Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

98 syf.
·
Puan vermedi
·
3 günde okudu
Buradaki ilk incelememi bir Kutlu kitabıyla arz etmiş olayım mı? Hadi hadi olayım. Evet onunla açılış yapma fikri hoşuma gitmedi değil. Çünkü Mustafa Kutlu gönlümü fethetmiş yazarların başında gelir. Ahlakı, irfanı, erdemi ve bu coğrafyanın birçok değerini o tesirli üslubuyla hikayeleştirirken, biten her kitabıyla gönlümde ayrı bir iz bırakır. Ona olan sevgim, içime sığmayan hürmetim tam olarak ne zaman başladı şimdi bilemiyorum fakat her ne zamansa geç kalmışımdır diyorum. Onu olabilecek en erken yaşta tanımanın, onun hikayelerini okuyarak büyümenin, onun sözlerini hayat düsturu edinmenin oldukça mühim olduğuna inanıyorum. Daha kat’i ifadeyle, ona aşina büyüyen bir çocuğun güzel insan olmamasına imkan yok diye düşünüyorum. Öyle hoş üslubu ve öyle temiz bir dili var ki neredeyse her yaşa hitap ediyor, her yaşta da başka şeyler katıyor insana. Buna dayanarak farklı yıllarda tekrar tekrar okuduğum kitapları var, tekrar okumayı düşündüklerim de aynı şekilde. Bu arada yanlış anlaşılmasın, çocukların her kitabını okuyabileceğini söylemiyorum, bu alanda yetkin değilim, bunu uzmanları bilir fakat birçok kitabı da okunabilir gibi geliyor. Bu yüzden ablalar, abiler ve ebeveynlerden rica ediyorum; bu kitaplara bir de o gözle bakalım ve çevremizdeki çocuklar için seçimler yapalım. Yapalım ki Kutlu ile tanışıklıktan mahrum kalmasınlar. En kötü ne olur, belki ağır ya da sıkıcı gelir ama şu an piyasadan ellerine düşen kitaplardan daha fazla zarar vermez. Onu okusunlar ki insana has duyguları, güzel ahlakı, doğruluğu, edebi ve erkanı; doktrin haline getirilmiş sözlerden değil, olayların içinde sürüklenirken hissettiklerinden öğrensinler. Evet, Kutlu sevgim depreşti, ondan bahsetmeye doyamam ama hadi gelelim Arkakapak Yazıları’na. Bir zamanlar Dergah Dergisi’nin arka sayfasında yazdığı kısa öykülerin -Furkan Çalışkan “Kutlu Dergah Dergisi’nde yazdığından beri dergiyi tersten okumaya başladık.” demişti, bu yüzden olsa gerek- toplanmasıyla ortaya çıkmış bu eser. Yani kısa hikayelerden -bana kalırsa bazıları anı/anlatı gibiydi- oluşuyor bu kitabı. Her yazının başında da siyah beyaz bir fotoğraf süslüyor içeriği. Dolayısıyla Kutlu’dan okuduğum kitaplardan tür olarak en farklısı bu oldu. Yine çok sevdim, yine seve seve okudum ben. Zaten anı/anlatı okumaktan keyif alırım, onun otobiyografik unsurlarını içeren bu yazıları okurken de her sayfayı merakla çevirdim. Bu kez eseri şeklen değişmiş olsa da fikren yine insanımızın gönül güzelliğini, toprağımızın has kokusunu ve yeni düzenin bizden alıp götürdüklerini işlemekten vazgeçmemiş Kutlu. Kıssa geleneğine bağlı kalmaya ve daha önce bir konuşmasında söylediğini duyduğum ‘bir kıvılcım çakmaya ya da bir pencere açmaya’ dolayısıyla kıssadan hisse bırakmaya niyetli her zamanki gibi. Anadolu insanına has özellikleri onların içinden bir gözle ve kendi anılarını anlatırcasına dökmüş sayfalara. Ben de o sayfaların içinde dolandım durdum adeta. Tepsisindeki helvaları alsınlar diye türkü söyleme sözü veren, vatandaşın “önce türkü” pazarlığından sonra bir türkü mırıldanan çocukla karşılaştım önce. İyi niyet ve güleryüzle gönlü hoş edilen alıcılar, bir anda boşalttı çocuğun tepsisini. Koltuğunun altına aldığı tepsiyi def niyetine kullanırken neşeli neşeli uzaklaşan o küçük çocuğun yanındaydım sanki. Keyiflendiğinde ritim tutup ıslık çalarak giderken ben de arkasından gülümsüyordum. Gönülleri hoş etmenin işte bu kadar kolay olduğunu, yapılan işin hakkını vermenin de bir çocuktan öğrenilebileceğini düşünüyordum o sırada. Kirlenen denizlerde balık bulamadığından çöplüklerde yiyecek arayan, rastladığı bir güvercini karnını doyurmak uğruna katleden martıyı okurken de ortadaki tüm suçu ben üstlendim dayanamayıp. Özür diledim güvercinden, yasını tuttum. Sanki denizleri ben korusaydım, tabiat kanunlarının çiğnenmesine herkesten önce ben engel olsaydım bir kuşun fıtratı bu denli bozulmayacaktı. Biz büyüdüğümüz için küçüldüğünü sandığımız meydanlar vardı sonra. Küçülen bakışımızdı, daralan ufkumuzdu ama bize meydanlar küçülmüş gibi geliyordu işte. Bir çocuğun dünyasının yıldan yıla nasıl da değiştiğinin muhasebesini yaptım ben de Buğday Meydanı’nda gezerken. Bankanın önünde dimdik duran, gelip geçenin aldırış etmediği o armut ağacına sarılasım geldi başka bir hikayede. Çok insan vardı, ona doğru koşuyor gibiydiler ama bir bakış bile atmadan bankaya giriyordu hepsi. Paranın gördüğü itibar, kendisi aracılığıyla üretilen o kağıt parçasının gördüğü itibar ne de çoktu böyle. Ne de önemsizdi onun yanında bizim armut ağacı. Üzülüyordu, kırılıyordu bu görünmezlik yüzünden ve onun kırgınlığı bana ağaçlarla selamlaşmayı öğretti. Sonra çocuk oldum birden. Irmağa doğru koşan o çocukların arasına katıldım. Ne gün korkusu ne istikbal endişesi duyan, o anı yaşamaktan ve çalı çırpıyla dost olmaktan başka dert taşımayan çocuklardan oluverdim. Birçok şeyin icat edilmediği ve çocukların doğayla eğlenebildiği o günlere, hakiki gülüşlerle dolu eski zamanlara gittim onlarla birlikte. Orada, o güzel zamanlarda soluklanıp bugüne ve elimdeki kitaba dönüverdim sonra. Cuma namazına iştirak ettiği için heyecanı her halinden belli olan o güzel çocuğa denk geldim bu kez. İmamın hutbesini dinlerken bir ara kubbedeki yazılara kaçırdığı ve sonra büyük kabahat işlemişçesine indirdiği gözlerindeki o utangaçlıkta buldum kendimi. Onun gibi utanamadığıma utandım önce, o masumiyeti kaybedişimize ağladım. Sonra namaz bitti, o dua etti ve ben amin dedim. Amin dedim o temiz kalpten geçenlere. Eşref Efendi ve Cevat’la tanıştık sonra. Onlar bir mescide hayat verirken, köşeye kitaplık kurarken, Kur’an-ı Kerim öğretmeye çalışırken, fındık içi ve kuru üzüm dağıtırken ben de onları çok seven çocuklardan biri olup çıktım. Sonra zaman geçti, sevdiğimiz her şey gibi mescidin de havası değişti. Yeni görevliler gelip bu emektarları kapı dışarı etti, onların ektiği çiçekleri yer darlığı gerekçesiyle söktürdü, toplayıp getirdikleri kitapları imha etti, kimi yerleri yıkıp baştan yaptırmaya kalktı, gönülden bir ihtimamla bu hale getirilmiş yuvayı salt görev duygusuyla yenilemeye çalıştı. Ben de diğer çocuklar gibi “Cevat da Cevat!” diye mızmızlandım, çünkü öyle mescid daha zengindi ama bir o kadar da yoksuldu, çünkü öyle her şeyimiz vardı ama gönüllere dokunanımız yoktu. İşte böyle gezdim bu kitapta, daha birçok yere gittim, başka kılıklara büründüm, yeni insanlarla tanıştım. Bazen de eskiye, anılarıma uğradım. Çok şey var bahsedecek ama uzattığımın da farkındayım. Belki içeriği fazla konuşmuş bile olabilirim ama bunlar devede kulak merak etmeyin. Hasılı kelam, yazarın her kitabında olduğu gibi bunda da sayfaların içinde yaşarken buldum kendimi, içindekilerle hemhal oldum. Bu kitabı okuyacaklara her hikayeden sonra arkaya yaslanmalarını, kendilerine vakit verip biraz düşünmelerini öneririm. Düşüne düşüne okuduğunuzda siz de kendinizden çok şey bulacaksınız eminim. Evet, bir Mustafa Kutlu eserinin, çoğu kişisel gelişim kitabından daha geliştirici ve çoğu romandan daha hayat dolu olduğunu düşünenlerdenim. İçinde barındırdığı hisler, karakterler ve temsili durumlarla insana oturduğu yerde paha biçilmez tecrübeler kazandırıyor bu eserler. Onu hiç okumayanlara şans vermelerini, okuyup sevmeyenlere -bilmem var mıdır ama- yeni bir eseriyle tekrar şans vermelerini tavsiye ederim.
Arkakapak Yazıları
Arkakapak YazılarıMustafa Kutlu · Dergah Yayınları · 20001,070 okunma
·
543 görüntüleme
erhan okurunun profil resmi
Doyurucu bir tahlil olmuş. Okumadığım Kutlu kitaplarından biridir bu eser. Sayfaları arasında dolaşmış kadar oldum yazınızla. Ellerinize sağlık.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.