Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

276 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
Şiir nispeten uzak olduğum bir kulvar edebiyatta her ne kadar son zamanlarda ilgim artmış olsa da. Bunu da şuna bağlıyorum: biz insanlar, düz bir çizgi üzerinde yol aldığımızı sanıyor olsak da, bu çizgi üzerinde süreç içinde kırılmalar meydana gelir ve çoğu zaman farkında bile olmadan ya da üzerinden çok uzun zaman geçmeden bu kırılmaların farkına bile varmayız. Bir gün, bizi de sürükleyerek akıp geçen hayatın kenarına kısa süreli bile olsa çıktığımızda, dönüp geçmişe bakarız ve o an fark ederiz ki, eski ben ile yeni ben bambaşkadır! Sanki yer yarılmış, daha doğru ifadeyle yer billurlaşmış ve ayaklarımızın altında eski ben, şimdiki bene bakmaktadır, şimdiki ben de ona... Bu travmatik ve trajik durum, insan ruhunu cendereye alarak, ona sık sık dünden bugüne davranışlarının muhasebesini yapmaya zorlar. Bu da bir kimlik karmaşasına sebebiyet verir: Ben kimim? Aşkı da bu açıdan ele alabiliriz pekala, çünkü aşık olmadan önceki halimiz ile aşık olan halimiz birbirinden çoğu zaman bambaşkadır. En mantıklı insanı bile aşk, mantıksız kılabilir ya da en realist insanı bir romantik ruh haline büründürebilir. Zaten aşkın olayı da tam olarak budur: ayaklarınızın altındaki toprakta çöküntüler oluşturup sizi içine düşürmek. Düştüğünüz bu yerde bulunduğunuz, uzunluğu kişiden kişiye değişen süre zarfında, gerçek hayattan kopuk olduğunuz için mantıklı ya da realist olduğunuzda size uzak gelen kararları aldırır, aklınızdan hiç geçmeyeceğiniz tercihleri yaptırarak hayatınızda değişiklikler meydana getirir. Schopenhauer ya da evrimsel açıdan yaklaşılacak olursa, kör istencin ya da soyun devamı için bunlar yaşanır. Tabi, aşık olup da çocuk yapmayan çiftleri düşünecek olursak, insan denilen ne olduğunu en başta kendisinin bile anlayamadığı canlının kör istence ya da evrime bir çalım atarak büyük bir soru işaretini büyük bir bomba olarak onların ortasına bıraktığını da düşünebiliriz. Bilimsel terminolojide soyut her şeyi somuta indirgeyerek açıklamaya çalışmak temel olduğundan dolayı aşkı birtakım hormonlarla açıklamak revaçtadır. Bunların aksini iddia ederek sahte bilimci bir tavır tanınacak değilim, ben sadece birtakım hormonlar salgılandığı için aşk diye adlandırılan duygu durumunu yaşadığımıza fazla odaklanırken olayın indirgenemez bir boyutunun da olabileceği ihtimalini es geçtiğimizi söyleyeceğim. Mesela herkes hayatının bir anında aşık olur, ancak kimisi aşıkken şiir yazar, beste yapar, oldukça yaratıcı sürprizler planlar ya da oturur sadece ağlar. Ancak benim odaklanmak istediğim husus sanatsal boyutu. Tabi ki, bir Antik Yunanlı gibi bu durumdaki insanların esinlerini Musalar'dan aldığını iddia etmeyeceğim, buna karşın bu esinleri salt hormonlara ya da sinirsel aktivitelere de indirgeyebileceğimizi de söyleyemeyeceğim. Eğer böyle ise, gerekli teçhizatlar ve imkanlar çerçevesinde herhangi bir insana hormon takviyesi yapılıp ve uygun sinirsel aktiviteler düzenlendiğinde, bu insandan bir Goethe ya da bir Charles Baudelaire ya da incelemesini yapmakta olduğum Ümit Yaşar Oğuzcan yaratabiliriz demek olur, yani bu isimlerin ortaya çıkardığı eserleri olduğu gibi ya da çok benzer şekilde üretmesi beklenmelidir. Bilmiyorum belki gelecekte bu da yapılır ama henüz bilim bu kadar ilerlemedi. Ben burada kısaca şunu anlatmak istiyorum, bilim yolumuzu aydınlatan bir nevi Prometheus'un Tanrılardan çaldığı bir ateş, ancak ona insana dair her bir zerreyi mükemmel derecede aydınlatmış şekilde bakmak hata olacaktır. Bilhassa sanatsal konularda… İşte, ister hormonların bir ürünü olsun isterse Eros'un okunun ucunda bulunuyor olsun, aşk, sanatsal aktivitenin ilk hareket ettiricisine verilmiş bir isimdir en başta zannımca. Hal böyleyken onun gerçekten olup olmamasını bilim insanları deney tüplerinde inceleye dursunlar, biz ufak da Ümit Yaşar Oğuzcan'ın dizelerine bakalım. Aşk bir açıdan bir güç ilişkisi: iki taraf da sahip olmak ister, hem de farazi konuşalım, erkek kadına, kadının kendi bedeni ve ruhu üzerindeki hakkını bile gasp etmek ister, ve aynı şey kadın için de geçerli. Bu noktada 'ne tarafa baksam güç istencini görüyorum' diyerek aklıma gelen Nietzsche'yi de anmazsam olmaz. Tabi, her genelleme yanlıştır bu da dahil sözüne binaen, bu tonu düşük ya da çok az olan aşk ilişkileri de mevcuttur. Ümit Yaşar Oğuzcan'ın şu cümleleri bize, bu nadir rastlanan ilişkilerin anahtarını verebilir: "Bütün insanlar aldanıyormuş, sürekli bir aldanmaymış yaşamak... Ne çıkar? Ben artık aldanmak istemiyorum ya! Sen ona bak... Onun için seni erişemeyeceğin bir yere çıkarmayacağım, olduğun gibi seviyorum seni. Olmanı istediğim gibi değil! Hiç olamayacağın gibi değil. Nerdeysen orda dur. Nasılsan öyle kal." (s.145/On Altıncı Mektup) "Dudaklarından yalnız aşkın hazzını değil, dostluğun doyulmaz içkisini de içmeliyim ... Dudaklarım kurudu bak! Bir yudum su ver güzelliğinin pınarından. Acıktım dersem iyiliğinle doyur beni. Üşüyorsam; yalnız dostluğunun ateşinde ısınsın ellerim." (s.144/On Beşinci Mektup) "Kadındın, ama önce insandın. Güzeldin, ama önce iyiydin." (s.133/On Üçüncü Mektup) Öte yandan aşk, insanın Dionysos tarafı da diyebiliriz; her insan zaman zaman uçarılık yapmak ister, gerçeklik bağından sıyrılıp sanrılara kendini bırakmak, aklını bir an için kaybedip veya askıya alıp, bu durumun hazzını yaşamayı arzular. Benzer hisleri yüksek adrenalin barındıran aktivitelerde, tiyatro, sinema ya da bir kitapta da yaşayabiliriz. Yani aşk kavramını salt iki insanın birbirlerine duydukları bir ilişki boyutu olarak ele almak da çok doğru değildir. Akıl boyutunda az kalmanın da çok kalmanın da kendine göre zararları vardır. Az kalırsak, 21. yüzyılda yeni bir Ortaçağ yaşayabiliriz; çok kalırsak da robot olup çıkar, can sıkıntısının içine hapsoluruz ve can sıkıntısı ki insana en akla gelmeyecek şeyleri yaptırabilir; belki uzun süre boyunca her bir adımını mantıklı atmış bir adamdır çılgınlığa namzet kişimiz, ancak can sıkıntısı öyle derinden öyle sabırla birikir ki, hiç beklenmedik bir anda bir yanardağ gibi lavlarını dışarı püskürtür. Bu nedenle ölçüsünde yaşanan aşk, insanın dengesini sağlayan temel aktörlerden birini teşkil eder. Tabi aşkın söz konusu olduğu yerde dengenin varlığı biraz kulağa garip geliyor, farkındayım, zira aşk bizi çoğu kez açılmayacak kapıların önünde saatler boyu beklemeye zorlar. Sanki bir sadist gibi bize en çok acı veren insanlara yöneltir, bu esnada gözümüzü kör eder ve yanımızdan geçip giden ve aslında birlikte yaşasak daha mutlu olabileceğimiz insanları fark etmememize neden olur. Aşkın bu haline yüzlerce satır örnek verilebilir. Ama ben burada bitireyim. Aşk, insanın yalnızlık korkusuna verdiği bir isimdir. Üç beş saatlik ya da üç beş günlük bir yalnız başına kalma halinden bahsetmiyorum, ömür boyu yapayalnız kalmaktan, evinin duvarlarının dile gelmeye başladığı acıklı zor durumdan bahsediyorum. İnsan böyle kalmaktansa en sevmediği insanı bile yanında ister, sabahtan akşama kadar kavga da edecek olsa ister, şimdi her gün sokakta, apartmanda ya da ekranlarda sürekli kavga eden, birbirlerinden nefret eden çiftlere yeniden bakın, belki onlar birbirlerinin son çare olarak yanlarında istedikleri düşmanlarıdır. "İçimde çalkalanan bir dünya Kulaklarımda karanlığın uğultusu Ve gözbebeklerimde korkuların en büyüğü Bir büyük dünyada yalnız kalmak korkusu Ölürsem korkudan öleceğim" (s.90) Aslında daha uzun uzun aşk hakkında şeyler yazılabilir ama ben burada bitirmek istiyorum, yazının bütünlüğüne daha fazla zarar vermeden. Kapanışı da Ümit Yaşar Oğuzcan'dan yapayım: "Güzelliğin bir şiir gibi yerleşmiş hafızama." (s.219) "Güzelliğinin yağmuru altında yürüyorum günlerdir." (s.232) Başta söyleyeceğimi unutkanlıktan şimdi söyleyeyim: Ümit Yaşar Oğuzcan'ı okurken, insanın hiç aklında yokken, tutup rastgele birine aşık olası gelir. Keyifli okumalar..
Aşka Dair Nesirler
Aşka Dair NesirlerÜmit Yaşar Oğuzcan · Everest Yayınları · 20216,9bin okunma
··
2.244 görüntüleme
Bu yorum görüntülenemiyor
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.