Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

10. Hikaye Tamamlama Etkinliği
Hikâyemiz bu ileti altından yürütülecektir. Yazım Sırası ve Yorumlar İçin: #14132525
··
41 görüntüleme
Muzaffer Akar okurunun profil resmi
İnsanın kendi cenaze merasiminde olması ne kadar tuhaf, herkes baş kahraman için gelmiş ama onu göremiyor, baş kahraman ise herkesi habersiz izliyor. Kırklı yaşlarının ortasındaki uzun boylu, çember sakallı imamım okuduğu dualar eşliğinde tabutun üzeri toprakla kapatılıyor. Erkekler sıra ile küreklerle mezara toprak atıp benim için son görevlerini yapıyorlar. Biraz geride kadınlar ağlaşıyorlar kah duyulur hıçkırıklar kah iç çekişlerle büyük bir hüzün var ortamda, ablam hıçkırmıyor feryat figan da etmiyor sadece arada gözünden süzülen yaşları siliyor başındaki çemberin kenarıyla, çember de hayli ıslanmış yağmur yağmuyor oysa. Ben düşüncelerimde kaybolmuş artık ne yapacağını hatta nerede olduğunu bilmez bir halde şaşkın bekliyorum. Tüm bunlar doğru mu? Ben öldüm mü? İnsan ölünce tüm düşünceleri ve hatıraları da ölmez mi? Demek ki ben ölmedim, daha doğrusu bir sebepten ölemedim. Katilim ve zamansız ölümüm nedeniyle arada kaldım bunu hissediyorum hatta biliyorum ama ne yapmalıyım? Etrafımdaki tüm insanları görüyorum ama onların beni görmemeleri beni hissetmemeleri ne kadar tuhaf. Zeynebim, kumralım gene düştü aklıma. Neredesin? Sen olsan hissederdin beni bilirdin burada olduğumu. Zeynebim bir kere öpemezsem gül dudaklarından, doğru dürüst yaşayamadığım ömrümü huzurlu bir ölümle bitiremeyeceğim belki de. Mezar başındaki kalabalığın biraz gerisinden bir çoçuk geliyor esmer kıvırcık saçlı, 12-13 yaşlarında olmalı. Kadınlar ile mezar arasından pervasızca geçişi kimsenin dikkatini çekmiyor, kimse dönüp bakmıyor ona ne kadar tuhaf. Sanki bana doğru geliyor, yüzü bakışları sanki onun değil gibi , dosdoğru yüzüme bakarak dudaklarında hafif bir gülümsemeyle bana yaklaşıyor. --Heeyy beni dinlemelisin! Beni görüyor benimle konuşuyor kim bu. Bakışları, yüzündeki ifade sanki çok olgun birine ait bedeni daha çocuk ama beni görüp konuşuyor ya bu muhteşem birşey. --Sen kimsin, beni nereden tanıyorsun, bu nasıl bir iş. --Ben hımmm, Obi diyebilirsin bana, dur heyecanlanma, anlatacağım herşeyi, şuradaki taşın üstüne oturabiliriz, hava soğuk ama hastalanıp ölürüm diye korkmana gerek yok! Yüzünde ukala bir gülümseme, ismi de margarin ismi gibi zaten Obi ne la! Mezarlığın kenarındaki taşın üstüne yerleşiyoruz, bu çocuk da ölüm aralığında sıkışmış olmalı, heyecanlanıyorum birşeyler öğrenebileceğim galiba. Başlıyor anlatmaya. --Evet ben seni tanıyorum hatta üç ay birlikte yaşadık burada katilini aradık. --... dilim tutuluyor, nasıl? --Baştan başlayayım, ismim Obi anlamını sonra anlarsın, senin bir gündür yaşadığın olayı ben 447 yıl sekiz aydır yaşıyorum ve senin gelmeni bekliyordum. Kapa ağzını anlatıyorum. -- 1570 yılında senin gibi öldürüldüm ve aynı senin gibi o günden bu güne ne olduğunu anlamaya çalışıyorum, öldüğümde gördüğün gibi bu haldeydim. Çok uzatmayacağım benim kurtulmam da sana bağlı, senin katilini bulmamıza bağlı bunu biliyorum. Ağzın! Dikkat! --Üç ay önce gene aynı senin cenazende biraz farklı şekilde tanıştık ve kurtuluşumuzun katilini bulmamıza bağlı olduğu konusunda anlaştık, bu süre boyunca ölümünden Tarık ve arkadaşlarının sorumlu olduğunu varsayarak haraket ettik ama nafile, bir şey çıkmadı, o korkak serserilerin bu işi yapmadıklarını anladık. Peki zamanda nasıl geri geldim? --2009 yılında Marmaray çalışmalarında bulunan birsürü antik ürünü duymuşsundur. Bunların içinde kapı şeklinde, üstünde arapça 19 yazan bir şekil çıkarıldı ve Topkapı Sarayı’nın bir bölümünde incelemeye alındı.Tabi ki henüz hiçbir şey bulunamadı. Bu kapının zamanlar arasında geçiş yapabildiğini ben zaten biliyordum zira 400 senenin üzerinde burada ders çalışıyorum. Kapı bulunduğundan beri içinden geçmeye cesaret edemiyorum çünkü kapıyı kullanmak için üzerindeki arapça şekilleri kullanmak gerekiyor ki gideceğin zamanı denk getirebilesin. Senin araştırmanı üç ay yaptıktan sonra kavga ettik ayrıldık, başka çarem kalmadığına kanaat getirerek kapıdan geçtim ve gene senin cenazene geldim, zaten burada her olay senin ve benim ölümümle ilgili. --Peki kapıyı nasıl çalıştıracağız sen zamanda geri gelebildiysen ikimiz daha geri gidebilir miyiz? --Sakin ol hapan ağız (eski bir deyim), dedim ya bulunan kapının tam olarak nasıl çalıştığını bilmiyorum ama araştırmalarım sonucunda bunu bir zamanlar birinin bulduğunu anladım ve garip bir şekilde bu kişi benim öldüğüm yıllarda yaşamış. Osmanlı gökbilimci, matematikçi ve mühendis Takiyüddin bin Marüf’i... 16. Yüzyılda yaşamış bu Osmanlı dehasının bu kapıyla ilgili bir elmazması olduğu çok az kişilerce biliniyormuş ve ben bu bilgiye kitaplardan ulaştım. Bu el yazmasının Kütüphane-i Umumi Osmani’de (Beyazıt Devlet Kütüphanesi) olduğunu öğrendim ama henüz bulamadım. Eğer bu el yazmasını bulursak kapıyı istediğimiz gibi kullanabiliriz. --O zaman hemen kütüphaneye gidip o yazmayı bulmalıyız. --Akıllı çocuk, tamam gidelim, Ağzın... Tamam kapalı, öğreniyorsun. Kafamda deli saçması sorular, öldüm mü ölemedim mi? Bu ukala Obi ne, tamam gidelim bari.
mithrandir21 okurunun profil resmi
Son 1 gündür hayatım çok değişmeye başladı. Etrafımdaki, çevremdeki insanlar ya bana daha sevecen daha masum belki de acır bir şekilde bakıyorlar ya da hiç ummadığım kişiler gözlerimin içine bakmamaya özen gösteriyorlardı. Sadece bana yönelen bakışlarla hayatımın çok fazla değiştiğini düşünüyordum. Kısa bir uykudan sonra tanımadığım kişilerin dışarda pür dikkat bana baktıklarını görmek, annem ve babamın ben eve gelirken ağlar bir şekilde bana koşup sarılmalarını filan görmek ise hoş olan değişikliklerdendi. Bir şey annemin ve babamın moralini çok bozmuştu anlaşılan, hasta dedeme bir şey mi olmuştu acaba? Yoksa neden böyle olsunlar ki diye de düşünmeden edememiştim, annem boynuma sarılmış beni öperken ben de anneme sarılıyor ve o anne kokusunu içime çekerek öpüyordum onu. “Tamam annem sakin ol” dedim ve sarılma şiddetimi biraz daha arttırdım. “Ne oldu Anne, neyin var?” diye sordum ama bana cevap vermemiş aksine sarılma şiddetini daha da arttırmıştı; karşılık olarak ben de sarılmamı daha kuvvetlendirdim. Annem ise sarılma şiddetimi artırmama rağmen o güçlü kadın duruşunu tekrardan sergileyerek sarılmamı sanki hissetmiyor, omuzlarında herhangi bir değişiklik, bir hareket olmadan duruşu da değişmiyordu. Sakin ol dememe rağmen bana hiç cevap vermemişti ve tekrardan konuşup nedir seni bu kadar üzen, duygulandıran diye soracakken babam annemi omuzlarından tutup ve benimle göz teması kurmadan anneme sarılıp onu benden ayırmış ve annemi kenara çekmişti. Göz teması kurmaması ile beraber dönüp bakmamıştı bile. Babam ile aramız kötüydü bu aralar, klasik baba ve oğul sıkıntılarıydı. Kendisi hiç oğul olmamış gibi beni dinlemeden daha doğrusu dinleyip de anlamak istemeden kendi bildiklerinde diretiyordu. Adım gibi emindim ki ben de ileride baba olunca babam gibi düşüneceğim ve yine adım gibi eminim ki babam da bir oğul iken aynı benim gibi düşünmüştü. Ne kadar garip değil mi, bir döngüydü bu hatta kısır bir döngüydü. Babam bir oğul iken benim düşüncelerime sahip ve kendi babasıyla kendi doğruları için tartışırken, ama bir baba olduğunda da oğluna hak vermeden bu sefer baba tarafına geçip yine kendi doğrularını bu sefer baba gözü ile koruyup tartışıyordu ama şunu da biliyorum ki ben de baba olduğumda benim şu an olan düşüncelerimdeki oğlumun düşüncelerini dinlemeden bir baba olarak karşısında olacağım ve genel olarak oğluma hak vermeyeceğim ve onu anlamayacağım, kim bilir belki de doğanın bir kanunuydu bu ya da insan hayatının her bir evresinde genel olarak düşünceleri tamamen değişebiliyordu. Eve yaklaşırken yürümemin sallantısı biraz daha artıyordu, sallantılı bir şekilde yürüyordum ama yürürken de herhangi bir şekilde efor harcamıyormuş gibiydim ama bunlara rağmen de elimi ve kolumu kıpırdatamayacak kadar da kendimi halsiz ve yorgun hissediyordum. Eve girdim, babam kapıyı açmış geçmem için bana müsaade vermişti, az önce olan duruma göre bu sefer sevgi ve şefkat ile bana bakmıştı, son zamanlarda aramız kötüydü babamla ve bu bakışını özlediğimi de fark etmiştim. “Oturma odasına geçelim hep beraber” dedi. Çoğul konuştuğunu fark ettikten sonra dönüp arkama baktım ki babamın arkadaşları da bizimle beraberdi. Ben kendilerine hoş geldin dedikten sonra onlar da beni aynı az önce babamın yüz ifadesi ile cevaplayıp hoş bulduk demeden, herhangi bir cevap vermeden de sadece aynı yüz ifadesi ile bana bakıp oturma odasına geçtiler. Odama geçtim ve yatağıma istemsiz bir şekilde bıraktım kendimi ve ayaklarımı uzattım ama sanki ayaklarıma ben komut vermiyor daha doğrusu verdiğim komutu hissetmeden, devreye geçmeden ayaklarım kendiliğinden uzanmıştı, bu yorgunluğumun bu halsizliğimin üstüne biraz uzanmak kesinlikle iyi gelecekti diye düşünüp boş boş tavana bakarak yattım. Anlam veremediğim şekilde evin içinde değişik bir hava vardı, anneme dedem nasıl iyi mi diye sormayı düşünüyordum ki üzerimdeki yorgunluk bunu sormamı engelliyor hatta konuşmak bile bana çok zor geliyordu. Bunları düşünürken odamın kapısı açılıp etrafına bakınarak kedimin odaya girdiğini gördüm. Her zaman olduğu gibi gözlerimin içine bakarak kısa bir mırlama sesi ile yatağa yanıma atladı ve kısa bir süre beni kokladıktan sonra omzumun yanına uzandı. Kafasını okşadım ve her zamanki gibi ifadesi olmayan ifadesi ile boş boş bana bakıyordu. Uykuya dalmak üzereyken belki de dalmıştım bilmiyorum ablam odaya geldi ve anlam veremediğim yüz ifadesi ile bana baktıktan sonra kedimi yanımdan aldı ve dışarı çıkardı. Ne ablam bana seslendi ne de ben ablama karşı herhangi bir tepki verdim. Uyuduğumu ve beni rahatsız etmek istemediğini düşünmüştüm. Ablam her ne kadar kardeşim, karındaşım olsa da teyzeden de fazlası ile benim için anne yarımdı. Hem benden 12 yaş büyük olması da bunun için geçerli bir sebepti. Bir ses, buğulu içime işleyen bir ses tarafından uykumdan yarı sersem bir şekilde uyandım. Bu duyduğum ses yan odadan mı geliyordu yoksa uykumun etkisinden benim içimden mi çıkıyordu anlayamıyordum, tek anlayabildiğim sesin ruha dokunan, acıklı bir havası vardı. Biraz daha uyanıp kendime gelmeye başladıktan sonra sesten ziyade bir adamın bir tınıda bilinçli bir şekilde bir şeyler söylediğini ya da okuduğunu idrak edebildim. Misafirler gelmişti sanırım eve ve ev kalabalıktı. Duyduğum ses haricinde hissettiğim kalabalığa rağmen başka ses duymuyordum, sadece sanırım ablam olacaktı ki “nereden geldi başımıza bu uğursuzluk” dediğini duydum. Artık anlamıştım kesin dedeme bir şey olmuştu ve ben de burada miskinler gibi hiçbir şeyi düşünmeden yatıyordum ve bunların farkında olmama rağmen yataktan kalkmaya bile niyetlenmiyordum. Bunları düşündükten sonra yataktan kalkmaya niyetlendim ama anladım ki ben iyi değilim ve kalkabilecek durumda da hiç değildim, onun için biraz daha uyumayı ya da en azından yatmayı düşündüm, göğsümdeki metal hissi veren soğukluk da nedense beni ürpertmeye başlamıştı ve tekrardan hızlı bir şekilde uykuya daldım. Rüya görüyordum ve kalabalık eşliğinde yürüyor, tüm tanıdıklarım hatta tanımadığım kimseler de yanımdalardı ama hepsinin benden neden küçük, boyları neden daha kısa diye anlayamadan yürümeme devam ediyordum. Güneşli bir havada yürüyorduk ve herkesin boynu büküktü, annemi de daha arkalarda görmüştüm ve yürürken zorlanıyor gibiydi. Aklıma dedem geldi yine ve dedemin tüm sevenleri onu uğurlamak için gelmişlerdi sanki, soğuk ve hareketsiz bedenini toprağın altına bırakacaklardı ama bedeninin üstüne de tahta koyacaklardı, hani derler ya sözde ölü tekrardan canlanırmış da kalkmaya çalıştığında kafasını tahtaya çarpsın ve tamamen ölsün diye tahta koyulduğunu söylerler, madem öyle bir durum var neden o zaman sevdiklerinizi hemen defnetmek istiyorsunuz, bekleyin biraz daha ve belki o sevdiğiniz kişi hayata geri döner de kavuşursunuz kendisine ya da ölmesini istiyorsanız o zaman bırakın da toprak ile boğulup ölsün o kişi, bir diğer rivayette de ruh bedenden çıkınca kafasını tahtaya çarpsın ki öldüğünün farkına varabilsin derler buna ise yorum bile yapmak istemiyorum, tahta koymanın esas amacı ölünün bedenine toprak gelmesin diye üstüne tahta koyarlar ki beden hızlı bir şekilde kirlenmesin ve insanlar tarafından üstüne direkt bir şekilde de toprak atılmasın diyedir yani aslında bir şekilde gösterilen saygıdır. Bu şekilde cenaze hakkında konuşuyorum ama hem gerçekten dedemin vefat ettiğini bile bilmiyorum hem de bir rüyadayım. Kalabalık ile yürüyüşe devam ederken etrafıma bakınıyordum da hüzünlü bir ortam vardı gerçekten… …rüya değildi, benim için buradalardı. Şimdi her şeyi anlıyordum. Ben ölmüştüm! Öldürülmüştüm! Evet ölüyüm ben ve annem onun için ağladı, onun için babam bir ara bana bakamadı ve onun için bana sonradan şefkatli ve özlem dolu bir şekilde baktı. Özlem dolu bakarken acaba üstüme fazla yüklenmesini ve barışmak için elini öpmek istediğimde de elini öptürmediği gelmiş miydi aklına merak ediyorum. Bunların aslında pek de önemi yoktu şu an için. Hayatımda daha doğrusu 19 yıl süren kısacık hayatımda bir kere cenazeye gitmiştim ve o da benim kendi cenazemdi, herkes benim için toplanmıştı ama ben canlı kanlı olarak yoktum bu toplantıda. Aslında ben gelmek istemedim buraya, kim kendi cenazesine gelmek isterdi ki? Başroldesiniz, tüm ilgi ve alaka sizde, herkes sizin için orada toplanmış ama siz buraya gelmek istemediniz. Aslında gelen herkes de size bir şekilde veda etmek ve uğurlamak için geldiler, eminim ki onlar da sizi buraya getirmek istemezlerdi. Tanıdığınız veya tanımadığınız kişiler dört bir taraftaydı ve dediğim gibi vedalaşmaya gelmişlerdi. En kötüsü de sanırım sizi buraya bırakıp gidecek kişilerin başında sizin en yakınlarınızın bulunuyor olması, belki de o en yakınlarınız ya üstünüze ilk toprağı atacak ya da son toprağı atacak belki de ilk ve son atışları beraber yapacaklardı. Ağlayacaklar, üzülecekler ama yine de sizi toprağın altına bırakıp yani sizi toprağa gömüp sonra dönüp arkalarını gidecekler. Öldükten sonra belki de ölenin sevenleri dertlerini bir başkasına anlatırken bir bakışı yetmeyecek ve konuşmak zorunda da kalacaklardı, acaba en yakınlarımda bu durum olacak mı ki? Ölüm iyidir bizleri ölüm düşüncesinden kurtarır demişler ama görüyorum ki bu sefer de farklı farklı düşünceler oluyormuş. Anladım ki gerçekten de bir ölüyüm ben, son nefesimi vermiş kalp atışlarım ise çoktan durmuştu. Ben öldürüldüm ve katilimi bulmam lazım, çünkü biliyorum ki öldürüldüğüm yerde hiçbir iz bırakılmadı ve öldürülmek için başkaları tarafından da bilinen bir sebebim yok; ama tam olarak hatırlayamasam da basit bir sebepten öldürülmediğimi hatırlıyorum, onun için de katilimi bulmam lazım. Acaba katilim duran nabzımdan, çalışmayan ciğerlerimden emin olmak için üzerimdeki işini bitirdikten sonra bana biraz daha yaklaşıp kontrol etmiş miydi beni merak ediyorum, nedense o anı da hatırlamıyorum ama bazı şeyleri de çok merak ettiğinizi hissediyorum. Acaba katilimi mi daha çok merak ediyorsunuz yoksa benim öldükten sonra konuşmamı mı yoksa bulunduğum boyutta nelerin olduğunu mu? Öncelikle daha ne altından ırmaklar akan cennet ile ilgili bir şeyler gördüm ne de üzerinde 19 olan sekarı gördüm ne de cehennemi. Sekar nedir bilir misiniz? Sekar ne öldürür ne de bırakır, insanın derisini kavurur ve üzerinde 19 vardır, aslında daha uyanma vaktine çok olmasına rağmen bu iki durumu göremediğimi söylemek de benim şu anki kafamın karışıklığı olsa gerek ve yapmam gerekenleri faaliyete de geçirmem gerek, ama ne ve nasıl yapacağımı da hiç bilmiyorum. Ölümden bu zamana kadar çok korkuyordum tabii ki nasıl korkmayabilirim ki? Düşünsenize anne karnındaki bir bebeğe şöyle bir söz söylesek: dışarıda aydınlık, ışıklı güzel bir dünya var, tepeleri karlarla kaplı yüksek dağları var, dalgalanan büyük denizleri var, üzerinde açmış çiçekleri barından güzel bahçeleri var, yıldızlarla dolu bir gökyüzü ve onlara eşlik eden de bir ay var, bizleri ısıtan alevli bir güneşi var, ve sen bebek bu güzelliklerle yüzleşmek, onları görmek yerine her yeri karanlık olan bir yerde oturuyorsun. Doğmamış çocuk tabii ki bunların hiçbirine inanmayacaktır çünkü bu saydıklarımın hiçbirini bilmiyordur aynı bizlerin de ölümü gerçek manasında bilmediği gibi, ne ile karşılaşacağımızı bilmediğimiz gibi, onun için korkuyordum ölümden ve eminim ki herkes de bunun için korkuyordur ölümden; çünkü ne ile karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Ölüm her şeyin sonudur diye düşünüyordum ama anladım ki ölüm aynı tırtılın ölümünün kelebeğin yaşamının başlangıcı olduğu gibi benim de yeni bir başlangıcım demekmiş, zaman ve mekân değişimi demekmiş ama benim ölümüm ani bir ölümdü işte. Nazım Hikmet’in sözleri geldi aklıma, bana ne kadar da uyuyorlar, ani ölüm, korkunç bir ihanete uğrayıştır. Sırtından hançerlenmek gibi bir şeydir belki de hançerlendim belki de vuruldum bilmiyorum ama ben ölmekte olduğumu bilmeliydim, bilmek isterdim. O zaman tüm hayatım olan o kısacık 19 yıl boyunca tüm yapamadıklarımı söylemek, istediklerimi yapmak, söylemek isterdim, belki de aşka herkesin duyacağı şekilde aşk demek isterdim. O zaman belki her şey değişir bambaşka biri olurdum. Çok önemlidir bu. Sizlere bunları anlatıyorum ama keşke sizler de sırası gelince benimle konuşsanız ve katilimi bulsanız.
Bu yorum görüntülenemiyor
Yasin YALÇIN okurunun profil resmi
Bu kadar rahat ve bu kadar ukala olmasına bakılırsa Obi gerçekten de pek çok şeyler bilen bir çocuk olmalıydı. Büyümüş de küçülmüş derler ya, o hesap. Bu kadar rahat olmasında muhtemelen benimle daha önceden tanışmış olmasının da etkisi vardı. Sahi biz niye kavga etmiştik ve o benden niye ayrılmıştı? Bunu Obi’ye sormamaya karar verdim. Zira onun da ne yapmaya çalıştığını tam olarak çözebilmiş değildim. Onun kurtuluşu nasıl benim katilimin bulunmasına bağlı olabilirdi ki? Az önce yürüyerek gelip yanıma oturan Obi Beyazıt kütüphanesine gidebilmek için havalandı, uçabiliyordu. Beni tedirgin etmemek için yürüyerek gelmiş olmalıydı yanıma. Onu takip etmek isteyince ben de havalandım. Bunu nasıl yapabildiğime dair hiçbir fikrim yoktu. Tıpkı hayattayken nasıl yürüdüğüme ya da nasıl nefes aldığıma dair bir fikrimin olmadığı gibi. Ölünce fark ettim de aslında biraz spontane yaşıyorduk. Yani rastgele, bilmeden, tesadüfen, paldır küldür… Her şeyin kıymetini kaybettiğimizde anladığımız gibi hayatın kıymetini de ancak ölünce anlıyorduk. Çocukluğumda en çok istediğim şeyi yapıyorum. Evet, uçuyorum. Hem de hiç kimse görmeden, hiçbir radara yakalanmadan, hayalet uçaklar gibi uçuyorum. Fakat şu anda içinde bulunduğum, bedenimden bağımsız, dandik filmlerde görünen sıvı-gaz karışımı bir maddeyle çevriliymiş gibi duran ruh çemberinin içinde bir mengeneyle sürekli sıkıştırılıyormuş gibi hissediyorum. Şöyle düşünün, biri sizi sürekli dövüyor. Bedeninizdeyken bu iş kolay, bir süre sonra bayılır gidersiniz ya da en kötüsü ölürsünüz. Ama zaten ölüyken ne yaparsanız yapın kâr etmez. Bilmiş bilmiş konuşmaya başladım yine. Hemen de tecrübeli ölüler tayfasına katılmıştım. Belki Obi uğraşsa beni dövebilirdi? Bunu nereden bilebilirdim ki? Henüz ölülükte o kadar tecrübe kazanmamıştım. Obi hareketlenince onu takip ettim. Fazla yükselmeden mezarlık duvarını aştık. Bir yolun iki ayrı tarafında duran Alevi-Sünni mezarlığını ayıran yola çıktık. Karşı taraftaki cem evinden de bir kalabalık çıkıyordu şimdi. Anlam veremediğim şekilde dirilerini de ölülerini de ayırıyordu bu insanlar. Toprağın üstünde çok farklı, çok değişik şekilde insanlar olabilirdik. Ama toprağın altında hepimiz ölüydük. Ölünce böyle şeylerin pek önemi kalmıyor. Özellikle henüz cennet ya da cehenneme dair herhangi bir şey göremediyseniz. Ben arafta kalmış ama Araf’a bile gidememiştim. Obi yüzyıllardır izlediği bu manzaralardan sıkılmışçasına istifini bozmadan ilerlemeye devam etti. Demek ki ruhlar da sıkılabiliyordu. Büyük bir hızla ilerlerken mezarlık duvarındaki yazılar dikkatimi çekti. Yaşarken hiç okumadığım şeyler şimdi dikkatimi çekiyordu. . Biri “Sprey bitt” yazmıştı. Sprey son harfe yetmemişti. Sonuncu t harfi de yarım bırakılmıştı. Yazık. Bir kızımız ilan-ı aşk etmişti mezarlık duvarında. “Seni seviyorum Kerem.” yazmıştı. Biri “CANIM KENDİM” yazmış, bu kadar acı çekmeme ve bu kadar umutsuz olmama rağmen kahkaha atmama sebep oldu. Yakışık almadı. “Kadrolu mutsuzlar”, “Öküz gibi yaşıyoruz”, “İstanbul için isyan vakti”. Birinin yazdığı epey manalı. “Sanki ölenle ölünse ölecektiniz.” Sarhoş biri “Sahroşum” yazmış. Biri sadece gülücük işareti kondurmuş. “İnş cnm”, “Sonun geldi”, “Yalnız değilsiniz”, “Ya ameliyatlı yerime gelseydi?”, “Aldırma Gönül”, “Üşengeçler Birleşelim Bir Ara”, “Çay varsa içeriz” “Bağzı kızlar çok güzel.” “Aydın Abi suçsuzdur, unutma.” Biri “Azıcık düşünün gençler.” yazmış, altına da biri cevap olarak “Tamam Abi.” yazmıştı. Bazı politik mesajlar. Bilmem hangi örgütlerin kısaltmaları… Sıklıkla acı çekildiğini belli eden ifadeler… Şiirsel, dolu dolu sözler ve daha niceleri. Tuhaf değil mi? Mezarlığın içinden geçip mezarlara bakarsanız ölümü düşünür, mezar taşlarında ölümü okurdunuz. Ama mezarlık duvarları hep hayatı anlatıyordu. Obi yükselince ben de yükseldim. Yükseldikçe manzara muhteşemleşti. Sonrasında Obi o kadar hızlandı ki manzara seyretmeye bile vakit bulamadım. Anadolu yakasından Avrupa yakasına geçtik. Üstelik benzin ya da vapur parası ödemeden. Ölü olmanın bile güzel tarafları vardı. Beynime doğru baskı yapan bu lanet işkence de olmasa sonsuza dek ölü kalabilirdim. Benim gibi faili bilinmeyen nice cinayet olmalıydı. Onlarla toplanır, nasıl öldürülmüş olabileceğimizi konuşur, hep beraber bir çay içerdik. Ölüler çay içebilir miydi? İyice saçmalamaya başladım. Boğazı da aşarak Beyazıt’a doğru indik. Obi 447 yıl 8 aydır bu şehirde uçmanın getirdiği alışkanlıkla trafiğe takılmadan doğrudan Beyazıt kütüphanesine getirdi beni. İçeri girip elimizi kolumuzu sallayarak dolaştık ortalıkta. Katalog tarama cihazının önünde kimsenin olmadığı bir zamanda Obi alelacele Takiyüddin’in eserinin hangi rafta bulunduğuna baktı. Teknolojiyi de öğrenmiş velet. Geri kalanı çocuk oyuncağıydı. Takiyüddin’in eseri normal okuyuculara açık olmayan kilitli bir bölmede duruyordu. Eh, biz de normal okuyucular sayılmazdık zaten. Eseri kimseye çaktırmadan aldık ve pencereden uçup gittik. Bir soygun yapacağımız için ilk başta telaşlanmıştım ama sonra bir rahatlama geldi bana. Ölüler çay içebilir mi bilmiyorum ama rahatlıkla soygun yapabilirlerdi. ************************************************************************************* “Bütün gün göğü gözlediğin yetmedi mi Takiyüddin Efendi?” Bu sesle irkildi ve yine gökyüzüne bakarken dalıp kaldığını anladı. Aklı tekrar yeryüzüne dönünce karşısında oturan sakalları ve bıyıkları kırlaşmış, dinç bedenli adama baktı. Sultanın çocukluğundan beri yanında bulunan Saadettin Efendi, nam-ı diğer Hoca Saadettin evine misafir olarak gelmişti. Akşamın bu vaktinde gelişinin mutlak bir sebebi olmalıydı. Görmüş, geçirmiş kişilere özgü bilgeliğiyle Saadettin Efendi hemen konuya girmemiş, önce soğuk bir şıra istemişti ev sahibinden. Şırası geldiğinde de konuya giriş yapmıştı. Sultan Murad bin Selim Han Hazretleri bu öğlen İstanbul semalarında görülen ve ortalığı kızıl bir renge bürüyen kuyruklu yıldızın ne anlama geldiğini öğrenmek için bir kehanette bulunmasını istemişti. Rasathanenin kurulmasında çok büyük payı olan Saadettin Efendi’yi de haberci olarak yollamıştı kendisine. Zira halk denen o büyük iradeyi yansıtan kalabalık, gökyüzünde beliren bu ateş parçasından korkmuş, başına çok kötü şeyler geleceğine inanmaya başlamıştı. “Artık emri ferman yüce padişahımızındır.” dedi Saadettin Efendi. “Ferman padişahınsa gökyüzü de bizimdir.” dedi Takiyüddin. Bir an için ileri gittiğini düşündü ama tecrübeli Hoca hiç renk vermedi. Gergin bir sessizlik oldu. Takiyüddin devam etti. “Üzerimizden geçtiği vakit boyunca kuyruklu yıldızı inceledim. Sonra bütün gün çalıştım rasathanede. Yıldız haritalarını ve gezegenlerin hareketlerini inceledim. Dönerken Şeyhülislam Ahmet Efendi’nin adamlarıyla takıştım. Göğü gözleyip Allah’ın yarattıklarını sorgulama cesaretini gösterdiğim için benim dinden çıkmak üzere olduğumu söylediler. Zaten rasathanede ne işler çevirdiğim de belli değilmiş.” Şeyhülislam’ın adamları bütün gün ibadetleriyle meşgul olan adamlardı. Kötü insanlar değillerdi belki ama kendisini ve yapmaya çalıştığı işleri anlamıyorlardı işte. Çok fazla kişiden oluşmayan bu grup kendilerine “Allah’ın has kulları” demişlerdi ilkin. Sonra halk bu ismi kısaltarak onlara sadece “Haskullar” demeye başladı. “Sen onlara bakma.” dedi Saadettin Efendi, her zamanki şeyleri söylüyor olmanın verdiği bıkkınlıkla. “Onlara bakarsan göğe bakamazsın. Zamanında Gutenberg’in icadını da şeytan icadı diye sokmamışlardı Devlet-i Aliyye’ye. Sen sultanımıza ne cevap vereceğimi de hele.” Takiyüddin gülümsedi. “Sultanımıza kuyruklu yıldızın hayırlı haberleri müjdelediğini söyle. Bu sene tarlalar en verimli yıllarını yaşayacaklar, Devlet-i Aliyye refah içinde yaşayacak.” Cevaptan memnun kalan Hoca Saadettin bunları duyduktan sonra kalktı ve adını Tacü’t Tevarih(Hoca Tarihi) koymayı düşündüğü eserine kaldığı yerden devam etmek üzere evine gitti. Takiyüddin yalnız kalınca rahatladı. Diğer insanlarla bir arada olmayı sevmezdi. Daha doğrusu insanları genel olarak sevmezdi. Takiyüddin’e göre Allah’ın yarattığı en zeki ama en kusurlu yaratıklardı insanlar. Yıldızlar öyle değildi mesela, ya da gezegenler. Belli bir doğaları vardı, belli yörüngelerde dönerlerdi ya da yanıp insanlara geceleyin ışık olurlardı. Oysa insanoğlu hiçbir işe yaramazdı. Takiyüddin bir an için gereksiz kibre kapıldığını, hemen ardından da bunda ne kadar haklı olduğunu düşündü. Başka hiçbir şey bilmezlerdi. Namaz vakitleri tam olarak hangi zamana denk geliyordu? Yeni yapılan camideki kıblenin tayini doğru muydu? Savaş çıkacak mıydı? Gelecek hayırlı mıydı, değil miydi? Söylese ne fark ederdi ki? Gelecek öyle ya da böyle gelecekti zaten. Kim bilir, belki de bir gün geleceği değiştirmenin bir yolunu bulabilirdi. Anlaşılamamış diğer bütün bilim insanları gibi dünyadaki en yalnız insan olduğunu hissetti Takiyüddin. Gece saat geç olmasına rağmen yatağına değil evinin bir odasını bu iş için ayırdığı kütüphanesine gitti. Notlar aldığı kahverengi ciltli defterini açtı. Çocukluğundan beri kendisinde bir takıntı haline geldiği için sayfaları tek tek numaralandırmıştı. On dokuzuncu sayfaya geldiğini gördü. Tam da 19 sayısını anlamdırmak isterken bu sayfada kalmasının da bir tesadüf olamayacağına karar verdi. 19 sayısının bazı şeylerin anahtarı olduğunu düşünüyordu Takiyüddin. Neden Kur’an’da geçiyordu mesela? O kadar sayı varken neden 19? Sadece içeriğinde değil, 19 sayısının Kur’an’ın pek çok yeriyle bir şekilde bir ilişkisi vardı. Kur’an’da 114 sure vardı(19x6). Besmele Kur’an’da 114 defa geçiyordu(19x6). İlk vahiy olarak kabul edilen 96. surenin ilk beş ayeti, toplam 19 kelime, 19 kelimelik ilk vahiy 76 (19 x 4) harfti. İlk vahyi barındıran Alak suresi toplam 19 ayetti ve Alak suresi sondan 19. sureydi. Son vahiy olarak kabul edilen Nasr suresi 19 kelime ve ilk ayet 19 harften oluşmaktaydı. Belki de daha fark etmedikleri pek çok ilişki vardı Kur’an’la 19 sayısı arasında. Gece boyu yarın ne yapacağını planladı. Kuyruklu yıldızın izlediği rotayı tespit etmişti. Onun geçtiği yollardan geçerek ancak arayanların görebileceği efsanevi yıldız tozunu bulmaya çalışacaktı. Bulduğunda da bu diyardan başka zamanlara göçüp gitmek için eline büyük bir fırsat geçecekti. Takiyüddin biliyordu ki gelecek çok daha ilerici fikirlere gebeydi. Tekrar 19 sayısını düşündü. İleride yine bu sayıyla ilişkilendirilecek ünlü bir devlet adamı olduğunu bilmiyordu.
NigRa okurunun profil resmi
Tam bazı şeyleri anladığımı düşündüğümde, anlayamadığım anlamlandıramadığım daha fazla soru doğuyor kafamda. Tüm bu “19” olayıyla benim ne ilgim olabilir? Basit bir hayat süren, sıradan bir gençtim hep. Bırak öldürülmemin önemli bir bilim adamının buluşuyla alakalı olmasını, öldürülmek istenecek kadar önemli bir insan bile değildim. Zaten bir insanın hayata yeni atılmaya başlayacağı “19” yaşımda daha öldürüldüm. Yine de öldürülmemin önemli bir sebebi olduğu hissiyatından kurtulamıyorum, tüm anılarım berrakken, ölüm sebebimi neden hatırlayamıyorum? En büyük merakı tarihi olaylar, tarihi kişilikler olan ben 19 yıllık bir tarih oldum şimdi. 19 yaşımda öldürülmem de rastlandı değil mi, yoksa ben şizofren mi oldum. Kendimi “Akıl Oyunları” filminin başkarakteri gibi hissediyorum. Ölüler de psikolojik rahatsızlığa kapılabilirler mi acaba ya da öldükten sonra insanın karakteri, huyu suyu değişir mi? Bu soruların cevabına hala yabancıyım, şunun şurasında taze bir ölüyüm. Ama zaten Casper’a dönüşmüş halimin sebebini anlamlandıramazken bir de başıma Obi çıktı. Tüm bu bilinmezliklere, sırlara karşı öfke duyuyorum o halde hala hissedebiliyorum. Ne enteresan… Tüm o hormonlar, karmaşık biyolojik sistemler… Bilim insanları şu halimi bilebilseler tüm bilim dünyasını sarsardım. Bugüne dek kanıtlanmış tüm teoriler, tüm keşifler benim durumumda bir hiçten öteye gidemiyor. Ölüm duygularımızı değiştirmiyor, acemiliğime rağmen buna eminim. Öldüğümü fark ettikten sonra sık sık ertelediklerimi düşünüyorum, yarım kalanları… Ölüm sonsuzluğun başlangıcıysa sonsuza kadar pişmanlık duymak mı benim cehennemim. Belki sürekli bahsedilen ateş budur, sonsuz acı ve pişmanlık… Öldüğünüzde, yaşarken hissettiğiniz duyguları üçle çarpılmış şiddette yaşıyorsunuz. Benim azabım da Obi gibi yüzyıllar boyunca dünyada bir ruh halinde sıkışıp kalıp, sevdiklerimin yaşantısını izlemek, acılarına mutluluklarına tanık olup dahil olamamak mı? Ailemin bensiz yemek sofralarına, Zeynep'in başka birisini sevip mutlu olmasına katlanmak mı?? Ben ve Obi’den başkaları da var mı bu şekilde? Varsa neredeler? Yoksa neden sadece ikimiziz? Birbirimizle bağlantımız ne? Sorular,sorular,sorular… Ölmenin en kötü tarafı ne biliyor musunuz? Yalnızlık çekmek. Sürekli kendimle konuşuyorum ve cevabını bilmediğim sorulara çözümü kendi çorak zihnimde arıyorum. Yaşarken bazı şeyleri çözmek daha kolaydı en azından aklımdaki soruları tartışacak bir ailem, arkadaşlarım ve Zeynep vardı. Şimdi de Obi var ama ona güvenmiyorum. Bu ölememe durumum yarım kalmış bir işim olduğunu gösteriyor sanırım bu yönden ele aldığımda Obi doğru söylüyor. Bu sonuca nereden vardım derseniz geçen yaz tatilinde izlediğim “Ghost Whisperer” dizisinden tabikiii! Bir yerlerde yerli bir Melinda Gordon var mıdır acaba bana yardım edebilecek? Varsa da kesin cin falan çıkarttığını iddia edip kolay yoldan köşeyi dönüyordur şuanda. Eh n’apalım Melinda Gordon yoksa iş başa düştü o zaman. Daha fazla beklemenin anlamı yok.Sonsuz zamana sahibim evet ama belirsizlik,bilinmezlik beni öfkeli ve melankolik bir ruh yapıyor.Kafam çılgın milyoncu gibi!! Bir yandan ölmüş olduğum gerçeği diğer yandan bir ölü olarak akıbetimin ne olacağı... Kitabın üzerindeki 19’un üzerinden elime bulaşmış olan gümüş toza gözüm gidiyor yine ve yazının üzerine dökülmüş gümüş tozun kapaktaki harfleri ışıldattığı gibi zihnimdeki düşüncelerin de yaldızlı tozlar gibi ışıldadığını hissediyorum. Obi’ye dönüp: --Obi ilk karşılaşmamızda bana 1570 yılında öldürüldüğünü söylemiştin? - Eee nolmuş? -- Öncelikle yaşarken adın Obi değildi değil mi? Bu ismi kendine bir zaman sonra sen taktın? -Olabilir. Diye ağzında geveliyor. --Görünüşüne bakarak da zenci olduğunu düşünüyorum, doğru muyum? -İnsanlar ölüyken bile ırkçı! Diyor ve abartılı bir şekilde gözlerini deviriyor. --Ölüm sebebin çeneni hiç kapalı tutamaman olmasın Obi? Bana bozulduğunu fark ediyorum, ama şuanda önemseyecek ruh halinde! değilim. --Obi bana bazı cevaplar vermezsen sanırım yine yollarımızı ayırmamız gerekecek. -Peki, sor bakalım. (Ha şöyle yola gel!) -- Tüm bu Takiyüddin bin Marüf’ün önemli eseriyle ilgili araştırmalarımız esnasında bir şey fark ettim. Şimdi Obi tüm dikkatini bana vermiş arkasından ne geleceğini merak ettiği belli olan bir yüz ifadesiyle beni izliyor. -Söyleyiş tarzından önemli bir buluşmuş gibi geliyor? -- Obiii… diyorum susup zihnimde kelimeleri toparlamak için duraksıyorum. Obi’nin bir anlamı “zenci büyüsü”, bir de Japonya'da da doğmak yeniden dünyaya gelmek demekmiş. Kütüphanede sen kitabı almakla meşgulken ben de 19’un gizemiyle ilgili biraz kafa bulmak istedim ve sırf senin 447 yıl 8 aydır sıkıldığın için kendine bir eğlence arayışında olduğunu düşündüğüm, tüm bu saçmalıklarla da boşuna uğraştığımızı kendime ispat etmek için gidip 19.raftaki 19.kitabı raftan aldım. Hatta bununla da yetinmeyip 19.sayfanın 19.kelimesini buldum. -Bu konuşma ilginç bir hal almaya başladı. --Tabi o anda pek bilinçli değildim. Hatırlarsan daha yeni ölmüştüm. Karşıma çıkan kelime neydi dersin? -??? --Obi! Obi ne cevap vereceğini bilemez gibi ağzını açıp kapatınca, ben de aklımdakileri unutmamak için devam ediyorum. --Senin bu ismi özellikle seçtiğini düşünüyorum, hatta tüm bu Takiyüddin’in eserine de kitaplardan ulaştığını zannetmiyorum. Tekrar duraksadım. Zaten ölü olmasam, heyecandan ölebilirdim. -- Senin ölüm tarihin, yani 1570, Takiyüddin’in Istanbul’a üçüncü yani son kez gelişiyle aynı tarih. Yüzünde hafiften bir hayret ifadesi belirip hemen yerini gülümsemeye bırakıyor. --Takiyüddin’in gelişinden bir yıl sonra yani 1571'de müneccimbaşı Mustafa Çelebi ölüyor ve bil bakalım yerine kim göreve geliyor?? Takiyüddin’in gözünün yükseklerde olduğu biliniyor. Müneccimbaşının kendisi İstanbul’a geldikten sonraki 1 yıl içinde ölmesi ve görevin kendisine geçmesi çok fazla tesadüf gibi geliyor kulağa. Devam edeyim. Takiyüddin’in eserine de kitaplardan ulaştığını zannetmiyorum çünkü zaten 19’a olan takıntısından haberdardın. O dönemlerde birisinin, belki bir ahbap ya da zenci bir köle, hodoo büyüsüyle Obi’nin bedeniyle ruh değiştirme büyüsü yaptığını düşünüyorum. O da nerden çıktı deme, bu daha sonrasının konusu.Bu düşünceye nereden vardığımı daha sonra açıklayacağım. Hoca Sadettin Efendi Takiyüddin’i destekliyordu zaten.Takiyüddin’in müneccimbaşını öldüreceğinden veya öldürteceğinden kendini garantiye almak istedin ve büyüyü yaptınız. Bunun sebebinin ise keşfettiğin belki de Takiyüddin ile de paylaştığın bir şey olduğu kanaatindeyim. Yıldız tozuyla ilgilidir belki. Böylece sen Obi'nin bedeninde kalacaktın ve gerçekten öldürülse bile ölen sen görünümündeki Obi olacaktı. Ama muhtemelen kendisine daha iyi bir teklif sunulan köle bu gizli bilgiyi ağzından kaçırıverdi. Böylece tüm planlar boşa gitmiş oldu ve 1570 yılında bu bedenle ölüp 447 yıl boyunca dünyada sıkışıp kaldın.447 yıldır da bu el yazmasını arıyor olmalısın. İşte kütüphaneden çaldığımız bu kitap sayesinde de geri dönüp yarım kalan keşfini tamamlamak istediğini düşünüyorum. Çözemediğim kısım ise tüm bunlarla benim ne gibi bir bağlantım olabileceği. Senin kurtulman nasıl benim cinayetimin aydınlatılmasına bağlı bunu da çözemiyorum. Ama 3 ay öncesinde kapıyı kullandığında amacının 1570'e dönmek olduğunu ve az önce aydınlatamadığımız sebepten kendini benim cenazemde bulduğunu biliyorum Mustafa Çelebi efendi.
Fulya okurunun profil resmi
Kafamda tüm bu deli sorular ışık hızıyla oradan oraya uçuşurken Zeynep bir yıldırım gibi düşüyor beynime. Peki şimdi o ne yapıyor? Neden cenazeye gelenler, ailemi ziyaret edenler arasında Zeynep yoktu? Ahhh Zeynep… İlk göz ağrım, çocukluk aşkım kim bilir ne haldedir. Zeynep ile tanışmamız ilkokul yıllarına dayanır. İlkokulda aynı sınıftaydık. Zaten evleri de bizim mahallenin sonundadır. İlk ve ortaokulu Zeynep ile birlikte okuduk. Lise döneminde Zeynep’e ancak açılabilmiştim. Fakat artık farklı liselerde okuyorduk. Bazen ders çıkışlarında buluşup Halk Kütüphanesine gider, bazen de iki mahalle ötemizdeki Üniversiteli ve liseli öğrencilerin takıldığı Bizim Kitap Kafeye takılırdık. Birbirimizi öyle masumane ve çok seviyorduk ki. Ancak Zeynep’in ağabeyi Tarık ilişkimizi biliyor ve benden hiç hoşlanmıyordu. Tarık bizden beş yaş büyüktü ve mahallenin serserilerinden Okan ve Barış ile kankaydılar. Bu üçlü sürekli birlikte gezerlerdi. Tarık sanayide, Barış ile Okan ise bir tekstil fabrikasında çalışıyorlardı. Zaman zaman bu üçlünün hırpalama ve hakaretlerine maruz kalmıyor değildim hani. Ancak her şeye rağmen Zeynep’ten vazgeçmiyor, onu bütün kalbimle sevmeye devam ediyordum. En büyük destekçim ise en yakın dostum Fatihti. Ölümümden Zeynep’in ağabeyi ve serseri arkadaşlarının parmağı olabilir miydi? Hergeleler beni öldüreceklerine dair az tehdit etmemişlerdi hani. Yine de bu kadar gözleri dönmüş, bu kadar cani olabilirler miydi?
Ali Fuat okurunun profil resmi
Uyku. Bir gün uyumak zorunda kalmayı özleyeceğimi söyleseler güler geçerdim herhalde. Oysa şimdi küçük sokak lambalarıyla münevver sahilde oturmuş, kafamın içini kemiren onlarca soruyla İstanbul'un akşamı üzerine giymesini izliyor, sade, dertsiz, huzurlu bir uyku istiyordum sadece. Fakat ne gözümde uykudan eser vardı ne de yatağımda uyanabileceğim bir kabus ihtimali. Ölüm büyük bir uyku iken nasıl bu kadar hasret kalmıştım ki uykuya? Ne annemin kedere boğulmuş hali, ne babamın o vakur durma çabası altındaki yıkılmış görüntüsü, ne de kedim milyarın gözlerini bana dikip herzamanki gibi benden onu okşamamı istediği an gözümün önünden gitmiyor . Kafamın içindeki binbir düşünceyi biraz kenara itip köşede kitabı inceleyen Obi`nin yanına gidiyorum. Aslında bizim Obi herşeyi hemen anlıyor gibi. Kitabı okumak sanki umrunda değilmiş de daha çok gizli bir şey arıyormuş gibi kitabı elinde evirip çeviriyor , sayfaları ışığa tutuyor, en ilginci de bunları benim farkettiğim zamanlar kitap okumaya çalışır gibi yapıyor. Tüm bunlar zaten aklımda Obi ile ilgili yer edinen şüphelerin iyice sağlamlaşmasına neden oluyor. Beni mezarımda bulup kendine yardım edebileceğimi söyleyen Obi, sorduğum tüm soruları usta bir şekilde geçiştiren ve artık benden bir şeyler sakladığından emin olduğum Obi. Artık kendi yolumu bulmam gerektiğini hissediyorum. Tüm bu bilmecelerin ortasında kitabın kapağındaki "١٩" yazısına ilişiyor gözüm akşam hafifliğinde. Obi'den bakmak için istiyorum kitabı. İçindeki eski türkçe yazılarda anlamayacağımı bildiğinden biraz garip bir ifadeyle uzatıyor kitabı. Kitabın rasgele ortadan bir sayfasını açıp bir elimle de kapaktaki "١٩" kabartmasını yokluyorum Obi'ye belli etmeden. İşaret parmağımı kabartmaya sertçe sürttürüyorum. Şimdi anlıyorum Obi`nin aradığı şeyi. Küçük lambaların şavkı parmağımdaki gümüş renkteki tozu aydınlatıyor.
Kozmos okurunun profil resmi
Hangi kitabı okuduğumu unutturan bir kitaptı geçmiş Bu yüzdendi gelgitlerim, bu yüzdendi kafa karışıklığı Neydi geçmişimde kalan 19... Ah geçmiş! Ruhumu kemirme bu kadar bedenimi onca toprak yiyene teslim etmişken… Ölüm değil miydi oysa çare; Baştan beri bunu anlatmandın mı? Nedir bu yitirdiklerimi bana illüzyon gibi göstermen? Geçmişe selam yine, Ölümle yitirdiklerim bak şimdi ne kadar geride. Araf’ın bataklıklarında ben; Kutsalın Azrail’ini ararken Ellerimden 19 kanlı cinayetin izi; Yürürken dengede kalacak mıyım diye merak ettiğim o köprüye giderken; Bahariye caddesinde baş aşağı asılı cesetler korosu dinleyin: Kan kusun, bana acı enjekte edin; mezarımı yeşillendirin ki yılanlar daha çok gezsin. 19’u benimle gömün; Sizi ben öldürdüm. Sen, O, Siz ikiniz, hepiniz şahit olun Bir tacir gibi durup giden Obi, Mustafa, Kayhan, Niko… Hepsini ben öldürdüm. Sadece öldürüm. Tarihini hatırlayamadığım iki basamaklı bir gün dönümü. Hafızamı öldürerek başlıyorum, geleceğe. Bir mülteci için yağmur yağıyor ve o, önünde belirmeye başlayan dönüyü nasıl atlatacağını düşünüyor. Bedeninin de biriken tüm geçmiş kervan olup yola çıkıyor, inancı kucak açıyor bu kafileye ve o; küsmeyip bir anonim şarkı mırıldandığında son redifi tamamlayan küçük bir nefes oluyor. Nefesini alıp onu öldürüyorum. İçimdeki mülteciye veda edip vatanından uzakta bir yurtsuz oluyorum. Yağmur terkedilmiş Araf topraklarının kervansarayı iken tırnak arasında kalan barut izleri azda olsa temizlendiği için mutlu bir kız var kenarda, sürmesi akarken gözlerinden, el sallıyor, selam bırakıyor ve devam ediyor gök kubbeye sarılıp umut dolu düşünmeye. Bir hap onu kurtarır sanıyor, Bir duman onu kendine getirir diye umuyor. Bir küçük hayal enjekte ediyor damarlarına sonunda bana kavuşmayı tekrarlarken. Onu geride bırakıyor ve ölüyor. Ölüm ne kadar beyaz onun için. Yıldırımın Flaşı ile sahne değişiyor, Babam Mehmet elinde kuru kafa kükrüyor Ey! İstanbul, yıkansın tüm mabetlerin, körelsin tüm kısmetlerin... Yankılanıyor ses toprak kokuyor imparatoriçenin her mahallesinde. Konstantniyyeye ihanet ederek Fatih Sultan Mehmet’i öldürüyorum. Arkamda annemin Dayak senfonilerini yönetmek üzere babamı bırakıp onları da öldürüyorum. 19’da 6. Cesetlerin arasında ilerlerken; karşıda son kalem gözüküyor. Gençlik… Bir damla yürür kamuflaj üstünde eski bir çingene mahallesini geçerek zemine çarpıp tankları ıslatır, kompozit başlıklardan seker ve yeşil cümbüşlenir. Düşünceler yağmurda çiçek olur, uzayan çimler arasında yılanlar dolanır ve yağmur bereketi iyi ve kötüyü yine savaştırır. Gökyüzü kayıplara ağlar, mevsimin dönmesine onlarca genç yeşil yaprağın ölmesine, bize veda eden onlarca genç nesile. Gençliğimi kanlı sözlerle yıkıp öldürüyorlar. Fonda Mozart Reqiuem çalarken. Ve kalem askerlerin üstüne düşüp hepsini sonsuzluğa yolluyor. Şimdi önüm açık; şimşek hızla kahkaha atarken; Hünkar kükrerdi aniden yağmur çıplak bir ölüye düşüyor şimdi, sıratta devam ederken. Üstüne basıyorum obi’nin, uyanıyor gezintiye çıkıyor iskelet olup.Elinde bir fener. Yağmur kokusunda gezen bir gulyabani misali Acılarını tattır bana Obi, Diz kapaklarımın üzerinde kemireyim cesedini, şuan üzerindeki kurtçuklar gibi. Bulutların arasından Ay ışığı vurunca bana, karnımı cesetlerle doyurduğumdan dolayı daha da ölü hissediyorum. Işık rahatsız ediyor beni, elimin karanlığında ay tutuluyor onu çilesine bırakıp ölümünü izlerken, yaşamdan neden bu kadar koptuğu düşünüyorum. Bir kara kedi gördüğümü sandığımda irkiliyorum. Bir dua gibi cıyaklayıp cehennem kapısının yanına geliyor ve titrerken bıyıkları toprak kokusunu ölümü anlatıyor ona, bir çığlık atar koşup gider Kadıköy’e. Bahariye caddesinde asılan cesetleri görmeye. Acılarımla beraber oda bir ağaca asılıp, ölüyor. Tıpkı Werter gibi… Werteri soluyan ruhumu da orada öldürüyorum. Tüm bunlar olurken O uyuyamaz yağmur yağdığında her şimşek; ailesi ile çekindiği onca resmin flaşını hatırlatıyorken, uykusunda hafif titremeler ile dua ederken bulur kendini çok uzakta onun için ağlayanlara... ve ben onu öldürüyorum; evlilik hayallerimi, karım, eşim gelecek ölüyor. Elimde bir şey kalmıyor. Zaman hala yaşarken Dua sesi Bahariye'yi geçer Modaya ilerleyen ezana karışır aniden ozon uyanır. Ruhu fazla yük taşımış bir market poşeti gibi delik delik... Solurken nefesinin hırıltılı olması bu yüzden. Bu yüzden yağmur yağdığında kendini nezle hissetmesi, ozon'a göre yağmur onun nezle akıntısı, ezan ise ilaç saatinin geldiğini hatırlatan uyarı, küçük bir ağrı kesici alıyordur şimdi güneş doğmadan uykusuna geri dönecektir öncesinde daha fazla zehirlenmemek için dua etmeli. Kan kokusu ile ozon’u delip onu öldürüyorum. İnancımı öldürüyorum, mırıldanmıyorum beni kurtarmasını umacağım şeyleri, Korhan abinin adını da… Ölüyorlar. 19’da 15. Ozonun acısı hünkar kulağına gittiğinde, ölünün kuru kafasını bırakır yalnız adam, annemi dövmekten vazgeçer. Yağmur yağdığında İstanbul'un onu görmediğini düşünür bu yüzden yalnız kaldığında ağlayabilen melankolik bir adamdır o, belki son gürlemesinin camları titretmesinin nedeni Cem Sultan'ı düşünmesidir. Beyazıd olup; İçimde hissettiğim kardeşimi öldürülüp Cem ile vedalaşıyorum. Onu öldürdüğümde şehzade yağmur yağarken zindanda titrer ve bir mülteci olmasından dolayı hicap duyup derin bir nefes verir, sallanır bütün ağaçlar gulyabani insanlara görülmekten korkup kara pelerinine sarılıp kara bir kedi olur, çığlık atıp koşar Modaya. Şehzadenin nefesi mülteciye tanıdık gelir mırıldanır bir asker türküsü, türkü gök kubbede yankılanır, onlarca sahipsiz gizleme içinde beden yokken ıslanır. Yeni gün belirir atmosfer ‘de gece flaşlı son çekimini yapar. Ozon gülümse der yalnız adama, hünkar" İstanbul'dan uzak dur." diye bağırır bana ve camlar titrer bir kez daha. İstanbul’un mahallesinden yüceliğe adım atarken benim burçları asla kuşatılmayan şehrimi de öldürüyorum. 19’da 17. Geriye iki kişi kalıyor, 19 kişilik listemi tamamlamak için: Hafızam, içimdeki özgür mülteci, sevgilim, güçlü yanım Fatih Sultan Mehmet, Babam, Annem, gençlik kalem, asker gibi koruyucu düşlerim, Rüyalarım Obi, Umutlarım Ay, yalnızlığım kara kedi, acılarımı anlatan werter, gelecek hayallerim, delinmiş ozon, inancım, kardeşlik hissim Cem, yaşadığım şehir İstanbul… Aslında kendimi öldüren katil benim. Şimdi senin de ölmen lazım. Bana katıl… Acılarına son ver. İçindeki o senfoni öldüğünde, çalınmadığında aslında sende ölmüş olacaksın. Kendi 19’una bir bak, hala yaşadığını düşünüyor musun? Kimsin sen? Bir asker, O genç kız, Yatağında uyuyan anne, Kara bir kedi? Obi ? Sen de en az ben kadar ölü müsün?
Hatice okurunun profil resmi
- Şişştt Niko!!! Oğlum kendine gel!! Şişş !!Ayılıyor galiba..oğlum koş su getir..yok yok limonata getirin bol şekerli olsun..koş kooş.. Derinden gelen bu uğultulu sesle birlikte yavaş yavaş açılmaya başlayan gözlerimin üzerinde tonlarca yük vardı sanki. Başıma yığılan, yüzlerini seçemediğim puslu kalabalık arasından limonata! komutunu alan bi çocuk koşarak gitti.. Hafifçe doğrulmaya çalışıyordum. Başıma dolanmış mengene gibi sıkan bir yemeni ve ıslak yüzüme dağılmış saçlarım. Bi kaç kişi kollarıma girerek beni yattığım yerden doğrultup oturttu..Elimle yüzümü gözümü ovalarken yavaş yavaş gözlerimin pusu da aydınlanmaya başlamıştı. Kalabalığın arasından uzanan bir el uzunca bir bardak uzattı.. Şaşkın ve endişeli gözlerle bana bakan, bir yandan da yıkılmayım diye omuzlarımdan tutan Kayhan abi, yarısını yüzüme döktüğü suyun yarısını hala elinde tutan Zeynebim ve bir avuç şaşkın meraklı gencin bakışları arasında bir-iki yudum derken limonatayı yarıya kadar içtim.. - İyisin değil mi ?? Kafan nasıl? Açıldın dimi biraz ?? - Offf başım! Ne oldu bana böyle?? - Nolacak olum kapıdan geçerken eşiğe takılmanla havada üç beş parende atman bir oldu.. Elimi başıma götürdüm o mengeneyi çıkarmak için fakat bir el mani oldu..Gülüşen gençleri ‘’hadi bakalım tamam gençler açılın bişey yok’’ diye dağıtan Kayhan Abi yanıma oturdu.'' çıkarma çıkarma kanıyordu hafiften. az daha dursun bakarız birazdan'' dedi. Bende açılmıştım iyice. Elimdeki limonatayı bitirdim ve arkama yaslandım. O puslu gözler açıldıktan sonra karşımda ilk onu görmek rahatlatmıştı. Oldum olası severdim kendini. Şakacı,zeki, muzip lafları ile hem kendini sevdirir hem de rahat tavırlarıyla ben dahil birsürü genci oraya bağlardı.. Bizim Kafe.. Evet bizim kafemizdi orası..mahallede tek nefes aldığımız yer..Beyoğlu’nun arka sokaklarında birazı ahşaptan, tarihi bakımsız evler, birazı da taştan briketten gecekonduların çok olduğu arada kalmış ufak bir sığınak..şehrin gürültüsünden, amaçsız kalabalıklardan uzak, minyatür bahçesinde etrafı kokulu çiçeklerle, fesleğenlerle bezeli küçük bir kitap-kafe. Kayhan Abi ise hepimizin kahramanı kurtarıcısı gibi biri. 7 yıl önce aile yadigarı bu ahşap evi onararak burayı açmasa ki nerdeyse açamayacaktı! biz nereye sığınır nerde nefes alırdık bilmiyorum.. yada okur muyduk, kitapları sever miydik, kitaplar arasındaki o büyülü dünyaya gözlerimizi açar mıydık, bir hedefimiz olmadan amaçsız kalabalıklarda kaybolur muyduk ?? muamma.. Üç beş çakal tayfanın haricinde mahallenin geneli, gençlerin uğrak yeri bu şirin mekanda hala ufak tefek tadilat işleri bitmemişti. İlk günlerde nerdeyse her gün belediyeden zabıta ve mimarlar gelir, ellerinde paftalarla ‘’şurası şöyle olacak, burası böyle olacak, aslına uygun yapılacak, bu tuvalet yeri burası olmaz, baca şöyle, mutfak nişi böyle, yangına dayanıklı malzeme olacak vs vs. lerle Kayhan abiyi canından bezdirirlerdi.. Yılmadı..İnatla, mahallenin ‘'deli mi ne bu adam’' lafları, bizim çocukça şaşkın bakışlarımıza rağmen bu işi başardı.. Ben o zamanlar 12 yaşındaydım. Okuldan gelirken özellikle ordan geçerdim. Bu birkaç sokak fazla yürümem demekti ama o kadar merak ederdim ki o mücadeleyi, Kayhan abinin hırsla,inatla,gayretle çalışmasına kimi zaman dahil de olurdum. Bazen kalas ve tahtaları kenara ittirir, üç beş fayansı içeri taşır, bazen de işçilerin yarım bıraktıkları vernikleri zımparalama işinde elimde zımparayla Kayhan abinin yanına tünemiş bulurdum kendimi..Aramızdaki o bağ o dönemden başlamış ve artarak devam etmişti. Kayhan abi köklü bir aileden geliyordu. Çok kitap okur, aileden gelen asil tavrı İstanbul ile harmanlanıp babamın deyişiyle entel dantel bir havaya bürünürdü. İlk zamanlarda mahallenin alışamadığı ve babalarca biraz mesafe konulan adam, sonra sonra onların da ara ara uğradığı, birer fincan kahve içerek, arada ders çalışıyor mu diye bize göz atarak, Kayhan abiyle iki tavla atıp tatlı tatlı sohbet ettikleri sıcak bir mekana dönüşmüştü.. Genel anlamda tadilat ve tamirat bittikten sonra odalar değişik değişik dekore edilmişti. Odalardan odalara geçişte Osmanlı tarzı kemerler, sedirlerle çevrili cumbalar, duvarlarda eski fenerler, bakır siniler etrafında işlemeli tabureler, ahşap yerlerde otantik kilimler, giyotin pencerelerde dantelli perdeler, en önemlisi de duvar duvar kitaplar.. Bu adam neden burdaydı?Bu kitapların hepsi onun muydu? Başka işi mi yoktu da burayla uğraşıyordu? Derdi neydi? Bir o kadar kafadar hanımı ona hiç mi itiraz etmezdi? Çocukları neden yoktu? Ya da hiç kimseleri de mi yoktu? Bu tadilat kaça patlamıştı? Bu kahve neden buram buram kokardı, bu ay çöreği neden bu kadar lezzetliydi? Biz bu limonatayı neden evde böyle yapamıyorduk?? Hepsinin de bir cevabı vardı elbette..zamanla, büyüdükçe, kimi zaman tarihi değeri olan ufak bir eşyanın anısını dinlerken, kimi zaman eski bir kitabı okurken yada duvarlardaki dedelerin ninelerin siyah beyaz fotoğraflarına bakarken öğrendiğim acı tatlı hatıralar, yaşanmışlıklar.. Kayhan abi dekorasyonda hepsine bir yer bulmuştu..her yer buram buram ahşap ve yaşanmışlık kokuyordu. Bir de Nurbanu ablanın meşhur ay çöreği..kokusu bütün mahalleyi sarar okula giderken, ve okul çıkışı bir tane yemeden eve gitmezdim..gerçi önceleri o ay çörekleri sonra da mis kokulu kahve eşliğinde beni kendimden geçiren hayal alemlerine daldıran kitaplar beni oraya iyice bağlamıştı. Zuzeneb im, benim gökteki parlak yıldızım Zeynebimle de lisede orda sık sık görüşüyor olmamızın da yadsınamaz etkileri vardı tabii ki..abisinden gizli görüşmeler bizi zorlasa da bambaşka kapılar açmıştı bana.. muhabbet kapıları, aşk kapıları yani.. 12 yaşımdan beri Kayhan abiyle, daha doğrusu nüfusta aslının Kayı Han olduğunu öğrendiğim hayatıma yön veren o güzel insanla hemhal oluşumdan mıdır nedir bende de ona benzerlikler ergenlikten çıkışta ve lisede iyice belli olmuştu doğrusu.. Uzun, omzumu hafif geçen dalgalı saçlarımı bazen dağıtır bazen arkadan bağlar, yeni çıkan seyrek kumral sakallarımı kendi haline bırakır bu yüzden de babamla evde sık sık harp yapmayı göze alırdım. Beni şekle şemale sokmaya çalışan babamla bu yüzden aramız çoğu zaman açık olurdu. O varken çok da ortalıkta dolanmaz kedim Milyar ın da genelde yanımda olduğu odamda kulağımda kulaklık, hafif müzik eşliğinde bir elim kitabımda, bir elim Milyarın başını okşayarak kitap okurdum. Bahçeli iki katlı bir evimiz vardı. Beyoğlunun bu arka ara sokaklarında yıllardır oturuyorduk. Evimiz Kayhan abinin mekanı kadar tarihi değilse de ona yakın derecede idi. Hele bahçemizde bir kuyu vardı ki çocukluk kabusum!! Dolunay olduğu günlerde penceremden bakıp kaç kez ordan buhar vari sislerin çıktığını görmüştüm. Ne ablamı ne de annemi inandırabilmiştim buna. Yaptıkları tek şey etrafını muhafazaya aldırtmaktı, o da ben düşmeyim diye..Ben büyüdükçe de babam etrafındaki çınar ağacı altına sedirvari oturma yerleri yapmıştı. Yazları kahvaltı ve akşam yemeklerini orda yerdik. Milyar da çok severdi orayı. Püfür püfür yaz günlerinde bir numaralı uyuma mekanıydı o sedir. Onu daha yavruyken zenginler çöplüğünden bulduğumuzdan mıdır nedir rahatına pek düşkündü.. Çocukken en sevdiğim arkadaşım Fatihle zenginler çöplüğünden bişeyler bulmak en büyük zevkimizdi. Değişik incik boncuk, tas, tabak, çanak, şişe ve bilumum edevattan sonra bu yavru kedi, bulduğum en büyük hazineydi. Milyarım benim..şimdilerde iyice yaşlanan zengin kedim.. -Niko oğlum iyisin değil mi? Bak gidip geliyor gözkapakların yine. Gel bahçeye çıkalım biraz temiz hava alırsın ne dersin? Niko yani Nikola’nın kısası.. Tesla ya hayranlığımdan olacak Kayhan abinin bana taktığı isimdi. üniversitede tercihlerimde de beni mühendisliğe sevkedecek yegane itenek güç!! Babacan tavrıyla hala beni omuzlarımdan tutuyordu. Biraz yorgunluk hali vardı üzerimde ama açılmıştım. Sanki ruhum bedenimden çekilmiş havada üç beş tur atmış, cenaze törenime katılmış ve son anda beyaz ışığa doğru değil de Kayhan abinin sesine doğru koşmuştum.. Koluma girip ayağa kalkınca daha iyi hissettim kendimi, bacaklarıma kan gitti sanki. Ama parende attıktan sonra yere sert bir düşüş yapmış olmalıyım ki hem dizim hem de sedirin kenarına çarpan kafam epey zonkluyordu. Zuzenebim in oyalı yemeni fularını da çıkarıp yara bandı yapıştırdık. Benim parlak yıldızım ‘’ ben yavaştan gideyim çok geç kaldım eve, annem sabahtan beri arıyor. Bahçede oturamam senle biliyorsun. Eve gidince bana mesaj at tamam mı’’ diye sıkı sıkı tembihledikten sonra gitti. Koluma giren Kayhan abinin varlığının güvencesiyle yavaşça o eşikten birlikte geçtik. Bodrum katta, nerden söküldüğü belli olmayan bu işlemeli kapıyı ordan çıkartıp otantik havaya katkısı olsun diye buraya yeni yaptırmıştı anlaşılan benim entel dantel abim. Kafeye bir haftadır gelmemiş olmam da bana pahalıya patlıyordu nerdeyse. Bu işlemeli enteresan kapı ve tam ortasında "١٩" diye bir kabartma olan bir o kadar enteresan eşik, kendi dillerince ‘hoş geldin’ demişlerdi bana.. Bahçede biraz oturduktan sonra bende biraz topallayarak evin yolunu tuttum. Bahçe kapısından içeri girdim ve kendimi kuyunun yanındaki sedire attım. Kedim Milyar kendinden beklenmeyen bir çeviklikle hemen göğsüme zıpladı. Tam o sırada gıcırdayan bahçe kapısı tekrar açıldı ve o da ne???? - Obi???? - Mustafa efendim! - Mustafa mı??? - Evet Mustafa.. Şam dan geldik biz..Aslımız da Türk. - Şam’dan mı?? Türk mü?? - Evet. Kayhan abinin orda işe başladım ben. O çok iyi biri. Elindeki kitabı uzattı. Yarı arap şivesiyle Türkçeyi iyi konuştuğunun sebebini de bir çırpıda anlatıvermiştı. - Alt kattan aldığınız bu kitabı sıkı sıkı tutuyordunuz. Yere düşünce zor bıraktırdık elinizden. Kayhan abi de önemli bir kitaptır belki diyip benimle evinize göndertti.
BLACK JACK okurunun profil resmi
Gözlerim kapalı bir vaziyette yağmurun o müthiş huzur veren sesini dinliyordum. Kâinat ayaklarımın altında, ben yıldızlara doğru uçarken solumdan geçen Jupiter’i son anda fark etmiştim. Ne kadar hızlı gittiğimi tahmin bile edemezsiniz, ışık hızı bile solda sıfır kalır. Şuan Jupiter’in halkalarını bile görüyorum. O devasa ve derin halkalar rengarenk. Belki milyonlarca renk var üzerinde. Bu arada Obi ah Obi ve diğeri… Birazdan size başıma neler geldiğini anlatacağım. Bu durumda olmak, yani ölmüş olmanın dayanılmaz hafifliği yaşarken, o lanet olası Obi’nin ortağı Scala’dan kurtulmak için her türlü yolu denedim. Meğerse benim düşünce ağıma girip, hangi gezegende olduğumu tahmin eden bu aşağılık yaratığı, en son Green Planet’te elime geçirmiştim. Geçirmiştim diyorum çünkü kaçıp gitti. Ruh olduğundan bile emin değilim. Onun düşünce ağıma nasıl girdiğini; gittiğim her yerde, karşıma çıkmasıyla anladım. Green Planet’e geldiğimde her yer yemyeşildi ve neon ışıklar gibi parlayan ışıklar vardı. Bastığınız her yer yeşilin milyar tonuna bürünüyor. Ayağımı bastığım yer, şekil ve renk olarak değişiyor. Ben neler oluyor derken etrafımdaki ağaçların şekillerinin ve renklerinin de sürekli değiştiğini gördüm. Dünyadayken başka yerlerde hayat olduğunu tahmin ediyordum. Belki burada yaşayan birileri vardır ama ben göremiyorum. Uzaktan göründüğü gibi mat bir rengi falan yok. İçine girince bir renk cümbüşü karşılıyor sizi. Milyar kedinin buradan geldiğine inanmaya başladım. Green’de Scala’yı bir kayanın arkasında gördüğümde; “Hey sen, buraya nasıl geldin dediğimde” “Sen getirdin” dedi. Böyle şifreli konuşan bir varlık Scala. “Ben niye getireyim?” dediğimde aniden ortadan kayboldu. Peşine verdim ama ne yöne doğru gittiğini kestiremediğim için çabalarım sonuçsuz kaldı. Obi’ye gelince bu garip ruh beni devasa geçitlere götürmüş bu geçitleri kullanarak geçmişe giderek katilimi bulmamın mümkün olduğundan falan bahsetmişti. Ben bu saçmalığa çok fazla inanmak istememiştim. Şüphelerimde haklıymışım. Götürdüğü geçitler tuzaktan başka bir şey değilmiş. Altıncı hissim sağ olsun. İçeri girmemle bir şeylerin beni içeri çektiğini ve anormal bir biçimde ruhumun sıkıldığını hissetmemle, geçitten kendimi dışarı atmam bir oldu. O günden sonra ne Obi’yi ne de Scala’yı bir daha göremedim. Bu zamanda kimseye güven olmuyor gerçekten. Şuan ruhlar âleminde istediğim yere gidebiliyorum. Fakat dön dolaş aynı şeyler farklı bir şey yok. Hep gezegen ve yıldızlar bunlardan bir nane olmaz. Sıkıntıdan ölmek üzereyim. Böylelikle koca Evren’de ne kadar yalnız olduğumu anladım. Bu kadar yıldızın ve gezegenin içinde bu durum hiç çekilmiyor desem yeridir. Ta ki, onu görene kadar. Kosoptic yıldızının önünden geçerken koluma bir şeyin çarptığını hissetmiştim. Aniden irkildim ve telaşla dönüp arkama baktığımda upuzun saçları olan sarışın bir kadının başka bir yıldıza doğru hızla uçtuğunu gördüm. Bu kadar sıkıcı bir yalnızlığın içinde onu yakalamak için resmen tabanları yağlamış gibi peşinden gittim. Tahmin edebileceğiniz gibi arkasından bağırmam çok fayda etmedi. En son bütün gücümle bağırdığımda tüm Evren’in yankılandığını hissettim. Sanki yüce yaratıcı bana yardım etmişti. Sesi duyunca, dönerek şüpheli gözlere beni süzmeye başladı. “Sende kimsin?” dedi. Ben ölü bir ruhum. “Peki, sen kimsin?” dedim. Tedirginliğim kesinlikle yüzümden okunuyordu. Kadının gözleri resmen ışıl ışıldı. Şimdi buna takmıştım. Benim gözlerim niye ışıl ışıl değildi? Bunu ilk fırsatta sormayı düşünüyordum. “Ben Kadif, peki senin bir ismin yok mu?” dedi. İsmimi bilmiyordum. O an bir isim uydursam fena olmazdı sanırım ama ağzımda bir şeyler gevelerken “Tamam, tamam sende ismini bilmiyorsun” dedi. “Peki, sen nereden biliyorsun” dedim. “Bende bilmiyordum. Bu ismi ben buldum” dedi. “Nasıl yani kendi ismini kendin mi koydun?” diyerek kocaman bir kahkaha attım. Uzay boşluğunda böyle bir şey yaşayacağımı kırk yıl düşünsem tahmin edemezdim sanırım. “Evet” dedi gülerek. Bir süre daha havadan sudan konuştuk. Sonra bana “Benimle gelmek ister misin?” deyince sevinçten neredeyse havada parende falan atacaktım. Hemen kabul ettim. Beraber uçmaya başladık ve “Gözlerin niye böyle parlıyor” dediğimde; “Geldiğim yere özel dedi” “Geldiğin yer?” dememle ağır bir kütleye çarpmamız bir oldu. Çarptığımız şeyin ne olduğunu söylesem ağzınız bir karış açık kalabilir. Kocaman bir köpeğin ta kendisi. Heykel gibi ortada öylece dikiliyordu. “Vay canına bu da nereden çıktı” dedim. Bunun canlı olmadığını bilmek içime serin sular serpti ama yine de çok fazla tırsmış olduğumu söylemenin bir sakıncası yoktur sanırım. İkimizde bir yana fırlamıştık ve aptal aptal heykele bakıyorduk. Sonra birbirimize baktık. Bu da neydi böyle dercesine gülmeye başladık. “Umarım bunlardan başka görmeyiz” deyip, yolumuza devam ettik. Kafamda oluşan korku o köpeğin orada ne aradığıydı. İleride bunların canlı olanını görmemeyi temenni ederek yıldızlar arası yolcuğun keyfini çıkarmak istiyordum. Bu arada ciddi anlamda dünyayı çok özlemiştim. Eski evimi ve ailemi onları hatırladım bir an. Zaten aklımdan hiç çıkmıyorlardı. Acaba onlar öldükten sonra bir daha hepsini bir arada görebilecek miydim? En önemli soru buydu benim için. İçim içime sığmıyordu ve belki bir yerlerde karşılaşabilirdik. Yıldızlara doğru tekrar uçmaya başladık. “Kadif, senin ismin ne olsun biliyor musun?” deyince durup meraklı gözlere onu süzdüm. “Demek bana bir isim buldun” dedim. “Evet, senin ismin…” demeden “Kadif aniden ortadan kayboldu” Deli gibi sağa sola baktım ama yoktu. Ve şimdi, oturup ağlamak istiyordum. Kâinat ve ben yine yalnızdık.
14 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.