Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Ne imanın herhangi bir şartının itirafı ne de ibadetin herhangi bir zahirî forma uygunluğu, Tanrı indinde birinin doğru, diğerinin kabul edilebilir olduğuna, bunu itiraf edenler ve uygulayanlar tarafından adamakıllı inanılmadıkça, ruhların kurtuluşunda hiçbir işe yaramaz. Hâlbuki cezalar, böyle bir inancı yaratmaya hiçbir şekilde muktedir değildir. İnsanların düşüncelerinde bir değişiklik meydana getirebilen sadece ışık ve kanıttır; bu ışık, hiçbir şekilde bedensel eziyetlerden ve diğer dışsal cezalardan hasıl olmaz. İkinci olarak, belli bir kimsenin, bir diğer kişiye, başka kilise veya dindendir diye, sivil çıkarları konusunda zarar vermeye hiçbir surette hakkı yoktur. Bir insan yahut bir yerde ikamet eden kişi olarak ona ait olan bütün hakların ve ayrıcalıkların bozulamaz bir şekilde korunması gerekir. Sözün kısası, hiç kimse, ne tek tek kişiler, ne kiliseler, hatta ne de devletler, din vesilesiyle birbirlerinin dünyevî mallarına ve sivil haklarına tecavüz etmek yetkisine sahiptirler. Başka kanaatte olanlar, böylece, insanlığa nasıl öldürücü bir ihtilâf ve savaş tohumu ektiklerini, sonsuz düşmanlıkları, yağmaları ve katliamları nasıl tahrik ettiklerini kendi başlarına iyice düşünsünler. Bu düşünce, egemenliğin zorla tesis edilmesi ve dinin silâh gücüyle yayılması gerektiği fikrine üstün gelmedikçe, insanlar arasındaki ortak dostluk korunamayacağı gibi, ne barış ne de güvenlik tesis edilebilir. Özel aile içi işlerde, mülklerin yönetiminde, beden sağlığının korunmasında her insan, kendi iyiliği için neyin uygun olduğunu tasavvur edebilir ve en iyi olduğunu umduğu yönde gidebilir. Hiç kimse, komşularının, işlerini kötü idare ettiğinden şikâyetçi olamaz. Hiç kimse tarlasını ekerken veya kız kardeşlerini evlendirirken bir hata işlediği için başkasına kızamaz. Hiç kimse servetini meyhanelerde tüketen bir mirasyediyi cezalandıramaz. Her insan, bedeli ne olursa olsun, istediğini yıkmaya, yapmaya veya gerçekleştirmeye bırakılmalıdır. Hiç kimse ondan yakınamaz, hiç kimse onu kontrol altına alamaz; o, özgürlüğe sahiptir. Fakat, eğer bir kimse, sık sık kiliseye gitmezse, orada tavırlarını alışılmış seremonilere kesin bir şekilde uydurmazsa, çocuklarını şu veya bu cemaatin kutsal sırlarının öğretilmesine getirmezse, bu, derhal büyük bir velveleye sebep olur. Komşular haykırıp bağırırlar. Herkes, böylesine büyük bir suçun intikamcısı olmaya hazırdır; bağnazların, dava sonuçlandırılıncaya kadar beklemek için pek az sabırları vardır ve zavallı insanlar, duruma göre, özgürlüklerini, mülkiyetlerini veya hayatlarını kaybetmeye mahkûm edilirler. Üçüncü olarak, hoşgörü görevinin, bazı ruhanî nitelikleri ve işleri ile (ister kardinal, rahip, papa, keşiş olsunlar, ister şu veya bu şekilde ayırt edilmiş olsunlar) insanlığın artakalanından (onların bizi adlandırmak istedikleri gibi, diğer mesleklerden olanlardan) ayrılan kişilerden ne talep ettiğine bakalım. Ruhban sınıfının değerini ve kökensel gücünü sorgulamak benim işim değildir. Ben sadece şunu söylüyorum, otoriteleri nereden doğmuş olursa olsun, ruhanî olduğu için, bu otoritenin kilise sınırları dahilinde kalması gerekir ve bu hiçbir şekilde sivil işlere yayılamaz. Çünkü kilisenin kendisi devletten ayrı ve farklı bir şeydir. Her iki tarafta da sınırlar sabittir ve değiştirilemez. Kim kökenlerinde, gayelerinde, işlerinde ve her şeyde birbirlerinden olağanüstü ölçüde ayrı ve sonsuz derecede farklı olan bu iki toplumu birbirine karıştırırsa, o, cennetle dünyayı, en uzak ve en karşı şeyleri karmakarışık eder. Bundan dolayı, hiç kimse, hangi ruhanî görevle şereflendirilmiş olursa olsun, kendi kilisesinden ve inancından olmayan başka birini aralarındaki din farklılığı sebebiyle dünyevî mallarının bir kısmından veya özgürlüğünden mahrum edemez. Çünkü bütün kilise için yasal olmayan herhangi bir şey, bir ruhanî hakla, onun üyelerinden biri için yasal hâle gelemez. Kanunlar, mümkün olduğu kadar, vatandaşların mülkiyetinin ve sağlığının başkalarının sahtekârlığı ve şiddeti yüzünden zarar görmemelerini sağlarlar; bunlara sahip olanları kendi ihmalkârlıklarından veya müsrifliklerinden korumazlar. Hiç kimse, istesin veya istemesin, zengin veya sağlıklı olmaya mecbur edilemez. Hatta, bizzat Tanrı bile, insanları kendi iradelerine karşı korumaz. Fakat, sonunda, temel düşünceyi ve bu anlaşmazlığı mutlak olarak belirleyen şey şudur: Siyasî yöneticinin inanışı dince sağlam ve gittiği yol hakikaten İncil’e göre olsa bile, burada kendi aklımca adamakıllı ikna edilmezsem, onun peşinden gitmenin benim için hiçbir garantisi olmayacaktır. Vicdanımın buyruklarına karşı gireceğim yol, her ne olursa olsun, bana kutsal ödüller getirmeyecektir. Zevk almadığım bir zanaatla zenginleşebilirim, inanmadığım ilâçlarla bazı hastalıklarda tedavi olabilirim; fakat şüphe duyduğum bir din ve tiksindiğim bir ibadet aracılığıyla kurtulamam. Bir inançsız için başka bir insanın inancına bürünmek beyhudedir. İman ve sadece içsel samimiyet Tanrı’nın kabulünü kazanan şeylerdir. En uygun ve en onaylanan ilâçlar, eğer midesi alır almaz onu reddediyorsa, hasta üzerinde hiçbir etkide bulunamaz; hatta böyle davranarak hasta bir insanın bünyesinin zehire dönüştüreceği kesin olan bir ilâcı, onun boğazına boşu boşuna tıkmış olursunuz. Başka bir deyişle, dinde şüpheli olan her ne olursa olsun, yine de en azından şu bellidir ki, doğru olmadığına inandığım hiçbir din, benim için ne geçerli ne de uygun olabilir. Bundan ötürü, hükümdarların, onların ruhlarını kurtarma iddiasıyla, uyruklarını kendi kilise topluluğuna girmeye zorlamaları beyhudedir. Onlar, eğer inanıyorlarsa, zaten kendiliklerinden geleceklerdir, yok eğer inanmıyorlarsa, girmeleri onlar açısından hiçbir işe yaramayacaktır. Kısacası, iyi niyet ve şefkat iddiası ne kadar büyük olursa olsun, insanlar isteseler de istemeseler de, kurtulmaya zorlanamazlar. Ve bundan dolayı, yapılacak tek şey, bunun onların vicdanlarına bırakılmasıdır.
·
97 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.