Ben on bir çocuklu bir ailenin en küçük çocuğuyum. Silifke Cumhuriyet İlkokuluna gittiğim ilk günü hatırlıyorum. O dönemde bir öğretmenden ne kadar korkulur ve çekinilirse, o kadar iyi bir öğretmen olarak bilinirdi. Allah rahmet eylesin Mualla öğretmen iyi bir öğretmendi. Hatırlıyorum yoklamayla derse başladı. Adı okunan, parmağını kaldıracaktı. "Mehmet Doğan Cüceloğlu," dedi! Etrafıma bakındım. Adım Doğan, onu biliyorum. Cüceloğlu olarak hiç soyadımı duymadım. Bize Cüceller derlerdi. Onu da az çok anladım. Ama Mehmet kim? Göbek adım Mehmet imiş kimse söylemedi. Öğretmen biraz gergin, kaygılı yeniden, "Mehmet Doğan Cüceloğlu," dedi. Farkında olduğum şeyler vardı: İsim benziyordu, ama ben değildim.
Öğretmen gerilmişti ve kızmaya meyilliydi .Kim bilir, belki de ben o kişiydim.
Tereddütlü, parmağımı kaldırırmış gibi yaptım. Mualla öğretmenin o bakışını hiç unutamıyorum: Adını dahi bilmiyor!
Gücüme gitti. Utandım.
O gün hayal kırıklığı içinde bir çocuk olarak yorgun, şevksiz, mahcup. Mukaddem Mahallesi'nin tozlu sokaklarından yürüyerek eve gittim. Akşam yatağa düştüm; sıtma olmuşum, ertesi gün sağlık memuru iğneci İsmail geldi, sol kalçama iğne vurdu; sarhoşmuş, iğne sinire denk gelmiş, iğnenin ucunu içeride kırmış, topal oldum, bir yıl okula gidemedim. Annemin uyguladığı kendine özgü fizik tedavi yöntemleriyle iyileştim ve bir yıl sonra yürüyebildim. Yeniden Siliflce Cumhuriyet İlkokuluna gittim. Yeni mezun bir öğretmenim vardı ve sonradan öğrendiğime göre yeni nişanlanmıştı. Cimi cimi, enerji dolu, sevecen biriydi. Muazzez öğretmenim, "Haydi çocuklar hep birlikte bir şarkı söyleyelim,” dedi. O sözlerini söylüyor, sınıfça hep birlikte tekrar ediyorduk. Yanımdan geçerken başımı okşadı, bana gülümsedi. O gün hoplaya zıplaya eve döndüm. Mukaddem Mahallesi'nin tozlu sokaklarında bağırıyordum: "Öğretmenimi seviyorum, okulumu seviyorum, sınıfımı geçeceğim." Ortaokuldan mezun oldum. O yıllarda Silifke'de lise yoktu; okumak için subay olan Ankara'daki ağabeyimin yanına gittim. Ankara Atatürk Lisesinde Türkçe öğretmenim Cahit Okurer’in bir sorusu hayatımı değiştirdi.
Cahit Okurer; 49 yaşlarında, beyaz saçlı, kısa boylu, alanına hâkim, Türk tarihini iyi bilen ve Türkiye'nin geleceğini önemseyen, sadece kafasıyla değil, gönlüyle de öğretmen olan biriydi.
Her hafta öğrencileri ufak gruplar hâlinde toplar, sohbet ederdi. Sorular sorar, dinlerdi. Benim katıldığım bir grupta, "Sen ne olmak istiyorsun?" diye sordu. "Mühendis olmak istiyorum," dedim. "Neden?" diye sordu. "Mühendislik çok iyi para kazandırıyor, eğer mühendis olursam Silifke'de göz koyduğum eşrafın kızını bana verirler," diyemeyeceğim için, "Vatana millete hizmet için!" dedim. Gülümsedi, "Vatana millete hizmet için bilim İnsanı olmak istemez misin ? " diye sordu ve devam etti, "Mesela psikolo ji alanında. O zaman hem bireyin hem de toplumun sorun larıyla ilgili araştırmalar ve yayınlar yapabilirsin." Bunu söylerken gözümün içine baktı. Ciddiydi, bana değer veriyor ve güveniyordu. Üç gün uyuyamadım. Hayatımda ilk defa bir büyük benim gözümün içine böyle bakıyor, bana değer veriyor ve güveniyordu. Kendime sürekli soruyordum, gerçekten bana mı bağlı? Yani ben istersem, gerçekten bilim insanı olabilir miydim?Bugün psikoloji alanında bir bilim insanı olarak bu kitabı yazıyorum.
Bu nasıl oldu? Cahit Okurer, 17 yaşındayken beni nasıl bu kadar etkiledi? Çünkü o bir öğretmendi. Ve öğretmenin gücü, öğrencinin hayatını değiştirir.
Öğretmenim Cahit Okurer gözümün içine bakarak "Vatana millete hizmet için bilim insanı olmak istemez misin?" diye sorduğunda kendimi:
• İnsan yerine konmuş, umursanmış;
• Olduğum gibi kabul edilmiş;
• Değer verilmiş;
• Güven duyulmuş;
• Emek ve zaman verilmeye değer;
• Öğretmenimin de dâhil olduğu büyük bir ekibin, bir milletin, saygıdeğer bir üyesi olarak hissettim.