Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

264 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
KOKU – VAROLUŞÇU BİR İNCELEME #1
Ana karakterimiz, toplumun bir parçası olarak kabul göremeyen, kimliksiz ve dolayısıyla özne-nesne ikileminden çıkamamış bir yarı-insan modelidir; tıpkı “Mr. Nobody” filmindeki karakterin diğer çocuklardan farklı olarak melek tarafından unutularak (görülmeyerek) dünyaya gelmesi gibi. Kendisine bahşedilen tek yetenek -daha doğrusu bir anomali- oldukça hassas düzeyde koku alabilmesidir. Onun dışında bebekken bir şeytana ve ergenken de kan emici keneye benzetilmiştir. Sabah uyandığında bir böceğe dönüşen Gregor Samsa gelebilir akıllara. Kitap boyunca sokaklarda diğerleri tarafından görmezlikten gelinen, zayıf ve kambur vücuduyla aşağılanan, hiçbir zanaatta bilgisi ve tecrübesi olmayan Jean-Baptiste Grenouille’in dünya üzerinde bir varlığa sahip olduğunu bize kanıtlayan tek şey de diğer her şeyin kokusunu alabilmesidir. Ancak bu muazzam koku algılayıcısının kendi kokusu doğuştan beri bulunmamaktadır. Diğer herkesin sahip olduğu ama sadece onda olmayan bu koku nedir peki? Bunun aslında bir “kimlik” problemi olduğu düşünülebilir. Zaten Grenouille’nin her canlı veya cansız varlıktan aldığı koku o varlığın kendisiyle özdeştir; hiçbiri benzer değildir. O, çevresindeki nesneleri gözleriyle veya aklıyla algılamaya çalışan biri değil, tam tersine en değersiz ve basit duyu olan koklama gücüyle anlayan biridir. O koku, karşısındakinin ne ve kim olduğunu ona hissettirir. Bu arada kendisini tanrılaştırma, esas Tanrı’dan üstün görme düşüncelerine de uzak değildir karakterimiz çünkü kimlik, her bireye sadece Tanrı tarafından verilebilir; sadece onun tarafından etiketlenebilir insan fakat Tanrı bu yönden kimliksiz kalmaktadır ona verebilecek kimsenin olmaması yüzünden. Aslında kitap boyu süren bir Tanrı eleştirisi/ironisi var gibi duruyor ama bunun tamamıyla doğru olmadığını göreceğiz. Bir parfüm ustasına kendini kanıtladıktan ve onun yanında çalışıp işin niceliklerini öğrenmesinden sonra kendini arayış işine girer. Artık varoluş sebebinin -yani koku yetisinin- nedenlerini öğrenmeye başlamıştır. Bir süre sonra uzaklardan gelen ve daha önce hiç algılayamadığı bir koku duyup metrelerce öteden bunu takip eder. Bu arayış onu kızıl saçlı bir kıza götürür. Grenouille, kendinden geçmiş bir vaziyette kızı izler -ancak bu cinsel bir dürtü değildir- ve onda bulunan bu esrarengiz kokuya kendisi sahip olmak ister. Uzun yıllar boyunca kendi kararlarını verememiş ve başka insanların baskısı altında yaşamış Grenouille’nin şimdi bir karar vermesi gerekmektedir. Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sındaki Raskolnikov’u hatırlayalım; sıradan ve zararsız bir gençken bir gün bir kadını öldürerek mücevherlerini çalmaya karar vermiştir. Bu karar da romanın geri kalanında sorumluluğunu alamadığı bir eylemin bastırdığı bir varoluş sancısına götürür karakteri. Yapılan (karar verilen) eylemin sorumluluğunu alamamak… Şimdi de Grenouille’i aynı karar verme anı beklemektedir. O da kızı öldürerek kokusunu sadece kendisine mal etme bencilliğine yenik düşmüştür. Burada Erich Fromm’un bir tezini hatırlayalım: “Bebekler neden ellerine aldığı her cismi ağızlarına götürüp yutmaya çalışır?” diye sorar Fromm. Bunun olası bir çözümünü, o cisme sadece kendisinin sahip olması, onu yutarak içselleştirmesi, kendinden bir parça haline getirme bencilliği olarak sunar. Grenouille’de artık o benzersiz kokuya sadece kendisi sahiptir. Kendi sahip olmadığı kimliğe başka bir kimlik aracılığıyla sahip olmak istemiştir. Cinayetten sonra hiçbir vicdan sızlaması hissetmez ve yaşantısına kaldığı yerden devam eder. Ustasının yanından ayrılıp kendi yaşamını devam ettirmek istemesiyle bir yolculuk daha başlar. Ancak bu sefer ne koku ne de insan vardır bu arayışta; her şeyden, onu tiksindiren bu insan kokusundan uzağa kaçmak ister sadece kendisinin olduğu bir dünya hayaliyle. 7 yıl boyunca hayvanlarla beslenip bir mağarada yaşarken ilk felaket başına gelir: “Sis yavaş yavaş, gittikçe yükseliyordu. Çok geçmeden Grenouille hepten sise gömüldü, sis iliklerine kadar işledi, bulutların arasındaysa bir damla bile hava kalmamıştı. Boğulmak istemiyorsa, bu sisi solumak zorundaydı. Ve sis, söylediğimiz gibi, bir kokuydu. Ve Grenouille, ne kokusu olduğunu biliyordu. Sis, onun kendi kokusuydu. Onun, Grenouille’un öz-kokusuydu sis.” (s.143) Burada sisin Grenouille’un öz kokusu olduğu söyleniyor. Aslında bu hala burunla algılanabilir bir koku değildir; sis olarak gözle görülebilen bir forma dönüşmüştür. Çünkü olmayan bu koku -kimlik- artık kendine yer bulamayan bedenden çıkıp özgürleşmek istemektedir. Bu felaketin sebebi nedir peki? Şöyle yazıyor aynı sayfadaki düş sırasında: “Firfiri salondaki kanepede yatmış uyuyordu. Çevresinde boş şişeler diziliydi. Olağanüstü çok içmişti, hatta sonunda kızıl saçlı kızın kokusundan iki şişe birden. Galiba bu olmuştu fazla gelen; çünkü uykusu, gerçi her zamanki gibi ölüme yakın bir derinlikte idiyse de, bu kez düşsüz değil, hayalete benzer düş dizileriyle doluydu.” Burada Raskolnikov’un çektiği varoluş sancıları kendini göstermeye başlamıştır bizim karakterde de; öldürdüğü kızıl saçlı kıza gönderme yapılarak. Bunun sebep olduğu korkuyla titrerken mağaradan kaçmaya ve yaşamını değiştirmeye karar verir. Burada tıpkı bir hayvan gibi vücudunun her yanını koklamaya girişir ama ne yaparsa yapsın kendi kokusunu alamaz. Ancak verdiği bir karar vardır yine: tıpkı bir insan gibi kokacak yeni bir parfüm yaratmak; böylece diğerleri tarafından kabul görüp toplumca sevilebilecekti. Gerçekten de bunu başardığını gördü mağaradan kaçıp sığındığı yerdeki bilim insanlarının arasında. Sevgi dolu bakışlar ve coşkulu bağrışlar eşliğinde artık bir kişilik kazanmış gibidir. “Kokulara egemen olan, insanın kalbine egemen olur.” (s.166) Ancak Grenouille tamamıyla tatmin olmamıştır. Çünkü kendini diğer insanlara kabul ettirdiği halde bunun bir sahtekarlığa dayalı olduğunu biliyordu. “Ne kadar berbat kokuyordu bu Tanrı! Ne gülünç, ne kötü yapılmıştı Tanrı’nın yaydığı bu koku! Gerçek günnük kokusu bile değildi o buhurluklardan tütüp ortalığı dumana boğan şey. Kötü bir yerinelik kullanmışlardı, ıhlamur ağacı, tarçın tozu, güherçile karışımı bir sahtecilikti. Tanrı pis kokuyordu. Tanrı pis kokan, ufak bir zavallıydı. Aldatmışlardı bu Tanrı’yı ya da kendisi düzenbazın tekiydi, tıpkı Grenouille gibi – yalnız kat kat daha beceriksiz bir düzenbaz!” (s.166) Burada Tanrı diye adlandırdığı aslında insanın kendisidir. Grenouille, insanlardan tiksinti verici kokusu nedeniyle kaçıyordu zaten ama bu sefer kaçışın arkasındaki sebep bir varoluş mücadelesine dönüşmüştür. Grenouille, kendini topluma kabul ettirme uğraşının bir işe yaramazlıktan ibaret olduğunu, bu şekilde kendine bir kimlik bulamayacağını anlar ve bu gerçekle oradan hemen sıvışır. Artık ömrü boyu uğrunda kendini harcadığı amaç onun için varoluş karşıtı bir hal almıştır. Toplumdaki bireylere kendini ispatlayamayan başarısız Grenouille, artık bireyi hedeflemeyi vazgeçer ve içine giremediği toplumu kendisi yeniden yaratmak ister. Nasıl mı? Verdiği yeni bir karar daha vardır. 20’den fazla genç kızı öldürerek en güzel kokuları harmanlayarak bir araya getirir. Artık ulaşamadığı ve reddedildiği o topluma, kendi içinde sahip olma isteği kadar bencil ve egoist bir kimliğe bürünmeye başlamıştır. Cinayetlerden yine en ufak bir kalp sızıntısı hissetmez. Kızları neden uyuşturmadı da sadece saçlarını ve elbiselerinden parça kesme uğruna onları öldürdü diye sormamız doğaldır ancak birey, ölmüştür onun için, değersizdir; bireylerin yaşama hakkına sahip olduğunu düşünmez ancak toplumu da öldürmek için o değersiz bedenlere ihtiyacı vardır: Kokulara egemen olan, insanın kalbine egemen olur. Onun ulaşmaya çalıştığı şey toplum da değildir aslında (bu sadece bir araçtır); bizzat insan varoluşunun kendisidir; farklı kokuları (kimlikleri) bir araya getirip kendi kimliğini oluşturmak ister. Sonunda açık verir ve katil olarak zincire vurulur. Halk onu katletmek için nefret içinde birbiriyle yarışır ama idam gününü beklemeleri gerekmektedir. O gün gelip de Grenouille arabadan indirildiğinde bir mucize anına şahit olunur: Herkes ona sevgiyle ve şefkatle bakmaktadır ve onun bir katil olacağını bırakın bir melek olarak yeryüzüne indiğine inandırırlar kendilerini. Bu da iki yıl boyunca emekle hazırladığı parfümün sayesindedir. O sırada şunları düşünür: “Her zaman özlediği şey, insanların kendisini sevmesi yani, ulaştığı anda dayanılmaz bir şey olup çıkmıştı, çünkü o kendisi sevmiyordu insanları, onlardan nefret ediyordu. Birdenbire doyumu hiçbir zaman sevgide değil, nefrette bulmuş olduğunu anladı, nefrette ve kendinden nefret edilmesinde.” (s.250) İdam sehpasına bu kadar yakın bir konumda sevgi uğrunda geçirdiği hayatın aslında nefret olduğunu anlaması romanın en vurucu sahnesi olabilir. Grenouille artık sahip olamadığı kimliğini oluşturmuş ve tek gerçek duygusunun nefret olduğunu vurgulamıştır: “Ömründe bir kerecik olsun kendini vermek istiyordu. Ömründe bir kere öbür insanlar gibi olup içindekini dışa vurmak istiyordu: Nasıl onlar sevgilerini, aptalca hayranlıklarını dışa vuruyorlarsa o da nefretini dışa vurmak istiyordu şimdi. Bir kere, sadece bir kere kendi gerçek benliğiyle anlaşılıp başka bir insandan kendi tek gerçek duygusuna, nefretine bir yanıt almak istiyordu.” (s.250) Ancak beklediği yanıt kesinlikle gelmez ve o sırada onu mağaradan kaçıran sisler yeniden yükselmeye başlar. Nefret ile tanımladığı bu varoluş, içinde tam zıttı olan sevgiye duyulan arzu ile savaş haline geçmiştir. Kimliğini oluşturdu ama içindeki özgürlüğe ulaşmak isteyen o varlıkla (kokusuzlukla) hala yüzleşemedi: “Çünkü dünyanın en iyi parfümüyle maskelenmişti ya, üstelik bu parfümün altında taşıdığı şey yüz değil, yalnızca, ama yalnızca mutlak kokusuzluğuydu. Bunu düşününce birden fenalaştı.” (s.251) Bunu da şu olay zaten açıklığa kavuşturuyor ki son öldürdüğü kızın babası onu boğazlamak yerine kollarının arasında sevgiyle kucaklıyor ve sisler daha önce olmadığı şekilde kızgınlaşıyor. Burada “Bağışla beni oğlum, sevgili oğlum, bağışla beni!” işitiliyor kızının katledilişini unutan babadan. Aslında bu sözler Grenouille’yi çarmıha gerilmekten kurtaran sözlerdir. İsa’nın çarmıhta “Neredesin baba, yardım et!” isyanlarına karşın burada Grenouille bir ”oğul” olarak sevgi ve şefkatle kurtarılmıştır, affedilmiştir. Bu baba tabii ki de Hıristiyanlıktaki baba (Tanrı) değildir yoksa çarmıhı engelleyip İsa'nın bütün Adem soyunun günahları için can vermesi engellenmiş olurdu. (Umberto Eco'nun "Önceki Günün Adası"nda şeytanla yapılan o müthiş düello da bunun içindi.) O zaman bu baba figürü bir şeytanı mı temsil eder yoksa yazar Tanrı inancıyla dalga mı geçer? Aslında bu adam, Grenouille'nin varoluşuna giden yolda bir piyondur sadece ve "Tanrısız bir varoluş"un da betimleyicisinden ibarettir. J. Paul Sartre'den de aşina olunduğu gibi: "Varoluş, özden önce gelir." “O anda her şeyin gözlerinin önünde bembeyaz kesildiğini hissetti, dış dünya ise kuzgun karasına döndü. Şimdiye kadar tutsak kalmış sisler kuduran bir sıvıya, kaynayan, köpüren süte benzer bir şeye dönüştü.” (s.252) Grenouille nefret istemiştir ama kızın babası onun kimliğini oluşturması karşısında bir engele dönüşür. Artık içindeki zıt uçlar birbirine baskın gelemez ve Grenouille bilincini kaybeder. Varoluş sancısı artık bir fırtınaya dönüşmüştür; büyük değişimi haber verir. Bu sırada halk sadece sevgi duygusuyla kuşatılmamış olup aynı zamanda cinsel dürtüleri de tavan yapmıştır ve idamı izlemeye gelen herkes sokakta olduklarını dahi unutarak ilişkiye girmiştir. Bu da Grenouille’nin herhalde onların değersizliğini yüzlerine vurmak için hazırladığı son bir oyundu ancak parfümün etkisi geçip kendilerine geldiklerinde hiç de utanmıyorlardı ve çabucak unutuldu olay. İnsan hiçbir bitki ve hayvana üstün değildir. Final sahnesi romanı bir trajedi içerisinde bitirir. Kafasından aşağı kendi yarattığı parfümü boşaltır ve kendisini, açlık duyguları uyandırılmış halkın ellerine bırakır. “Paranın ya da şiddetin ya da ölümün gücünden büyük bir güçtü elindeki: insanlarda sevgi uyandırmanın yenilmez gücü. Yalnız bir şeye yetmiyordu bu güç: Kendi kendisinin kokusunu almasını sağlayamıyordu. O zaman da, isterse bütün dünyaya karşı parfümü sayesinde Tanrı gözüksün – kendi kendini koklayamadıktan, onun için de kim olduğunu asla bilemeyecek olduktan sonra, hiçbir şey umurunda değildi, ne dünya ne kendisi ne parfümü.” (s.259) Görüldüğü üzere elindeki en güçlü materyalden (parfümden) bile vazgeçmiştir. Kendi kokusunu almaya bile yaramıyorsa bu güç, neye yarardı sevgi veya nefret? Burada Grenouille’nin verdiği son kararla karşı karşıyayız. Şimdi bütün kararları bir inceleyelim. İlk kararı kızıl saçlı kızı öldürürken vermişti ancak bu kararı veren kendisi değil, kimlik arayışındaki bir kukla (iplerini diğerlerinin yönettiği) olmuştu. İkinci kararı mağaradan kaçmakla vermişti ki sebebi, aldığı ilk kararın dayanılmaz sancısını kaldıramadığı için içine düştüğü sıkıntıdan kurtulmak ve topluma kendini kabul ettirmekti. Üçüncü karar artık işin sonuna yaklaştığında 20’den fazla kızı öldürmeden önce vermiştir. Bunun sebebi de birey ve toplumun aslında ne kadar değersiz olduğu ve kendini o cemiyete kabul ettirmektense veya onlardan biri olmaktansa onları ezmeye ve değersizleştirmeye çalışmasındandı ki idam günü bunu başardı. Bu karar, bölüm sonu canavarına giden son adımdır ama Grenouille hala bizim tanıdığımız o ezik ve değersiz Grenouille olup varoluş basamaklarını tırmanarak büyük değişime yaklaşan kişidir. Ve geldik son karara. Artık ne dünyada ne de kendi içinde kaçacak yeri kalmayan Grenouille’ın bir varoluşu vardır ve son kararını “özgürce” verebilir. Zaten özgür karar verebilmek de baskı altında bir dürtüsü olmadan ve kişinin sınırlarını bilmesiyle verilebilir. Böylece kendisini değersiz insanların ellerine teslim edip yok olmayı seçmiştir. Beethoven’ın sahip olduğu müzik ruhuna karşılık doğanın ona en lazım olan duyma yetisini almasından sonra onun hayatındaki isyankarlık ve karamsarlığa karşın Grenouille’ın son derece güçlü bir duyuya sahip olup da bir varoluşa sahip olamaması benzerlik gösterir. Son satırlardaki “Olağanüstü bir gurur duyuyorlardı. İlk kez sevgiyle bir şey yapmışlardı.” cümleleri de Grenouille’ın hazırladığı trajik sondan ibaretti. Hayatı boyu özendiği bu insanlara “Alın size benim yaşayamadığım mutluluk!” mesajını bırakarak geriye hiçbir parçası kalmadan yeryüzünden çekilir. Kurt Vonnegut'un Kedi Beşiği kitabından şu sözü hatırlatabilir bu son: "... ve yüzünde korkunç bir sırıtmayla sırtüstü uzanmış, yukarıya, İsmi Lazım Değil'e nanik yapan bir heykele çevirirdim kendimi." Buna karşılık Suç ve Ceza’da Raskolnikov’un önünde on yıldan fazla hapis cezası bulunmasına karşılık geleceğe umutla ve aydınlıkla bakması belki de onu daha özgür kılar. Yarınlara umutla bakan garip Raskolnikov mu yoksa gerçeklerden kaçamayan aciz Grenouille mi eylemlerin sonucunun sorumluluğunu alabilmiştir?
Koku
KokuPatrick Süskind · Can Yayınları · 201821,9bin okunma
··
1.053 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.