Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

424 syf.
·
Puan vermedi
Kitap otobiyografik bir dille yazılmasına rağmen kurgu ürünü. Karakter tarihsel olaylara tanık oluyor gibi anlatılsa da tarihsel gerçekliğe aykırı bolca içerik var. Yazarı Yahudi olan kitapta Yahudi cemaatinin ortak nitelikleri belirgin. Yaşadıkları ülkeye aitlik ve topluma yakınlık duymuyorlar. Osmanlı ordusuna "Türk ordusu" ve "Türkler" diyor. Yazar, Yahudiler dahil gayrimüslimlerin askerden kaçmaya çalışmalarını eleştirmiyor. Zor günlerde kendileri tokken Yahudi olmayanlara yardım ettiklerini gösteren en küçük işaret yok. Yazar Yahudilere yönelen aşağılamadan yakınırken kendisi ırkçılık yapıyor. Rumenleri genel olarak aşağılıyor. Rusları topluca Anti-Semit olmakla suçlayarak aşağılıyor. Türkleri de aşağılıyor: "[Fransız Yahudiler bizi] ilkel, az gelişmiş, kısacası Türk olarak görme hakkını buluyorlar kendilerinde. Bizleri, İspanyanın eski soylularını. Bu ne hakaret?" Bu ne çelişki? Kitapta Yahudi toplumundaki feminist gerginlik belirgin. Yazar kitap boyunca "Doğulu" ve kadın olmaya lanet ediyor. Ama "erkek kadına egemendi" derken bunun Yahudiler dışında hiçbir örneğini vermiyor. Örneğini verdiği ayın beş günü kirli sayılmaları, boşanma hakları olmaması, ilk günahı kadınların işlediği gibi gelenekler Yahudiliğe özgüdür, her topluma değil. Kaç okur bunu fark etti bilmiyorum. Yazar bu hatayı kendi feminist ezberini okurun paylaştığını varsayarak yapıyor büyük olasılıkla. Yazar, Yahudilere özgü ahlaksızlık ve yanlışlıkları bir kadın-erkek meselesi olarak gösteriyor. Bugünkü Türk feministlerde bu davranışın karbon kopyasını görüyoruz. "Otuz üç yıldır kusmak istiyordum. Sırf kız olduğum için yapışıp kaldığım bir gül reçeline kusmak." Oysa yazar, midesini bulandıran haksızlıkları kız olduğu için değil, Yahudi olduğu için yaşadı. Bu süreçte Yahudilerin kendi içlerindeki soy ayrımcılığını, Yahudi olmayanlara yönelen aşağılamayı hiç eleştirmiyor. Kendine yönelmeyen haksızlığı yok saymak, bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılık. Bu da günümüz Türk feminist davranışının karbon kopyasıdır. Cumba pencerelerindeki ızgaralar sokaktan geçen erkekle içerideki kadın bakışamasınlar diye yapılır. Yazar bunu "kadını erkeğin bakışından korumak" olarak niteliyor. Yani ortaklaşa bir olguyu erkekten kadına yönelen saldırı veya haksızlık olarak niteliyor. Sokaktaki erkeği içerideki kadının "bakışından koruyacak" bir şeyin olmamasını konu etmiyor. Bu da feminist bir şablondur. Yazar feminist Yahudi kadınların geleneğini bozmuyor ve kocasını aldatıyor. Nikahtan sonra kocasına elini sürmek istemiyor ve bunun için kocasını suçluyor. Ve her feminist gibi yazarın özlediği "eşitlik" kadının erkeğe egemenliği demek. Çünkü kocası işsizken ve kendisi çalışırken kocasının bu halini küçümsüyor. Ama daha sonra iş bulma kurumuna gittiğinde erkeklere öncelik tanınmasına da bozuluyor. Feministlerin asıl derdinin Tanrı'yla olduğunu netlikle görebiliyoruz: "Tanrım, bizi [kadınları kastediyor] köle yarattığın için seni nası bağışlayabilirim?" Eski Ahit'in haham yorumu, dürüst Yahudiyi onun tanrısına isyan etmek zorunda bırakır. Bu yüzden Yahudiler Tanrı'ya isyanda toplumlara önderlik ederler. Ateizmi yayıp pop edebiyat konusu yapan Yahudi yazarlardır. Bu önderliğin feminizm bağlamında yerine cuk oturduğunu bir kez daha görüyoruz. Yazar Paris'e yerleştiğinde bir Fransız gazetesinde üç kuruş için uydurma Osmanlı sarayı öyküleri yazmaya başlıyor. Aslında bunu söylediğinde, bu kitaptaki öykülerin de uydurma olabileceğini ağzından kaçırmış oluyor. Alıntılar eşliğinde yazarın ve ait olduğu cemaatin dünyaya bakışını irdeleyelim: -"[Abim] Yahudi kadınlarla düşüp kalkmak ona göre değilmiş. İnsanın başına bela olurlarmış. Dünya baştan çıkarması daha kolay daha sarışın daha şenlikli ve daha özgür kadınlarla dolup taşıyormuş." Burada Yahudi erkeklerindeki eğlenilecek kadın - evlenilecek kadın ayrımını görüyoruz. -"Türkiye savaşa girdi... Türkler Ruslarla... Bulgarlarla... müttefiklerle savaşacaklardı. Düşman olarak umutlarımın ülkesini [Fransa] seçen bir ülkenin tutsağıydım." Kişi savaşı onaylamasa bile ait olduğunu hissettiği ülke için böyle konuşmaz. "Orta Avrupa imparatorluklarının yenilgisini dilemekle birlikte Yahudi tüccarlar Osmanlı ordusuna üniforma sağlıyordu." Orta Avrupa dediği Osmanlı'nın müttefikleri... "Dört yüz yıl boyunca buraya geçici olarak sığındık." Dört yüz yıl bile geçiciyse bu cemaat yerleştiği hiç bir ülkeyi yurdu bilmeyecek ve yurtsever olmayacak demektir. Bu cemaatin Osmanlı'yı, İstanbul'u veya Türkiye'yi asla kendi yurdu görmediğinin belirtisi kitapta bolca bulunuyor. Cemaat Osmanlı'nın Birinci Dünya Savaşı'nda yenilmesini isteyebiliyor. Oysa bir kaç yıl önceki Balkan Savaşı'ndan söz ederken yazar kaygılanmıştı, Yunanlar İstanbul'u ele geçirirlerse Yahudilere zulmederler diye. Yahudi erkekler askerden kaçıyor, savaşı Osmanlı'nın yalnızca kendilerine tanıdığı ayrıcalıklar sayesinde rahat geçiriyorlar. Buna rağmen yazar İstanbul'u beğenmiyor ve Yahudilerin haksızlığa uğramasından yakınıyor. ""Erkeğin kadın, goyun [Yahudi olmayanın] Yahudi, varsılın yoksul, patronun işçi üzerindeki aptalca tahakkümü..." Bu satırları Titus döneminde değil, Ortaçağ'da değil, 1924 Avrupasında, Yahudiler goylara eşit olduktan yüz, Avrupalı kanı ve parası sayesinde Filistin'e el koymaya başladıktan yedi yıl sonra yazıyor. İbret verici. "Biz Yahudilerin askeri geleneği yoktu. Hep başkalarının savaşları bizim geleneğimiz olmuştu. Ateşli silahları tanımıyorduk. Avda avlananlar arasındaydık." Yasa önünde eşit yurttaşı olduğu Osmanlı'nın savaşına "başkasının savaşı" diyor. Islahat ve tanzimattan önce olsa cizyeden yakınacaktı. Cizyeden kurtulmak istedi, kurtuldu ve eşit oldu ama yine yakınıyor. Yahudilere özel bedelli çıkarsan herhalde çok pahalı falan diye yine yakınacak bir şey bulacak... "Askeri geleneğimiz yoktu" dedikten sonra Osmanlı'da silah taşımalarının yasak oluşunu "ikinci sınıf yurttaşlık" sayması (kitabın sonlarında) ayrı bir çelişki. [Birinci Dünya Savaşı'nda] "Yalnızca Yahudilere [Rumlara, Ermenilere değil!] Almanya'ya, Avusturya-Macaristan'a olduğu gibi Fransa'ya ve İngiltere'ye gitme izni verildi. Bir çok aile bu şekilde kısa yoldan zengin oldu ve Rumlara özgü Yahudi düşmanlığı Türk halkına bulaştı. ... babam savaşan bütün taraflarla ticaret yapıyordu." "Mallar gibi posta da cemaat yardımlaşmasının etkin olduğu dolaylı yollardan geliyordu." "Yahudi olmayıp açlıktan kırılanların kıskançlığını çekmemek için alçak sesle şarkı söylemek ve sevinç naralarını bastırmak gerekiyordu." "Komşularla paylaştığımız ortak avluya, Yahudi olmayanların açgözlülüğüne hedef olmamak için sokağa kapalı olan bu evler..." "Yaşını, kalbindeki rahatsızlığı, aile yükümlülüklerini öne sürerek Davit [abisi] çürüğe çıkmayı başardı." Bu arada "gerekli belgeleri" Davit'e bir başka Yahudi sağlıyor. "Davit erkeklerin askere gitmesinden yararlanarak işinde ilerleme gösterdi." "On yıllık ayrılık ve aylarca süren zorunlu sessizlikten sonra abim Henri aniden çıkageldi. Sırbistan cephesinden dönüyordu. Madalya almış ve omzundan yaralanmasının sonucunda terhis edilmişti. Fransız ordusunda asker olmasına rağmen Orta Avrupa imparatorlukları için işlerin sarpa sarmaya başladığı 1918 mart ayında bile özgürce dolaşabilmesini sağlayan eski Yahudi pasaportunu saklamıştı." Siyonist Osmanlı Yahudilerinin Osmanlı'nın yenilmesini istedikleri çok kez yineleniyor: "Müttefiklerin [1918-itilaf devletlerini kastediyor] savaşı kazanacağından kimsenin kuşkusu yoktu. Vitali [balkan savaşında Osmanlı ordusunda gazi olan kardeşi] dahil buna hepimiz seviniyorduk." Az önce "başkalarının savaşı" demişti, şimdi seviniyor. Yazar, Osmanlı yararına olabilecek Yahudi girişimine de olumsuz tepki gösteriyor: "İsrailoğullarından Türkiye büyükelçisi ve başkan Wilson'un en güvenilir adamı Henry Morgenthau ile yakın ilişkileri olan hahambaşı Nahum, Sultan'ın isteği üzerine gizli bir görevle Birleşik Devletler'e gitti. Nahum bir maşa. Sultan ise kukla. Ayaklarımızı yere basmanın zamanı artık gelmedi mi?" "[müttefik] Doğu orduları komutanı beyaz bir at üzerinde kente [İstanbul] muzaffer bir giriş yaptı. Herkes bağırıyordu: 'Yaşasın müttefik güçleri!' Rumlar zincirlerinden boşanmış gibiydi. ... Fransızlar İstanbul'da karargah kurdu. Senegalliler Galata'da. İtalyanlar da Pera'da. Bu da bizim, 'bueno familia'ların hoşuna gidiyor." Yeğeni İstanbul'da Makabi (Siyonist militan/terörist) üniformasıyla gezebiliyormuş. Şimdi bunca ihanetten sonra Kuvayı Milliye işgalleri önleyip de işler tersine dönünce ülkede kalmış olan Yahudiler durumu kurtarmaya çalışıyorlar: "İşgal ordularını destekleyen yöneticilerimiz Mustafa Kemal'e bağlılığımız konusunda güvence vermek için telgraf üstüne telgraf çekiyor." Bu ikiyüzlülüğün farkında olup Yahudilere düşmanlık etmeye başlayınca yazara göre yine Türk halkı suçlu oluyor! Bu bölümde evi soyulan bir Yahudi aileyi örnek vererek acındırmaya çalışıyor. Rahatı yerindeyken İstanbul'dan gitmek istiyordu, şimdi de gitmek zorunda kalmaktan yakınıyor. Ve fakat savaşta ve barışta etinden, sütünden yararlandıkları bu durumlar yazara göre mazlumlukmuş: "Beni hala hiçbir şey hissetmediği halde herşeyi yaşadığım yanılsamasıyla uyutan kitaplar insan ruhunun aşağılık olduğuna inandırmıştı beni. Hayatı aralıksız bir güç dengesi olarak algılıyordum. Güçlüler güçsüzleri eziyordu. Ben üç kez güçsüz olanların arasında doğmuştum. Batı, Doğu'ya egemendi, erkekler kadınlara egemen. Ve Yahudi olmayanlar Yahudilere egemendi." -Yazarın tarihsel olaylarla ilgili açıkça yalan söylediği yerler de var: "...bu endamlı aile reisinin (babasını kastediyor), onurlu bir şekilde fesini taşıyan yuvarlak topuzlu bastonunu çalımla sallayan bu adamın sokakta reayadan biri, kaldırımları Müslümanlara bırakmak zorunda olan ikinci sınıf bir vatandaş olduğunu nasıl düşünebilirdim? ... kimsenin önünde eğildiğini, insanların önünde küçüldüğünü, yapılan hakareti köle gibi kabul ettiğini görmemiştim." "Osmanlı İmparatorluğu'nda reaya statüsü, soylu hayvanlar sayılan atlara ya da develere yahudilerin binmesini yasaklıyordu." Bir başka yerde buna silah taşıma yasağını da ekliyor. Bunlar düpedüz yalan. Birincisi; Osmanlı'da reaya herkese denir, Yahudilere değil. İkincisi; öykünün anlatıldığı yıllardan çok önce 19. yüzyılda o yasalar çoktan kaldırılmış, herkes eşit yurttaş olmuştu. "Bütün dünyanın bizden nefret ettiğini bilmiyor musun? Halkının dışında kalan Yahudi sonsuz yalnızlığa mahkumdur." Kitap boyunca sorular soran, yaygın kabullere itiraz eden yazar dünyanın Yahudilerden neden nefret ettiğini hiç sorgulamıyor. Oysa sorunun yanıtı olabilecek epey bir veriyi bize kendisi sağladı. Osmanlı barışı, Osmanlı hoşgörüsü, Osmanlı çokkültürlülüğü diye yüceltilen ve tarihsel gerçeklerden bütünüyle sıyrılarak tarihbilgisi kıt Türk gençlerinin aklını iyice boşaltmayı amaçlayan propagandaya karşı bu Yahudinin itiraflarının yanında Benden Selam Söyle Anadolu'ya kitabını tavsiye ederim. O kitapta da Türk köylüleri sömüren, yetmiyormuş gibi bir de Yunan üniformasıyla kendi yurtlarına saldıran Egeli Rumlar bir Rumun kaleminden anlatılıyor. Gerçekte Osmanlı'da Türkler yoksul ve sefil bir millet, Rumlar ve Yahudiler ise neredeyse kayırılan, ülkenin zenginliklerinden yararlanan milletlerdi. Gördüğünüz gibi bu onları yakınmaktan alıkoymuyor. 6-7 Eylül 1955'i ısıtıp ısıtıp önümüze getirenlere karşı kendi tarihimizi iyi öğrenmeliyiz. Bunun için Yahudi, Ermeni ve Rum azınlıkların kendi ağızlarından yazdıkları kitapları iyi incelesinler. Bu kitap bir kurgu ürünü ama Yahudilerin bakış açısını göstermesi açısından önemli bir örnek.
İstanbul'da Bir Yahudi Ailesi
İstanbul'da Bir Yahudi AilesiBrigitte Peskine · İnkilâp Kitabevi · 2005102 okunma
·
759 görüntüleme
kübra çoban okurunun profil resmi
Yüreğinize kaleminize sağlık👏
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.