"Hafıza-i beşer nisyan ile mâluldur." demişler. O zaman biz de bazı gerçekleri hatırlatalım.
"Amerika'nın 6. filosu İstanbul'a geldi. Onu telin edecekler. Amerika'yı telin için oraya giden sol. Bunların içinde olan delikanlılardan birisi Deniz Gezmiş. Allah rahmetini bol eylesin. Amerika'ya karşı çıktığı için idam sehpasında sallandırıldı. Aynı yere sağcılar gelip 6.Filoya dönüp tekbir alıp namaz kıldılar. Bu hareketi yapanlar sağcılar Müslüman, bunları kovmak için giden solcular kafir öyle mi?Ben reddediyorum bunu. Kabul etmiyorum. Yani biz Amerikan köpeği miyiz sevgili arkadaşlar? Bunu ben reddediyorum!"
BTP milletvekili Haydar Baş
Öncelikle şunu söyleyerek başlayım, ben solcu, komünist ya da sosyalist bir fikre sahip değilim. Bir siyasî fikre mensup olmamakla birlikte bu vatan için uğraşmış, çabalamış canını ortaya koymuş kim varsa onları saygıyla anarım ve nerede bir ezilen varsa o gün onun safına girerim.
Deniz ve arkadaşlarının verdiği mücadeleyi anlamak ve haklı-haksız yanlarını tahlillemek için SOSYALİST olmaya gerek yok. Zira aynı hassasiyeti Necdet Koçak, Dursun Önkuzu,Ahmet Kerse,Halil Esendağ, İsmet Şahin, Mustafa Pehlivanoğlu,Selçuk Duracık,Ali Bülent Orkan,Cengiz Baktemur,Cevdet Karakaş,Fikri Arıkan gibi ülkücü isimlerde de göstermek için ÜLKÜCÜ olmaya da gerek yok. İNSAN olsak yeter. Ölüme tarafına göre bakmasak yeter !
Eypio'nun Umudum Kalmadı şarkısında da dediği gibi:
Sağcı solcu değil önce insan ölür,
Bazısı, görmez ama demez ki ben körüm,
Önüm, sağım, solum, sobe,
Oyun değil ölüm, dönün yoldan görün,
Örün, kaderin ağlarını da görün,
Öncelikle şunu söyleyerek başlayım, Deniz Gezmiş ve 68 Kuşağı nefherleri bir şarkıcı,popçu, film artisti değil! Politik Aktivist !
Yani sivil asker! O yüzden bir insanın hayatını araştırırken, yaptıklarını anlamaya çalışırken onun kimliğine bakarak, onun penceresinden bakarak anlamaya çalışınız. "Asker,polis,hakim vurdu." "Banka soydu." "Üniversiteleri işgal etti." gibi söylemlerle karşıt fikir sunmak da bu bakımdan yetersiz kalır. Haktır, yaptıkları doğrudur demedim bakın argüman yetersiz dedim !!!
Deniz'e hayranlık duyup duymama noktasında ise kişinin kendi tercihine kalmış, benim şahsî fikrim birilerine hayranlıkla bakmak gerçekleri görmemize engel oluyorsa o hayranlık kötü, sevdiğimiz siyasetçinin yanlışlarını görüp objektif eleştiri yapabiliyorsak iyidir.
Bu sadece Deniz gibileri için değil, tüm herkes için geçerli bir durum. Hüseyin Nihal Atsız, hatta Atatürk bile eleştirilebilir. (saygı koşulları dahilinde)O zaman sevdiklerimizin daha çok hakkını vermiş oluruz. Onları daha iyi anlamış ve anlatmış oluruz.
Koluna Kemal Atatürk imzası yaptırmaktansa, Ulu Önderin kitaplarını okumak ve onu anlamak daha iyidir zannımca.
Sitedeki bir çok isim "Abim Deniz" ,"Darağacında Üç Fidan", "Gülünün Solduğu Akşam" türevi kitaplara methiyeler düzen incelemeler yaptı. Çoğunu okudum desem yalan olur. Çünkü hep aynı laflar, aynı klişeler. Hepsi Deniz Gezmiş'i övmek için yazılmış.
Hiçbir inceleme Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının verdiği mücadeleyi anlamak ve anlatmak adına değil!
Ve bizim esas anlamamız ve anlatmamız gereken ise 1968 hareketi.
Ve bu hareketi iki çapta incelemek gerek.
1 - Dünya genelinde
2 - Türkiye'ye olan etkisi
...
Dünya, 68 yılında hem çok renkli hem de çok stresli günlerini geçirmekteydi. Fakat bu patlama birden ve aniden olmadı tabi ki. Bu yıllara gelinirken bu ayaklanmayı tetikleyecek sebepler de yaşanmaktaydı. ABD Kuzey Kore ve Vietnam'a savaş açıyor, Büyük Güçler ve sermaye sınıfı dengeleri korumak için "Marshall ve Truman" teorik hesaplarına girişiyordu. Bir yandan da Fransız hükümeti halkına silah doğrultuyordu.Ülkenin dört bir yanından pek çok işçinin bir günlük eylemle tatmin olmadığı, yeni yeni grevlerin planlandığı, fabrikaların işgal edildiği haberleri geliyordu. Ayın 16’sında 50 fabrika işgal edilmiş, 17’sinde 200.000 işçi greve çıkmıştı. 18’inde, hareketin büyüklüğünü gören sendika liderleri, onu ücret artışları ve daha iyi çalışma koşulları için bir kampanyaya dönüştürerek kontrolleri altına almak üzere harekete geçtiler. Aynı günün akşamı grevci sayısı 2 milyonu bulmuştu ve beş gün içerisinde grevci sayısı 10 milyona yükselecekti. Fransa’da tüm hayat durma noktasına gelmişti, hükümetin ve temsil ettiği sınıfın egemenliği artık viraneye dönmüştü. Paris, genç işçilerin ve öğrencilerin protestoları ve barikatlarıyla geçen bir gece daha yaşadı. O gece yirmi altı yaşında bir adam el bombası şarapneliyle hayatını kaybetti; olayların başından beri yaşanan ilk ölümdü bu. Protestoların doruğunda, kalabalık Paris borsa binasını alt üst edip ateşe verdi. Kapitalizmin hızlı bir yükseliş temelinde güçlenişi, sömürge ve azgelişmiş ülkelerde kapitalist üretim ilişkilerinin giderek daha fazla kökleşmesini beraberinde getirdi. Bu da bir yandan emperyalizmin buraları sömürge statüsünde tutmaksızın da iktisadi açıdan bağımlılaştırmasını mümkün kıldı; diğer yandan da ulusalcı bilinci etkili bir biçimde tetikledi. Dünya hâkimiyetine soyunan ABD ve Batı merkezli devletlerin kendi topraklarında da işler istendiği ölçüde iyi gitmiyordu kuşkusuz. Yaşanan tükenmek bilmez savaşların acı faturası hem ekonomik, hem de insan gücü açısından alt sınıfa mensup insanlara yükleniyordu. Endüstriyel üretim alnında gerçekleşen hızlı gelişimin neticesinde kentleri dolduran işsiz ya da ağır işçilik yapan insanlar ve aileleri savaşların en ağır faturasını ödemekteydiler.Dünyaya iki büyük güç dengesi hakim oluyordu:
SOVYET VE AMERİKA !
Terazinin bir kefesinde KAPİTALİZMİN BABASI, diğer kefesinde KOMÜNİZMİN.
Küba, Venezuela devrimlerinin başarılı olmasını sağlayan arka güç,ve hatta Kurtuluş Savaşı'nda arkamıza aldığımız Bolşevik Partisi'nin yöneticisi SOVYET !
Diğer yandan da giderek büyüyen AMERİKA !
Sovyet Rusya komünizm düşüncesi çerçevesinde etki alanını genişletmek isterken, ABD ise tam tersi bir hareket içinde yer alarak Sovyetler’in bu planlarını engelleyici bir politika izlemekte, aynı zamanda NATO vasıtasıyla politik sınırları da kontrol etmeye çalışmaktaydı. Özellikle I. ve II. Dünya Savaşı boyunca Avrupa merkezli yaşanan çatışmalar, zamanla coğrafya değiştirerek dünyanın her yerine yayılmaya başlamıştı. İşte bu yeni çatışma alanlarından birisi de Uzak Asya bölgesiydi. Çin’de Mao öncülüğünde yaşanan devrim neticesinde komünist bir yapının iktidara gelmesi, daha sonra da Kore Savaşı’nın yaşanması bunun en güzel örnekleridir.
Uzak Asya olarak adlandırdığımız bu bölgedeki son büyük mücadeleyse Vietnam’da yaşanmıştır. Fakat bu savaş diğerlerinden farklı nitelikler taşımaktadır. İlginç biçimde kesin bir sonuca ulaşmayan bu savaş, tarihte belki de bir ilke sahne olmuştur. Dönemin en büyük gücünün,doğru dürüst bir sanayi gücüne bile sahip olmayan bir devletin ordusu karşısında bu kadar zor duruma düşmesi, o güne dek belki de hiç görülmemişti. Bunun yanı sıra yaşanan daha birçok ilk vardı; gerilla savaşı taktiği, ilk kez kimyasal silah kullanılması... Ama en önemlisi dünya üzerinde bir savaşa gösterilen en büyük tepki, yine bu dönemde ortaya çıkmıştı.
Dünya çapında yaşanan bu denge savaşlarının belki de en stratejik noktasını Ortadoğu ülkeleri oluşturmaktaydı. Zengin petrol yatakları ve birtakım tarihsel nedenlerle önemli bir coğrafyaya dâhil olan bu halklar da “Soğuk Savaş”ın en sıcak yaşandığı yıllara tanıklık etmekteydi. Bu ülkelere yavaş yavaş yayılmakta olan Arap milliyetçiliği ve politik yakınlaşmalar nedeniyle ittifaklar savaşı yaşanmaktaydı. Çatışmalar kitlesel ölümleri ve göçleri de beraberinde getirmişti. Özellikle de Filistin’de sürmekte olan İsrail karşıtı mücadele anti-emperyalist cephenin en önemli ayaklarından birini oluşturmaktaydı.
Mısır lideri Nasır’ın öncülüğünde başlayan Arap bağımsızlık mücadelesi, İsrail-ABD-İngiltere blokunun askeri gücü karşısında başarıya ulaşamayarak ciddi bir toprak ve insan kaybına neden olmuştu. Arap-İsrail Savaşı’nın ardından güneyi İsrail, kuzeyi Suriye tarafından işgal edilen Lübnan’da iç savaş başlamış, bir arada yaşayan farklı inanışlara sahip halk kitleleri bu kanlı hesaplaşmanın çılgın ortamı içerisinde ölüm kalım mücadeleleri vermekteydi. Milyonlarca Filistinli işgal edilen ülkelerinden kaçarak mülteci kamplarını hınca hınç doldurmuş, özgürlük mücadelelerini buralarda sürmekteydi.
Türkiye'de 68 :
#118927791#130537630
(buraları uzun uzun anlatmaya üşendim, aynı lafları yazmak istemiyorum, bu incelemeleri okuyabilirsiniz, anlaşılır olacaktır.)
İlaveten üniversite işgalleri hakkında az bir bilgi vermek istiyorum.
Ankara Üniversitesi 10 Haziran 1968'de , İstanbul Üniversitesi ise 12 Haziran 1968 'de işgal edilmiştir.
İstanbul Üniversitesi Rektörü Ekrem Şerif Egeli, Abdi İpekçi’nin düzenlediği bir radyo programında, İstanbul’daki işgali yöneten İşgal Komiteleri Konseyi ile görüşmeyi kabul etti ve konseyin rektörlüğe hazırladığı reform taslağını sunması sonucu, başladıktan 3 hafta sonra İstanbul Üniversitesi işgali kaldırılmış oldu. “Büyük İşgal” olarak adlandırılan bu süreç, sonrasında adları çokça duyulacak Deniz Gezmiş gibi kitle önderlerini tarih sahnesine çıkararak sonlanmış ve sonraki sürecin ilk kıvılcımı haline gelmiştir.
İşgal nedenlerini uzun uzadıya anlatmayacağım, incelemelerde alıntılarda bol bol anlattım, yoruldum artık. Belgeselleri de izleyebilirsiniz.
6. Filo’ya Karşı Dolmabahçe Direnişi:
İTÜ Gümüşsuyu binası önünde toplananlara konuşma yapan Deniz Gezmiş, 500’e yakın genci bir anda galeyana getirir ve Dolmabahçe’ye doğru bir koşu başlatır. Amerikalılar dövülerek, denize atılır. Olaylar sırasında 18’i hafif, 2’si ağır 20 ABD askeri yaralanır.Vedat Demircioğlu bu olaylar sırasında hayatını kaybeder.
#141258346
Polis, 26 Temmuz Cuma günü ‘’Deniz Gezmiş ve Harun Karadeniz hakkında gıyabi tutuklama kararı olduğunu, görüldükleri yerde tutuklanacaklarını’’ açıklar.
30 Temmuz 1968 Salı günü gözaltına alınan Deniz, Adliye’de yargılandıktan sonra, öğrencileri kanunsuz yürüyüşlere teşvik etmek suçundan tutuklanır. Deniz, tutuklu bulunduğu Sultanahmet Cezaevi’nden 21 Eylül 1968 Cumartesi günü tahliye edilir. Bu esnada bir grup devrimci öğrenci, Devrimci Öğrenci Birliği’ni (DÖB) kurar.
Getirilmek istenen devrim ve idama giden süreç :
Disk yönetiminin “direnişe son verin” çağrısına uyan işçiler fabrikalarına geri döndüler. İşçilerle askeri birlikler ve polisler arasında çıkan çatışmalarda bir polis ve üç işçi hayatını kaybetti. 422 işçi işten çıkartıldı. 162 işçi tutuklandı. 15-16 Haziran olayları, ülke solu içinde yaşanan tartışmaları da fiilen bitirdi. Patlak veren kitlesel ve bağımsız işçi hareketi, işçi sınıfının toplumsal varlığı ve bilinci konusunda yapılan polemiklere de noktayı koyuyordu.
Ertesi yıl, 12 Mart günü Genel Kurmay Başkanı ve silahlı kuvvetler komutanları, Cumhurbaşkanı ve Meclis Başkanı’na verdikleri bir muhtırayla sivil hükümeti, ülkeyi “anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine” sürüklemek ve “anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirmemiş” olmakla suçlayarak, eğer hükümet acilen gereken tedbirleri almazsa silahlı kuvvetlerin “kanunların kendisine vermiş olduğu, Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine alacağını” belirtti. Bu muhtıranın ardından Süleyman Demirel’in başbakanlığındaki AP hükümeti istifasını verdi.
“Türkiye devriminin karakteri” sorununda yürütülen tartışmanın odağındaysa, Türkiye’nin nasıl bir sosyoekonomik yapıya sahip olduğu tartışması yer alıyordu. Türkiye’deki hâkim sosyoekonomik yapı feodal mi, yarı-feodalmi, yoksa kapitalist miydi? “Devrimin karakteri” sorununda öne sürülen teorik tezler işte bu soruya verilen yanıta göre biçimlendiriliyordu. “Türkiye emperyalizme bağımlı, feodal ilişkilerin ağır bastığı yarı-sömürge bir ülkedir” diyenlerin savunduğu devrim stratejisi, “emperyalizme, feodalizme ve komprador burjuvaziye karşı antiem-peryalist, anti-feodal, milli demokratik devrim (MDD)” oluyordu. Ya da Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın merkezci tezinde olduğu gibi, bu devrim, ülkedeki yerli finans-kapital, derebeyi, tefeci, bezirgân saltanatına karşı, “ikinci Kuvvai Milliyecilik” diye de tanımlanan “Demokratik Halk Devrimi” oluyordu.
Sol içindeki MDD ayrımı bu sayede sona erdi çünkü: Başından beri stratejisini işçiler üzerine kuran TİP bu olaylar sırasında iyice güçsüzleştiği ve bölündüğü için etkisiz kaldı. MDD çizgisini benimseyenler ise her fırsatta dile getirdikleri “Ordu-gençlik el ele” şiarının bu olaylar sırasında işe yaramadığına şahit oluyordu.
Şimdi artık getirilmesi gereken tek bir devrim vardı:
Tam Bağımsız AntiEmperyalist ve Gerçekten Demokratik Devrim.
İşçi haklarını esas alacak, insanın insanı sömürmesine karşı çıkacak bir devrim.
Marksist-leninist çizgide.
Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Sinan Cemgil, Deniz Gezmiş ve Cihan Alptekin tarafından kuruldu. “Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye” hedefli; devrimin kırsal alanları ve şiddet politikasını cephe mantığı içinde temel alan bir savaşımla gerçekleşeceğini; işçi sınıfı-köylülük-şehir küçük burjuvazisi ittifakı temelinde sürdürülecek halk savaşının iki temel aracı olarak gördüğü proletarya partisi ve halk ordusunun, savaşın gelişim sürecinde kitle katılımı temelinde kurulacağını; kendisinin başlangıçta iki işlevi de yerine getiren bir örgüt olduğunu savunan; bütün komünist partilerden bağımsız, ulusalcı ve demokrat bir siyasi örgüttü.
Deniz Gezmiş 11 Ocak 1971’de THKO adına Ankara’da İş Bankası Emek Şubesi’nin soygununu gerçekleştirenler arasında yer aldı. 4 Mart 1971’de dört ABD’li erin Balgat’taki Tuslog Tesisleri’nden kaçırılması eyleminde de yer aldı. Erlerin serbest bırakılmasından sonra Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Gemerek nahiyesinde Yusuf Arslan’la birlikte yakalandı.
Deniz Gezmiş'in Savunması'ndaki şu sözleri paylaşmak istiyorum:
"Olaylara gelince; bizim Ersin Bağtır isimli talebeyi dövdüğümüz iddiası kesinlikle doğru değildir. Bu isnadı kesin olarak kabul etmiyorum, doğru değildir. Vuku bulmamıştır. Kavaklıdere Amerikan Sefareti önünde nöbet bekleyen polis memurlarını kurşunladığımızı kabul ediyorum. Çünkü onlar her türlü işkenceyi devrimci gençler üzerinde yapmaktan zevk alıyorlardı. "
İdamı neden hak etmediler?
Öncelikle, idam, haksız bir yargılamadır. Bireye kendini savunma hakkını vermemektir. Demokrasi adı altında demokrasisizlik işlemektir. Kaldı ki 17,24,25 yaşındaki gençleri darağacına yollamak hiçbir yasaya, kanuna ve vicdana sığmaz. İDAM'ı esas hak edenler bu vatanı Amerika'ya satanlardır. Bu çocukları İDAM ettirmek anayasal kılıfa geçirilmiş bir soysuzluktur.
Vatanı için endişe eden gençler oldukları için ödül verilmesi gerekirken ceza verilmiş. Onlar da şimdiki nesil gibi yan gelip yatsaydı ömürlerini, devrim uğrunda değil dekarı kız peşinde koşarak harcasaydı eminim şu an yaşıyor olurlardı, aramızda birileri olurdu? Ama o 6.filolara da karşı çıkacak biri olmadığı için yüksek ihtimal hâlâ Amerika'nın gönderdiği gemileri izliyor olacaktık. Bir Türkiye kalır mıydı, orası meçhul.
İdam için sunulan gerekçelere bakıldığında ise en göze çarpıcı savunma "polis vurma" oluyor. Evet! İnkar edilemez, doğru diye savunulamaz. Peki! Bir şeyi atlıyor olabilir misiniz?
HUKUK'ta eşitlik yok mudur?
Deniz'lerin darağacına gitme sebebi adam öldürme ve rejimi yıkma ise "Abdulah Çatlı" Mehmet Ağar" "Ağca" gibi faşist katiller, uyuşturucu kaçakçıları, "Kürt İdris" "Çakıcı" gibi mafya bozuntuları neden idama gönderilmedi?
Neden olduğu çok basit aslında birileri devletin köpekliğini yaptı diğerleri o devlete karşı çıktı, devlet de yanında olanı değil karşı çıkanı astı. Bu mafya bozuntularına da "milliyetçilik" kılıfı kullandı.
Samuel Johnson 'un da dediği gibi:
"Milliyetçilik, vatanseverlik, şerefsiz bir politikacının son sığınağıdır!"
Herkes pürü pak herkes tertemiz bi Denizler mi kirli?
Deniz'ler adam vurdu da bu mafyalar korkuluk mu kurşunladı?
Bir mafya örgütü ile bir militanın ya da eşkıyanın arasında hiçbir fark yoktur, birinin zengin birinin fakir olması dışında !
Eğer sadece bu "18" genci sorumlu tutacaksak bütün bu olanlardan, üstüne yıkacaksak tüm pisliklerin yükünü, HUKUK baştan ölmüş demektir.
Deniz Gezmiş'in de dediği gibi,
"onlar 36 milyonluk ülkenin bütün yükünü 20 gencin üzerine yıkmaya alışmışlardır."
Neyse ki "tarih" bize ilâhi adaletin nasıl tecelli ettiğini göstermektedir. Hafıza-i beşer nisyan ile mâluldur ama tarih asla unutmaz. Deniz Gezmiş'in de dediği gibi, #141321023
7 TİP'li öğrencinin ölümüne imza atanların da sonunun nasıl bittiğini gördük, bu üç genci ve dahi on beş genci daha idama göndermekle toplam 18 gencin ölümüne karar verenlerin de.
Deniz'lerin İDAM'ına karar veren hakimin boğazına yemek kaçarak ölmesi ilâhi adaletin tecellisinin en güzel örneğidir zannımca!
Nitekim bu tarz örnekleri tek yakın tarihte aramasak da olur. Geçmiş tarihe baktığımızda da durum pek de farklı sayılmaz. Misal şehzade katliamları! Şehzade Mustafa'yı idam ettiren Sultan Süleyman "gut" hastalığından, 19 kardeşini boğduran III. Mehmed zehirlenerek, kardeşi Şehzade Mehmed'e kıyan Genç osman yeniçeri isyanı sonucu burnu ve kulağı kesilerek katledilerek ,kardeşlerine kıyan ve Şair Nef-i'yi boğduran Sultan IV. Murad siroz hastalığından genç yaşta, tahta çıkmak için babasını bile karşısına alan, kardeşini ve yeğenlerini boğduran Yavuz Sultan Selim ise sırtında gitgide büyüyen çıbanın çıkması sonucu ölmüştür.
Akıl nankördür unutur ama tarih asla unutmaz!
Esen Kalın !