı. Gördüğü adam, bulmak ümidiyle Anadolu'nun yansını do-laştığı hâlde bir türlü izine rastlayamadığı Aynalı Baba idi. Büyük bir cezbeye kapılarak Aynalı'nın ellerine sarıldı. (...) şehri mezarlığında başlayan serüven Manisa Tımarhane-si'nde devam etti. Zira delileri incelemek, belki de, akıllı olduk-larını iddia eden kimselerin yaptığı en akıllıca iştir.
·
668 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.