Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

10. Hikaye Tamamlama Etkinliği
Hikâyemiz bu ileti altından yürütülecektir. Yazım Sırası ve Yorumlar İçin: #14132525
··
41 görüntüleme
Bu yorum görüntülenemiyor
Mithril / Nobody okurunun profil resmi
“Evlat, iyi misin, kendine gelebildin mi?” Derin bir uykudan uyanırcasına gözlerimi açtım. Obi ismindeki küçük zenci çocuk yanımdaydı. Bir taşın üzerinde oturuyorduk. Kafamı kaldırıp ileriye baktım. Siyahlar içindeki annem ayakta zor duruyor, dengesini toparlamak için babama yaslanıyordu. Bedenim çoktan defnedilmişti, törene katılanların büyük bir kısmı ayrılmış, geriye kalanlar da son defa aileme başsağlığı diliyordu. “Lanet olsun, o gördüklerim de neydi?” Obi ile yaklaşık birkaç dakika evvel tanışmıştık, kısa bir sohbetin ardından sağ avcunu yüzüme doğru kaldırıp bakmasını söylemişti. Sonrası ise başta büyük bir karanlık ve ardından da hiç yaşanmamış anılar. Yine bana ait başka bir cenazede Obi ile tanışmam, Obi ile lanet bir kitap peşinde koca İstanbul boğazını uçarak geçmem, Obi’nin aslında Mustafa Çelebi olması ve bunu öğrenmemle ondan kaçmam, uzay boşluğunda bulduğum güzeller güzeli Kadif ve dev bir köpek, Kayhan abim ve kafamı çarptığım o salak kapı, Obi ile aşk üzerine yaptığım anlamsız sohbet… Hiç biri benim anım olamayacak kadar yeniydi ancak hepsinde ana karakter bendim. Kafama dolan bu görüntüleri sınıflandırmaya, arka arkaya getirmeye, bir zaman çizgisine oturtmaya çalışıyordu beynim ama tek hissettiğim başımdaki ağrı ve midemdeki bulantıydı. İçini boşaltıp rahatlayabileceğim bir midemin bile olmadığı geldi aklıma, lanet olsun, hayalet olunca bedensel sorunlarımızdan da kurtulmamız gerekmez miydi? Obi, oturduğu taştan kalkarak önümde ileri geri yürümeye başladı. “Sana tüm anılarını verdiğime göre, şimdi bana güveniyor musun?” Beklemediğim anda gelen soruyla irkildim. Hala Obi’nin ellerinde görmüş olduğum görüntüleri tam olarak özümseyememiştim. Bazılarında oldukça iyi ve yardım severdi ama bazı görüntülerde bir gece kadar gizemliydi. Simsiyah gözlerini bana dikmiş bir cevap bekliyordu. Daha fazla oyalayamadım; “Elbette, tabi ki güveniyorum!” Obi gözlerini üzerimden ayırmadan sorusunu tekrarladı: “Bana güveniyor musun?” Obi, sorusunu ikinci kez sorarak zaten yüreğimden geçeni bildiğini göstermişti. İkimizin de bildiğini birbirimizden saklamanın bir anlamı yoktu ne de olsa; “Tam olarak güvenebildiğim söylenemez” “Neden?” “Bak Obi, bana varlığını bile bilmediğim anılarımı iade ettiğin için teşekkür ederim ama anlamalısın ki hala kafam karışık… Benden bir şeyler sakladığını düşünüyorum” Obi tek kaşını kaldırarak sorgular bir ifadeyle bana baktı; “Hayır evlat, senden bir şeyler değil, pek çok şey saklıyorum. Yani bana güvenmeme ve benden defalarca kaçmış olmanın sebebi bu mu yani?” Şaşırmıştım, tumturaklı özürler, hatta süslü inkarlar beklerken aldığım cevap bende soğuk duş etkisi yarattı. Obi konuşmasını sürdürdü “Bak, ben zamanımın çok ötesinde bir bilim adamıydım. Binlerce yılın birikimi buradaydı.” Bunu söylerken parmağıyla sertçe kafasını işaret etti. “Ve onun üzerine de beş yüz yılı aşkın süredir bilgi eklemeye devam ediyorum. Ve sen 19 yaşındaki gencecik beynine aldırmadan, senden bir şey sakladığım için bana güvenmediğini söyleyebiliyorsun! Bak çocuk, git önce yeni doğmuş bir bebeğe kuantum teorisini anlat ondan sonra gel ve bana her seyi öğrenmek istediğini yinele.” Kuantum teorisinin konumuzla ne alakası vardı ki şimdi? Hafızamı nafile bir çabayla lise fizik hocamın bu konuda ettiği bir iki kelimeyi hatırlamaya zorladım. Belki derslerde Zeynep’le mesajlaşmak yerine yaşlı bunağı biraz dinleseydim şimdi şu velet görünümlü dedeye de dersini verebilirdim. Lanet olsun! Kaçış yolumu konuyu değiştirmekte buldum. “Peki neden ben? Neden bizim ölümlerimizin bağlantılı olduğuna inanıyorsun. Neden benden yardım istiyorsun?” “Neden sen? Çünkü yakın zamanda talih kuşu çok yakınına sıçtı. Ölümlerimizin bağlantılı olduğuna inanmıyorum, bunu biliyorum. Ve sanırım tamamen yanlış anlamışsın beni, senden yardım istemiyorum, sana yardım vadediyorum. Belki benim yardımımı alırken de bir iki işe yarayabileceğini umuyorum.” Söylediklerini beynimde tartıp anlamaya çalışıyordum. Boş gözlerle bakmış olmalıyım ki bana yaklaşıp “Kapat gözlerini” dedi. İtaat ettim. Elinin işaret ve orta parmağı olduğunu tahmin ettiğim iki parmağı ile önce sağ ardından da sol göz kapağıma hafifçe dokundu: “Açabilirsin” Yine itaat ettim ve gözlerimi açtım. “Hassiktir bu da ne!” Etrafım ruhlarla doluydu. Sol tarafımda genç bir kız ruhu hıçkırarak ağlıyordu, az ilerde orta yaşlı bir adam kör gibi el yordamı ile ilerlemekteydi. Havada etrafta karışıl şekilde ve hızla hareket eden ruh kümeleri vardı. Ruhlar birbirini görmeden birbirleri içinden geçerek neredeyse her alanı doldurmuştu. Hepsi mutsuz, hepsi umutsuzdu. İçimin daraldığını hissettim. Görüş alanımda kabaca bir tahminle birkaç yüz adet ruh salınıyordu. Obi yeniden konuşmaya başladı: “Sen ve ben gibi Araf’da kalmış, iki dünya araasında sıkışmış ruhlar. Bir kısmı neden burada kaldıklarını uzun zaman evvel unuttu, bir kısmı neden burada olduklarını hiç anlamadılar. Ancak büyük bir kısmı ise, yarım kalan işleri başkaları tarafından tamamlanmış ve kıyamet gününe dek burada kalmaya mahkum edilmiş ruhlar.” İçimde büyüyen dehşet hissini bir kenara atmak istiyordum, beceremedim. Konuşmaya devam etti: “Ben, katilimizi bulmaya çok yakınım ve yarım kalmış işimi tamamlamaya… Bunu yaptığımda ise senin buradan ayrılma şansını elinden almış olacaktım.” Kolunu kaldırarak geniş araziyi boydan boya tarayarak devam etti. “Sonsuza kadar onlardan biri olabilirsin, ya da benimle çalışırsın ve beraber kurtuluruz. Sana vadettiğim şey bu.” “Biz giderken onları da peşimize taksak ve cennetin kapılarından geçirsek olmaz mı?” Obi kahkaha atmaya başladı. “Hayır aptal çocuk. Dünyanızda en leş barlarınızın kapısında bile güvenlik dururken o toprakların tamamen korumasız olabileceğini mi düşündün? Sfenks’i hiç duymadın mı?” “Tabi ki duydum. Şu Giza'da yerde yatan kedi heykeli” “Sfenks, cennetin veya cehennemin bekçisidir. Farklı toplumlar, farklı dinler ve hatta farklı insanlar birbirinden farklı algılar ve tanımlar. Eski Mısır’da bir kedi iken bu bekçi, Eski Yunan’da cehennem kapısındaki 3 başlı bir köpek. Senin için de dev bir köpekti bu bekçi, hatırlarsan.” Bir anda tüm dikkatim, bana sonradan eklediği anılarda gezdi. Uzay boşluğundaki kız ve sonra bir köpek heykeline çarpıp geri dönmem…” “O kızın peşinden doğruca cennete gidiyordun. Sfenks onu içeri aldı, seni ise gerisin geri postaladı.” Kafamda hala pek çok soru vardı. Bir taraftan da Obi’nin karşımda sabırsızlanmaya başladığını ve sorularımdan sıkıldığını görebiliyordum. “Peki ben nasıl görüyorum? Onlar beni neden görmüyor?” Bunu söylerken elimi uzatıp yanımda ağlayan kızın gözleri önünde el salladım. Farkında bile değildi. “Çünkü gözlerindeki büyüyü kaldırdım. İstersen, onlarla konuşursan seni görebilirler. Senin beni görebildiğin gibi… Ama şu an bunun için vaktimiz yok.” Tekrar gözlerime iki parmağıyla dokundu, gözlerimi açtığımda ikimiz yine yalnız kalmıştık. Cenaze töreninin tamamlanması ile artık ailem de gitmişti. Bedenimi o soğuk toprağın altında bırakmışlardı. Durgunlaştığımı fark eden Obi konuştu: “Zor olduğunu biliyorum. İstersen git ve bedeninle vedalaş. Ama çabuk ol, acele etmezsen sensiz ilerlemek zorunda kalırım. Ve eğer bu sefer yine kaçacak olursan da sensiz tamamlarım.” Bu şekilde davranılmaktan hoşlanmamıştım ama sanırım haklıydı. “İstemiyorum. Şimdi benden ne yapmamı istiyorsun. Hatırladığım kadarıyla kitabı almamız gerekiyor sanırım. Oraya mı gideceğiz? “Hayır, kitabı zaten aldık çocuk. O gördüklerin gerçek hatıralardı. Şimdi ben gidip kitapta bazı araştırmalar yapmaya devam edeceğim, çünkü hala emin olmadığım birkaç nokta var. Sen de bu esnada gidip Zeynep’le vedalaşacaksın” Zeynep mi dedi bu? İçim bir anda tarif edilemez bir heyecan ve coşkuyla doldu. Bağırmaya başladım: “Zeynep mi? Nasıl yani, ona tekrar dokunabilir miyim, konuşabilir miyim? Lanet olasıca neden daha evvel bunu bana söylemedin ki?” cümlemi tamamlamayı beklemeden hızla genç kızın evi doğrultusunda uçmaya başladım ki bir anda sert bir kayaya çarpmışçasına durduruldum. Tasmasından tutulup çekilmiş bir köpek gibi hissettim. Olduğum yerde, havada ters döndüm. Obi hala taşın üstünde oturuyordu, sol elini kaldırmış avuç içi bana dönüktü. “Sana gitmeni söylemedim evlat. Hala nasıl konuşacağını bile bilmiyorsun.” Avcunu kendisine bakacak şekilde elini çevirdi ve parmaklarını kendisine doğru birkaç sefer “gel” dercesine açıp kapattı. Bunun üzerine havada süzülerek, ona yaklaştım. Aramızda yarım metre kalarak beni durdurdu. “Evet konuşabilirsin, ancak konuşma esnasında ikinizin de bedenlerinizden arınmış olmanız gerek.” Kalbime koca bir fil oturdu sanki. “Nasıl yani? Onu öldürmemi beklemiyorsun değil mi?” Obi derin bir iç çekti; “Tabi ki hayır aptal! Rüyasına gireceksin. Rüyasında konuşacaksınız. Ancak bunun tek bir yolu var. Rüyasına girebilirsin ancak yalnızca seni gerçekten seven insanlar seni görebilir. Sadece onlarla iletişim kurabilirsin. Ve onlara asla ölüm sonrası hayat hakkında bilgi veremezsin. Anlaşıldı mı?” Merakım artmıştı: “Ya verirsem?” “Bence bilmemen daha iyi… Haydi şimdi git ve kız arkadaşınla konuş.” Güneşin gökyüzündeki yerine bakıp düşündü. “Tam gece yarısında Galata Kulesi’nde benimle buluşacaksın.” “Obi… Aslında veda etmem gereken biri daha var. Şey… Bilirsin işte hayattayken pek fırsatım olmamıştı. Onunla da görüşebilir miyim? Bana biraz daha süre versen?” Obi gözlerimin içine derin derin baktı, sanki merak ettiği soruların cevabını orada bulacaktı. “Tamam. Gün doğumunda gel.” Zeynep’le görüşmenin heyecanı içimi ısıtıyordu ancak buna hazır mıyım bilmiyorum. Rüyasında da olsa onu tekrar görmek sarılmak… Hayattayken kıymetini bilemediğim şeylerden bir tanesi daha. Ama önce bitirmem gereken daha önemli bir şey vardı beni bekleyen. Doğruca evime uçtum, artık bana ait olmayan evime. Sokak önünde biraz bekledim. Salon ışıkları hala yanıyordu. Hala uyumamış olmaları büyük bir sıkıntıydı. Evin, sokağa bakan tarafındaki duvardan geçerek doğruca salonda buldum kendimi. Annem ve ablam beyaz baş örtülerini takmışlardı. Annem gözlerinde sürekli akan yaşlar ve sürekli hıçkırıklarla bölünen sesiyle Kuran okuyordu. Ablam ise onun koluna yaslanmış, gözlerini bir noktaya dikmiş ve boş boş bakıyordu. Onları bu kadar üzmeyi hiç istememiştim ki ben. Onlar bunu yaşamayı hak edecek ne yapmışlardı. Keşke onları teselli edebilmek için bir şey yapabilseydim ancak biliyorum ki artık çok geç. Uzanıp önce annemin ardından ablamın yanağına birer öpücük kondurdum. Onlar farkında değildi ama en azından ben biliyordum. Son defa öpebilmiştim. Salondan çıkıp koridorda ilerlemeye başladım. Mutfak kapısının önünde yerde Milyon uyuyordu. Obi’nin bana öğrettiği gibi gözlerimi kapatıp elimi kedinin alnına dokundurdum. Gözlerimi açtığımda kendimi devasa cam bir zeminin üzerinde buldum. Etrafımda benim boyumda, içi çeşit çeşit yemekle dolu tabaklar vardı. Tepeme baktım, bir cam raf da üstümdeydi ve onun da çeşitli tabaklarla dolu olduğunu görüyordum. Sanırım burası kocaman bir buzdolabıydı. Yalnızca tek bir farkla, burası oldukça sıcaktı, tam Milyoner’e göre. Tabakların arasından yavaşça yürümeye başladım. Rafın ucuna geldiğimde, benim boyutumda biri için uçurum gibi olan yere baktım. Dolabın kapısı açıktı ve Milyon kafasını pirzola dolu bir tabağa gömmüştü. Bu halde beni bir fare sanıp yer mi acaba, diye korkmaktan kendimi alamadım, çünkü şu an benden çok büyüktü. Gözlerimi kapatıp rafın ucundan yere atladım. Rüyalarda ölemeyeceğimi biliyordum. Yere indiğimde normal boyutlarıma ulaşmıştım. Milyon da arkasındaki bir varlık hissi ile kulaklarını dikmiş, tüylerini kabartmıştı. Kafasını tabaktan kaldırıp yavaşça bana döndü: “Hey sen! Kurtarıcım! “Milyon? Ama sen konuşabiliyorsun?” “Çünkü rüyalarda her şey mümkündür. Bugün yoktun ortalıklarda, sen kitabını okurken ensemi sırtımı okşamanı özledim. Haydi gel, ziyafetime katıl. Sonra da biraz kitap okuruz beraber, ne dersin?” Şaşkındım. Evet kedimin de beni sevdiğini biliyordum ama bu kadar dostça bir yaklaşım beklemiyordum. Kedilere bencil diyerek hakaret edenlere selam olsun. Ona yaklaşıp sırtını kulaklarını okşamaya başladım. “üzgünüm Milyon ama artık bunları yapamayız. Ben öldüm.” “Ben de bundan korkuyordum. Seni odaya yatırdıklarında gelip yanına yattım, seni koklamaya çalıştım. Soğuktun. Yardım etmek ısıtmak istemiştim seni ama ablan beni alıp kapıyı kapattı. Ölülerin de yalnız kalmak istemeyeceklerini söyledim ona ama beni anlamadı.” Gözlerim, sanırım ben öldükten sonra ilk kez dolmuştu. “Teşekkür ederim Milyon. Şimdi gitmem gerek. Vaktim az.” Kediyi yerden alıp sarıldım öptüm, karnını okşadım ve tekrar yere bıraktım. “Yine gel, gerçekten olmasa da rüyalarımda kitap okuyabilirsin, öyle değil mi?” Gülümsedim “Sanırım, Milyon… Hoşça kal” Bu sefer gözlerimi kapatıp kendi alnıma dokundum. Gözlerimi açtığımda yine evimdeydim, Milyon yüzünde sakin bir ifade ile uyumaya devam etti. Daha zor bir konuşma beni bekliyordu. Annemle babamın yatak odasının kapısından içeri süzüldüm. Babam da uyuyordu. Pencereden gelen sokak lambasının ışığı yastığını aydınlatmıştı. Yastık ıslaktı. Ve rüyasında ağlamaya devam ediyordu. Babam ağlar mıydı hiç? 19 yıl boyunca bu adamın bir kez bile duygularına yenik düştüğünü, ağladığını görmediğimi farkettim. İçimde üzüntü ve öfke kabardı. “Söz veriyorum, seni bu hale getirenlerin intikamını alacağım!” Milyon’da yaptığım gibi babamın da rüyasına girdim. Cenaze törenimdeydik yine. Ancak sadece babam vardı mezar taşımın başında. Yere çömelmiş ağlıyor ve bir şeyler mırıldanıyordu kendi kendisine. Arkasından yürüyerek ona yaklaştım. Mezarım toprak değildi, sanki sudandı, aşağısı görülebiliyordu. Tabutum ise tahta yerine cam gibi transparandı. Bedenimi hafif dalgaların ardında rahatlıkla seçebiliyordum. Saçlarım ve sakallarım dikkatimi çekti, hiç olmadığı kadar uzundu. Özenle taranmış ve düzgünce yerleştirilmişti. Babamın arkasında durdum. Sesini artık duyabiliyordum: “Özür dilerim, özür dilerim” Genzimi temizleyedim: “Baba!” Yaşlı adam ne olduğunu anlayamadan yaşlı gözlerle bana döndü. Devamında ise yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle yerinden kalkıp boynuma sarıldı “Oğlum! Oğlum! Bir bilsen sana bir defa daha sarılmak için nasıl yakardım Tanrı’ma! Ve o da seni bana yolladı, şükürler olsun!” Babamın sarılışına sımsıkı sarılarak karşılık verdim. “Özür dilerim baba. Senden böyle ayrılmayı istemezdim. Beni affeder misin?” Babam beni daha fazla bağrına bastırdı. Bir hayalet olmasaydım nefessizlikten boğulabilirdim sanırım. “Affetmek mi? Asıl sen beni affet oğlum. Seni endi kalıplarıma sokmak istedim. Seni anlamadım. Ve her şeyden öte… Elimi öpmek isetdiğin o son seferde, sana izin vermediğim için öyle pişmanım ki.” “Babacım, lütfen üzme kendini. Ben iyiyim. Seni çok sevdiğimi söylemek için geldim. Lütfen anneme ve ablama da söyle. Kendinizi üzmeyin bu kadar. Sizi görebiliyorum ve üzüldüğünüzü görmek, en kötü cehennemden bile daha yakıcı.” Babam anladığını gösteren bir ifade ile başını salladı. “Baba, şimdi gitmem gerek, vaktim az, sizi çok sevdiğimi unutmayın asla olur mu? “Güle güle evladım. Huzurla uyu” Uyumak mı? Yaptığım şeyin uyumakla pek alakası yoktu, hatta uykusuzluk çektiğim anlar da geldi aklıma ama boşuna kafa karıştırmaya gerek yoktu. “Baba bir de… Milyon’a iyi bakın. O hamile. Bir de kitap okumamı özleyecek. Ablam sürekli kitap okurken ona da okusun olur mu?” Cümlemi bitirdikten sonra babamı rüyasında bırakıp odasına geldim. Gözyaşları dinmişti, iç çekip uykusuna devam ettti. Bu da bittiğine göre geriye asıl işim kalmıştı. Zeynep’im, sevdam… Birkaç kalp atışlık sürede yine sokakta, bu sefer onun penceresinin önündeydim. Nice sefer girmek, görmek için yalvardığım odaya girmek bana hala yanlışmış gibi geliyordu. Bir genç kızın en mahrem yeriydi odası. Ama ben de bir ruhtum neticede ve daha evvel yaptığım kitap hırsızlığından daha masum bir suç olacağı aşikardı. Cesaretimi güç bela toplayarak odasına girdim. Sevdiğim kız ne kadar da güzel uyuyordu. Ellerimle saçlarını okşadım, simsiyah ipek saçları. Muhtemelen üzüntüden bitap düşmüştü. Hemen rüyasına girip konuşmak için sabırsızlandım. İki parmağımla alnına dokundum. Gözlerimi açtığımda kendimi boş yeşillik bir alanda buldum. Koskoca çayırın ortasında tek bir ağaç vardı. Yüzyıllık ağaç koskocaman gövdesiyle hem enine hem de boyuna büyümüştü. Ağaca doğru yürüdüm. Zeynep’im beyaz bir elbise giymişti. Yere oturmuş sırtını ağaca yaslamış ve bir kitap okuyordu. Ona doğru koşmaya başladım. Yaklaştığımda ağaca kazınmış “19” sayısını gördüm önce. Ardından da ağaçtan yavaşça yere doğru uzanan büyük yılanı. “Zeynep, dikkat et yılan var!” bütün nefesimle haykırdım ama sesimi duymadı. Yılanı görünce kitabı kenara bırakıp yavaşça ayağa kalktı kız. Koşarak sarıldım Zeynep’e, onu oradan uzaklaştırmak istiyordum ama Zeynep beni görmüyor, varlığımı hissetmiyordu. Obi’nin sözleri aklıma geldi, yalnızca beni gerçekten sevenler görebilecekti. Bu işte bir terslik vardı. Yanlışlık vardı. Bu arada yılan yavaşça kafasını yerden kaldırdı ve kızla konuşmaya başladı, “Uzun süredir açsın, yemelisin” Kız kuşkuyla etrafına bakındı “Hayır!” Yılan ısrarını sürdürdü. “Haydi ama, yaratıcın burada değil, sadece ikimiziz. Seni kimse göremez duyamaz. O elmayı yemezsen açlıktan öleceksin.” Kafamı kaldırdım. Ağaçta sallanan kıpkırmızı taptaze bir elma duruyordu, tam yılan ve kızın arasındaydı. “Hayır yiyemem” Yılan kahkahalarla gülmeye başladı. “Zaten ÇOKTAN yedin” Zeynep bir anda boğazını tutmaya başladı, adem elması denen çıkıntı boğazında belirmiş ve büyümeye başlamıştı. Nefes almasını engelliyordu genç kızın. Koşup yardım etmek kurtarmak istedim ancak kız ellerimden kaydı, yoktum orada sanki. Merakla ağaca baktım. Elma hala aynı yerinde asılıydı ancak yenmiş ve bitmişti, sadece çekirdekleri kalmıştı. Kendimi yine kızın odasında buldum. Bu sefer rüyasından kendi isteğimle çıkmamıştım, sanırım ölümüyle rüya bitmiş ve beni de dışarı atmıştı. Anlam veremiyordum. Zeynep beni neden göremedi? Dünyam kararmıştı. Zeynep beni sevmemişmiydi? Allah’ın cezası Obi bunu bildiği için mi beni yolladı. Peki eline ne geçti şimdi? Koridora çıkmıştım ve ne yapacağımı bilmez halde ileri geri volta atıyordum. Tekrar mı deneseydim? Belki bir şeyi yanlış yapmıştım, o yüzden göremedi beni… Bu esnada koridorun karşısındaki odada uyuyan biri olduğunu anladım. Kalp atışları düzensizdi, nefes alış verişleri hızlıydı. Kulaklarım ne zaman bu kadar hassaslaşmıştı ki? Merakla odaya girdim. Misafir odası olduğunu tahmin ettiğim bir odaydı, yatağa çevrilmiş olan kanepede genç bir kız uyuyordu. Zeynep’in bir iki sefer gördüğü utangaç kuzeniydi. Neydi ismi Cemre? Ceyda? Cansu? Hatırlamıyorum. Kıza yaklaştım ve rüyasına girdim. Bu sefer kendimi lisenin müdür odasının önünde buldum. Kapı açıktı ve ben eşikteydim. İçerden bağrışlar geliyordu. Adını hatırlayamadığım kız müdürün karşısındaydı. Müdür ise bağırıyordu, “Utanmıyor musun ona iftira atmaya. Hep içten pazarlıklı sinsi olduğunu bilirdim ama bu bardağı taşırdı genç bayan” “Yemin ederim, gördüm diyorum. O öldürdü” “Defol odamdan! Yalancı!” İçimden geçip gideceğini bildiğim için kapıdan çekilmeye gerek duymadım. Ancak kız odadan çıkarken bana sertçe çarpıp yere düştüğünde bu seçimimden pişman olmuştum. “Hey iyi misin” diyerek yanına koştum. Direkt gözlerimin içine bakıyordu. “İyiyim ama sen burada ne yapıyorsun” Beni görebiliyor ve konuşabiliyordu. Hassiktir! “Bilmiyorum, uzun hikaye… Neyse sanırım bir hataydı gelmek. Seni gördüğüme sevdim Ceyda, haydi bye” “Ceren” “Pardon?” “İsmim Ceren. Ve gitme. Katilini biliyorum ve sanırım onu öğrenmek için burdasın” “Ama ben…” Ne diyeceğimi şaşırmıştım, ya da nasıl tepki vereceğimi… “Bunlar yaşandığı için ve sana bunu gösteren ben olduğum için özür dilerim. Her şeyin farklı gelişmesini dilerdim” diyerek bana elini uzattı. Büyülenmişçesine kızın uzattığı eli tuttum. Etrafımızdaki duvarlar bir anda eğrildi, büküldü ve bambaşka bir görüntü kazandı. Bizim Kafe’deydik. Kafenin alt katında, mutfağın hemen yanında, Kayhan abimin odasının önündeydik. Ceren’e baktım. “İzle” dedi sadece. Kapı tam kapanmamıştı, incecik bir ışık huzmesi aralık kapıdan dışarı yansıyordu. Ceren arkamda bekledi, ben ilerledim. Delikten içeri baktığımda şaşırmıştım. İçerde Kayhan abi masasının etrafına oturuyordu. Karşısında ise Zeynep oturmuştu. Hararetli bir konuşma içerisindeydiler. Kayhan abi: “Şanslı pezevenk nasıl kurtuldu o darbeden anlamıyorum. Her şeye kaza süsü vermiştik oysa ki. Ancak bu sefer bir hata istemiyorum, anlaşıldı mı?” Zeynep biraz utanç biraz da korkuyla kafasını salladı: “Elbette efendim” Bunun üzerine Kayhan abi çekmecesinden küçük bir cam şişe çıkardı. İçinde metal renginde bir sıvı vardı. Masanın üzerine bıraktı. Zeynep hemen şişeyi alarak yerinden kalktı, kapıdan, içimden geçerek uzaklaştı. Şaşkınca Ceren’e baktım. “Bu da ne demek oluyor?” “Anılarım… Daha bitmedi. Görmen gereken bir şey daha var. Sana bir şey yapmasından çok korktum ve hastaneye gittim.” Bunu söyledikten sonra kız yeniden elini uzattı ve tuttum. Şimdi hastahane odasındaydık. Ceren ve ben yan yana, makinelere bağlı ama hala hayatta olan bedenimi izliyorduk. Kapı açıldı. İçeri giren Ceren’di. Gözleri yaşlarla doluydu, yatağa başıma eğildi. Alnıma masum bir öpücük kondurdu. “Sana bir şey yapmasına izin veremem. Seni korumaya geldim. Seni sevdiğin kızdan korumaya geldim. Çünkü sen bilmesen de seni hep sevdim.” Bunu duymamla şaşkın bir ifade ile yanımda dikilen kıza baktım. Omuz silkti ve kafasıyla anısındaki kendisini gösterdi. İzlememi istiyordu. Koridorda yaklaşan ayak seslerini duyan kız irkildi. Ne yapacağını bilemez bir halde, tam yatağın karşısında bulunan dolaba gizlendi. Ben ve rüyasına girdiğim Ceren ise hala ayakta olanları seyrediyorduk. Kapı yavaşça açıldı ve içeri Zeynep geldi. Çantasından az evvel Kayhan abiden aldığını gördüğüm sıvıyı çıkardı. Kapağını açarak yatakta komada yatan bedenimin ağzından sıvıyı döktü ve geldiği gibi sessizce usulca kapıdan çıkarak yok oldu. Ceren saklandığı dolaptan çıkarak yatağa koştu, makinelerden kalp atışlarının düzensizliğini işaret eden sesler geliyordu. Hemen koşarak alarmı çaldı ardından koridora çıkıp bağırmaya başladı. “Yardım edin lütfen yardım edin!” Dizlerim titriyordu. Beni öldürmesini bekleyebileceğim yüzlerce insan vardı ama Zeynep ve Kayhan abi mi? İnanamıyordum. Öfkeyle yanımda durmuş ve tüm sahneyi benimle izlemiş kıza döndüm. “Yalan bu değil mi? Kuzenine iftira atıyorsun çünkü çekemiyorsun onu, bizi… Hepsini sen kurguladın, değil mi?” Kız gözlerinde yaşlarla tekrar bana baktı. “üzgünüm… Hepsinin gerçek olduğunu sen de biliyorsun.” Ne yapacağımı, neye inanacağımı şaşırmıştım. Bu gerçek olamazdı. Kıza veda bile etmeden rüyasından çıktım. Obi biliyor olmalıydı, bilmese neden beni Zeynep’le konuşmam için göndermiş olsun ki? Peki biliyorsa neden beni gönderdi? Bana acı çektirmek için mi? Lanet olsun ne halt edeceğim ben şimdi? Düşünmeye ve kafamı toplamaya ihtiyacım vardı. Dışarı çıktım ve mezarımın başına gittim. Mezar taşımı yumruklamak istiyordum ancak ellerim içinden geçip gidiyordu. Öfkemi atamıyordum bir türlü. Ceren’e güveniyordum ne yazık ki, Zeynep öldürmüştü beni ama neden neden neden? Ufuğun yavaş yavaş kızıllaşması ile Obi aklıma geldi. Şafakta buluşacaktık. Neden buluşacaktık ki aslında? Zaten ne gördüğümü biliyordu. Hayır ona da güvenmiyordum. Kendi işimi kendim bitirecektim. Adımımı attığım anda kendimi taştan yuvarlak bir odada buldum. Pencerelerden Haliç ve boğaz görünüyordu. Obi’nin sesini duydum: “Şafakta benimle burada buluşmanı söylemiştim ve kabul etmiştin. Bu formda sözler bağlayıcıdır evlat. Güvenle mühürlendi o söz.” “Ruhumu sen getirmedin mi yani” “Hayır, o kadar gücüm yok. Seni, vermiş olduğun söz getirdi. Anlat bakalım, nasıl geçti gecen?” Bir de utanmadan gecemi soruyordu! Keşke ruhunun kırabileceğim bir burnu ve akıtabileceğim kanı olsaydı. Ve benim de işe yarar yumruklarım elbette. “Beni Zeynep’e gönderirken beni onun öldürdüğünü bilmediğine inanmamı mı istiyorsun? Seni pislik!” Obi yılların vermiş olduğu alışkanlıkla düşünceli bir ifadeyle, yüzünde artık olmayan sakalları sıvazladı. Her şeye rağmen küçük bir çocuğun böyle bir hareketi yaptığını görmek tuhaftı. “Yüzde seksen tahminim o yöndeydi ama harekete geçmeden evvel emin olmamız gerekiyordu. Ve sen bize bu kesinliği verdin. Başka bir şey öğrenebildin mi?” “Bir iksir içirmiş bana hastanedeyken, civa gibi bir şey… Onu da-” “Kayhan verdi, değil mi?” Nafile bir çabayla kulenin taş duvarlarını yumruklamaya çalıştım. Olmadı, yere diz çöküp haykırdım: “Nerden bildin? Neden bunlar oldu Zeynep ve Kayhan abi ile iyiydi aramız neden beni öldürmek istesinler ki?” “Evlat, toparlan bakalım. Sana bir iyi bir de kötü haberim var.” Yüzüme baktı, benden cevap gelmeyince de devam etti. “İyi haber, seni asıl öldüren Zeynep değildi. Kötü haber ise Zeynep üç yıldır ölü” “Sen ne saçmalıyorsun? Ne demek ölü?” “Seninle aşk üzerine yaptığımız sohbeti anımsıyor musun” Konu ile bağlantısını çözememiş olsam da hatırlıyordum. Aşkı çarpan bir arabaya benzetmişti. “Evet.” “Peki sonrasında senin anlattıklarını hatırlıyor musun? Zeynep’le çocukluktan beri çok yakın arkadaş olduğunuzu her şeyi beraber yaptığınızı ama ona içten içe hep aşık olduğunu ve kızın sürekli seni reddettiğini söyledin. Ve ben de hafızanı tazelemek için bir yem attım ortaya, araba kazasından bahsettim.” “Evet hatırlıyorum. Ben de, aşkın araba çarpmasına benzemese bile araba çarpmasıyla başlayabileceğini söylemiştim. Çünkü Zeynep bir araba kazası anlatmıştı ve sonrasında çok değişti. Ölüme bu kadar yaklaşmanın hayata farklı baktırdığını söyledi ve beni sevdiğini anladığını.” “Heh işte evlat, böyle bir değişime ancak, 1500lerde ölen bir adamın aşkın araba kullanmaya benzetmesine inanan bir ahmak inanır.” “Ne demek istiyorsun” “O kazada ölen 50 yaşlarındaki adam aslında Zeynep’ti.” Ve açıklamaya başladı. “Aslında senden beklenmeyecek bir zeka örneği göstererek benim Mustafa Çelebi olduğumu anladın. Ancak sonrasına bakmayı düşünemedin. Benim bulduğum ruh transferi büyüsü aslında çok büyük bir büyünün ilk adımıydı. Ve kısa sürede hayata geçirmem gerektiği için mükemmelleştiremeden öldüm. Ancak rakibim hatırlarsan Takiyüddin idi. Hoca Saadettin’in de yardımı ile bu büyü üzerinde çalışmaya başladılar.” Masanın üzerine uzanıp Takiyüddin’in kitabını aldı. Kitabın en arka birkaç sayfası boştu. “Kitaptaki yıldız tozu tamamen hedef şaşırtmaydı evlat. Asıl saklanan sır bu sayfalardaydı.” Boş boş sayfalara bakıyordum, bir yandan da bana söylediklerini sindirmeye çalışıyordum. Kitabı kaldırıp yeni yeni ufukta doğan güneşe tuttu, ışıkla birlikte sayfa ışıldadı ve tüm sırlar döküldü… Obi, sayfalarda parıldayan şiiri okumaya başladı: “Hangi kitabı okuduğumu unutturan bir kitaptı geçmiş Bu yüzdendi gelgitlerim, bu yüzdendi kafa karışıklığı Neydi geçmişimde kalan 19... Ah geçmiş! Ruhumu kemirme bu kadar bedenimi onca toprak yiyene teslim etmişken… Ölüm değil miydi oysa çare; Baştan beri bunu anlatmandın mı?...” “Bu şiiri hatırlıyorum” diyerek sözünü kestim. “Anılarımda bu şiiri senden yine dinlemiştim” “Evet evlat, bu şiiri daha evvel de bulduk ama yeni çözdüm anlamını. Takiyuddin ve Hoca Sadettin, benim büyümü ele geçirip bunu ölümsüzlüğe giden kapı olarak kullandılar. Bedenlerinin ölümüne bir türlü çözüm bulamadılar ama ruhlarını bedenden bedene aktararak, bir yılan gibi deri değiştirip durarak günümüze kadar yaşamayı başardılar. Obi’nin söylemek istediği şeyi anlıyordum ama mantığım ve kalbim inatla kabul etmek istemiyordu. Obi konuşmaya devam etti. “19 cinayetle, 19 farklı kanla mühürledikleri bu büyü ile hala hayattalar. Takiyuddin, Kayhan’ın; Hoca Saadettin ise Zeynep’in bedeninde” “Peki neden ben? Beni neden öldürdüler ki?” “Hala emin olmadığım şeyler var. Bu da onlardan biri… En mantıklı açıklama, belli aralıklarla zayıflayan mührün tazelenmesi, bu da 19 yaşındaki genç bir kanla sağlanır. Ama başka bir sebep var mı, inan bilmiyorum” Öfke yavaş yavaş tüm benliğimi sarmıştı, o pislikleri gebertmeliydim, hayatımı mahveden o herifleri kendi ellerimle öldürmeliydim! Yerimden ok gibi fırladım: “Tamam o zaman neden bekliyoruz? O g*toşların dersini verelim!” Obi güldü, “Duvarları bile yumruklayamıyorken nasıl öldürmeyi planlıyorsun. Haklıydı, düşünmemiştim. “Peki ya kitap, kitaba nasıl dokunup taşıyabiliyoruz?” “Efsun ellerimizde değil, kitabın kendisinde. Benzer şekilde efsunlu bir silah bulabilirsen memnuniyetle kullanırım” “Kitapla beynini ezsek? Kitabı elektrik kontağına atsak yangın çıkarsak? Ne bileyim bir yol bulalım işte.” “Karşındakini bir sokak sihirbazı ile karıştırma. Sen kitabı fırlatınca elin daha yere inmeden sonsuza kadar lanetlenebilirsin.” Gülümseyerek konuşmaya devam etti “Ayrıca, bir yol olmadığını sana kim söyledi ki?” Ertesi akşam hava kararmıştı. Tüm gün, Bizim Kafe’nin kapısını gören bir çatıda beklemiş, içerde neler döndüğünü anlamaya çalışmıştık. Takuyiddin ve Hoca Sadettin’in bizi görüp göremediği konusunda Obi’nin çekinceleri olduğundan yaklaşmaya cesaret edememiştik. Dükkan boşalıp da en son Kayhan abi de kilitleyip evine gittikten sonra içeri girdik. Üzerinde 19 yazan taş kapıdan geçtik. Kapıyı ark gibi duvara ekletmiş, içini de camdan, günümüze uygun bir kapıyla doldurtmuştu. 19, içeri bakmaktaydı. Kapının önünde durduk. “Obi… Ne yaptığımızdan emin misin?” “Ölümü defalarca kandırdı, herhangi bir insana bahşedilen ömrün kat kat fazlasını yaşadılar. Ve bunu yaparken de arkalarında sen gibi, Zeynep gibi onlarca ceset bıraktılar. Eminim onu tek arayan biz değiliz evlat. Ve biz yenemiyorsak da O’ndan yardım alacağız.” “O kim?” “Azrail ve 19 yardımcı meleği” Kenara geçip oturdum. Obi kapının önüne yere çömelerek bilmediğim bir dilde bir şeyler mırıldanmaya başladı. Dakikalar ardı ardına uçup giderken sesi artmaya, bir yakarışa dönmeye başlamıştı. Ve sesi arttıkça da taş kapının üzerindeki 19 sayısı parlamaya başladı. Parlaklık yavaş yavaş artıyor ve önce taş kapının ark kenarlarına yayılıyordu. Ardından parlaklık daha da arttı ve tüm kapıyı, sanki bir geçitmişçesine aydınlattı. Gözlerim parlaklıktan kamaşıyordu, olanları hayal meyal görebiliyordum. Parlak ışık huzmesinin içinden bembeyaz bir cisim çıktı. Beyaz pelerini ve beyaz başlığı vardı. Başlığı yüzünü tamamen örtüyordu. Ne ayakları ne de elleri görünüyordu. Eğilerek Obi ile anlamadığım o dilde konuşmaya başladı. Konuştukça sinirlendiğini görebiliyordum. Obi’ye bir şeyler söyledi, bir anda renginin kül gibi beyaza döndüğüne yemin edebilirim. Işık biraz düşündükten sonra kapıdan geçerek gitti. Ancak birkaç saniye geçmemişti ki içeriye onunla aynı görüntüde ışıklar dolmaya başladı. Gözlerim beni yanıltmıyorsa toplam 19 adettiler. Bir tanesi kapının yanında, Obi’nin başında beklerken geri kalan 18 tanesi hızlıca yanımızdan uzaklaştılar. Bilmiyordum ama tahmin ediyordum ki o ikisinin ruhlarını almaya gitmişlerdi. Çok geçmeden 9 tanesi geldi. Yanlarında simsiyah renkli bir ruh taşıyorlardı. Sakallı ve sarıklıydı. Ruh çığlıklar atıyordu. Daha hangisi olduğunu anlayamadan ben hızla kapıdan geçtiler. Kısa süre sonra da ikinci bir siyah ruh taşıyan diğer 9 geçti. Yerimden kalkıp Obi’nin yanına gittim. Kapıda bekleyen meleğe bir şeyler söyledikten sonra bana döndü. “Artık özgürsün, her şey bitti. Bu melek bizi bekliyor, haydi.” Kafamı kurcalayan bir soru daha vardı. “Obi… Zeynep’e ne oldu? Yani o da senin gibi burada mı, başka bir beden şeklinde sıkıştı mı?” “üzgünüm ama evet.” Beni kapıya geçirmek için elini uzattı. Tutmadım. “Ben biraz daha kalmak istiyorum” Şaşırmıştı, “Deli misin? Ne var ki burada senin için artık. Ebedi istirahat seni bekliyor” “Yardım edebildiğim kadar ruhun yolunu bulmasına yardım etmek istiyorum. Senin bana yaptığın gibi. En azından bir süre daha… Sonrasında gelip seni cennette bulurum nasılsa.” Obi acı acı güldü. “O biraz zor evlat, yaptığım kara büyüden sonra, o kötülüğü bu dünyaya getiren olarak hepinizin kanı benim de elime bulaştı. Aynı yerde olacağımızı düşünmek fazla naifçe olur.” Uzanıp elime dokundu. Dokunması ile birlikte bana bir güç verdiğini hissedebiliyordum. Ardından da gözlerime, daha evvel yaptığı gibi dokundu.” “İhtiyacın olabilecek bazı güçler verdim evlat. Kolay gelsin.” Obi, cümlesini bitirdikten sonra melekle birlikte kapıdan geçti. Hemen ardından kapıdaki ışık soldu ve eski haline döndü. Dükkandan çıktım. Sokakta tek bir insan yoktu ama Obi’nin bana bıraktığı güçle artık her şeyi olduğu gibi görebiliyordum. Sokak ruhlarla doluydu, başıboş üzgün ruhlar. Ve bir yerden de çalışmaya başlamam gerekiyordu. Yolun karşısında kaldırım taşına oturmuş 7-8 yaşlarında bir kız çocuğu dikkatimi çekti. Ona doğru yaklaşırken o da beni gördü ve merakla bana bakmaya başladı. Gidip kızın yanına oturdum. “Merhaba ufaklık, nasılsın?” “Sen beni görebiliyorsun? Sen de kimsin?” Ben kimdim? Bunca zamandır bir isim düşünmemiştim kendime. Bedenimin taşıdığı ismi artık kullanamazdım, kendime yeni bir isim bulmalıydım. Aklımda isimler ve sıfatlar uçuşuyordu. Bu yola faili meçhul bir cinayeti çözmek için girmiştim, faili meçhul iyilikler pesinde çıkıyordum… “Ben Zodyak. Peki ya senin adın ne?”
Bu yorum görüntülenemiyor
Bu yorum görüntülenemiyor
14 öğeden 11 ile 14 arasındakiler gösteriliyor.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.