Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

72 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
Cumhuriyet’in ilanını takip eden dönemde, çeşitli sahalarda, çeşitli değişiklikler olmuştu. Kuşkusuz, bu değişikliklerden edebiyat da nasibini almıştı. Bir değişim-dönüşüm süreci seyreden Türk toplumu, ardında bazı şeyleri bırakmışsa da, elbette yerine daha güzelini koymasını bilmişti. 1936 senesinde Türk Edebiyatında, işte bu değişiklikler göze çarpar haldeydi. Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rifat adında üç genç, dönemin edebi dergilerinde “Enteresan” “Komik” “Garip” “Ecişbücüş” şiirler kaleme almışlardı. Bunlar, o zamana kadar görülmemiş şekilde vezinsiz << ki bunu Nazım Hikmet denemişti.>> kafiyesiz, ahenksiz şiirlerdi. Tabii, bu şiirler yayımlandıkça edebiyatın diğer kalem başları gençlerle alay etmeye, onlara tearuz etmeye başlamıştı. Zira onlar, bu vakte kadar Osmanlı’nın mirası olan Divan Şiiri ile yetişmişlerdi. <<Elbette başka gelenekler de vardı. Sözgelimi, Halk Şiiri, Milli Şiir, Saf Öz Şiir ilh. fakat yerimiz az olduğundan bu bahse dahil etmiyoruz.>> Aruz ölçüsü, kafiye ve “ahenk” unsurlarıyla terkip olan bu “Üstün zümre”nin daima aynı mazmunlar, aynı ifadeleri kullanarak yalnızca sevgili, padişah, sadrazam yahut meyhane öğelerinden bahseden şiir anlayışı ile bu üç gencin yaptıkları katiyen uyuşmuyordu. Öyle ki 1939’da Orhan Veli’nin “Kitabe-i Seng-i Mezar” adlı şiiri yayımlanınca kıyamet büsbütün kopmuştu. Bu şiiri mısra mısra aşağıya alıyoruz: “Hiç bir şeyden çekmedi dünyada Nasırdan çektiği kadar. Hatta çirkin yaratıldığından bile O kadar müteessir değildi. Ayakkabısı vurmadığı zamanlarda Anmazdı ama Allahın adını Günahkar da sayılmazdı. Yazık oldu Süleyman efendiye.” “Süleyman efendi” şiiri ile birlikte yalnızca vezin, kafiye ve “Ahenk” atılmamış, Edebiyatın o zamana değin mukaddes saydığı konular ve kelimeler de değişmişti. Sözgelimi, “Nasır” ve “Süleyman efendi” sözcükleri, o zamana değin duyulmamıştı. Yanisi, edebiyat artık kahvehanelere, tramvaylara, mahallelere girmişti. Vaziyet böyle olunca yığınla kaza oklarına maruz kalmaları kaçınılmazdı. Şiire bir hakaret olarak görülen bu şiirler, uzun müddet dikkate alınmamış, edebi muhitlerde alay konusu olmuş ve eskiler ile karşılaştırılarak “saçmalıkları” yüzlerine vurulmuştu. Üstelik bu oklardan sanımca en ağır olanı, Hikmet Feridun Es’in “Şu ölümüne ağlanan Süleyman Efendi, sakın Türk Edebiyatı olmasın?” cümlesi idi. Öyle ya, bu cümle önce mizah dergisi olan Akbaba’da karikatür halinde yayımlanmış ve yıllarca, canlı bir şekilde, diğer muhitlerde de varlığını sürdürmüştü. Bunca eleştiri ve alay cümlelerine cevap verilmesini gerektiğini düşünen üç genç, 1941 senesinde “Garip” adı ile <<Tam da diğerlerinin, onlara dediği gibi>> bir manifesto, bir antoloji, bir kitap yayımladılar. Bu kitap uzunca bir önsözden ve peşine üç gencin şiirlerinden oluşuyordu. Üstelik bu kitap en doğal şekilde, şiirin ne olduğunu açıklamakla başlıyordu : “Şiir, yani söz söyleme sanatı.” Tabii, bu açıklamayı takip eden cümlelerde şiirin unsurları olan vezin-kafiye ve “ahenge” eleştiriler getiriyordu. Kitaba göre kafiyeyi ilk insanlar “ikinci satırın kolay hatırlanmasını temin için yani sadece hafızaya yardımcı olmak” maksadıyla kullanıyordu. Daha sonra “ahenk” unsurunu vezin ve kafiyeye” muhtaç gören anlayışı red ederek, “O ahenk vezinle kafiyenin haricinde ve vezinle kafiyeye rağmen mevcuttur” diyordu. Bir başka taraftan vezin ve kafiyenin, Türkçe’nin nahiv, yani cümle yapısını bozduğunu iddia ediyordu. Öyle ya haksız da değildi. Şu beyit Abdülhak Hamit Tarhan’a ait: “Sevdim seni can ü dilden işte Olsan ne var Eşber’e enişte?” Bu beyitin komikliğini bir tarafa bıraksak bile Hazret’in “Eşber’e enişte olsan ne var?” cümlesini bir kenara bırakamıyoruz. Türkçe’de “Eşber’e enişte olsan ne olur?” yahut “Ne çıkar?” denilebilir; fakat “ne var?” denmez. Tabii şair bu hatayı Türkçeye nefretinden değil, vezne uysun diye yapmış. Dil yanlışları ya vezin güçlüğünden, ya kafiyeden gelmektedir. Neyse, geçelim. Dahası, kitap, hemen yukarda bahsettiğim hataları normal karşılayan şairlerin, bazı şiirlere şöyle eleştiriler getirdiğini söylüyor: “Konuşma diline benziyor” ne garip değil mi? “Teşbihten ve istiareden kaçan, gördüğünü herkesin kullandığı kelimelerle anlatan adamı bugünün münevveri ‘garip’ telakki etmektedir.” Yazımın ilk cümlelerinde Cumhuriyet sonrasındaki süreçte bazı değişimlerin varlığından söz etmiştim. İşte bunlardan biri de “Müreffeh Sınıfların” ortadan kalkmasıdır. Kitap, bu noktaya değinerek “Her şey gibi şiir de onların(halkın, halktan olanın) hakkıdır ve onların zevkine hitap edecektir.” Üst zümreye hitap eden eski şiire bir eleştiri de burada gelmektedir. Yine yazımın ikinci paragrafında bahsettiğim kalıplaşmış ifadelere kitabın getirdiği eleştiri de tadından yenmez güzelliktedir: “Yeni bir zevke ancak yeni yollarla ve yeni vasıtalarla varılır. Bir takım ideolojilerin söylediklerini bilinen kalıplar içine sıkıştırmakta hiçbir yeni ve san’atkarane hamle yoktur. Yapıyı temelinden değiştirmelidir.” Bu noktadan itibaren kitabın getirdiği eleştirilerden birine biz katılmamakla birlikte buraya almak elzemdir: “Şiirde müzik, müzikte resim ve resimde edebiyat bu güçlüğü( Müzik veya resimsiz şiir yazmak) yenemeyen insanların müracaat ettikleri birer hileden başka bir şey değildir.” Fakat insan sormadan da edemiyor, şiirde musiki seviyorsam neden o şiirleri okumayayım? Yahya Kemal’in şiirlerinde musiki boldur ve de güzeldir. Asaf Halet, şiirle resimler çizer de şiirleri mistik bir havaya seyre daldırır bizi. Kitabın getirdiği son eleştiri bütünde güzellik bahsidir: “Şiirde hücüm edilmesi lazım geldiğine inandığım zihniyetlerden biri de mısracı zihniyettir…[…] Şiir öyle bir bütündür ki bütünlüğünün farkında bile olunmaz.” diyerek şu teşbihe girişiyor: “Tuğla güzel değildir. Sıva güzel değildir. Fakat bunlardan terekküp eden mimari eseri güzeldir. Buna mukabil agat, helyotrop, gümüş gibi maddelerden bir bina yapılabileceğini farzedelim. Eğer bu bina, elemanlarının taşıdığı güzellik haricinde bir güzelliğe malik değilse san’at eseri sayılmaz. Su götürmez şekilde güzel bir teşbihtir. Zira eski şairlerin ilmek ilmek işlediği kelimeler, beyitlerde bir anlam ifade etse de bütünde bir güzellik taşımıyordu. Kuşkusuz bu eleştiri de yerindedir. Önsöz burada, getirdiği eleştiriler ile biterken kitap o güzel şiirlerden seçmelere geçiyor; elbette biz de sonuca: Bir dönüm noktası yaratarak Türk şiirinin gidişini değiştiren bu üç genç sanımızca muhteşem bir işi başarmıştır. Öyle ya “Tarihin beğenerek andığı insanlar daima dönüm noktalarında bulunanlardır. Onlar bir an’aneyi yıkıp yeni bir an’ane kururlar.” Onları Türk Edebiyat Tarihi daima beğenerek anacaktır. Onlarla birlikte, Türk şiiri bambaşka bir gökyüzünde, yeni bir soluk almıştır. Onlar, edebiyatı, uçsuz bucaksız bir sahada kalem oynatabilecek hale getirmişlerdir. Onları takip eden diğer şairlere enfes bir miras bırakmışlardır. Günümüzde de yeni şairlerden, Türk şiirine yeni bir nefes aldırması ve vezin-kafiye düşmanlığı zincirinden de kurtarılmış bir şiir peyda etmesi beklenmektedir. Umulur ki bunlar, Basra harap olmadan gerçekleşir. Muhammed Nurullah Yiğit
Garip
GaripOrhan Veli Kanık · Yapı Kredi Yayınları · 20181,095 okunma
·1 alıntı·
2.809 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.