Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

364 syf.
10/10 puan verdi
TÜRKİYE'NİN FAŞİZMLERİ VE AKP İncelemenin asıl bölümüne geçmeden önce kitaptaki bölüm başlıklarını burada ayrıca belirteyim: Bölüm I Türkiye'nin Faşizmleri Bölüm II AKP'nin Faşizmleri Bölüm III Sol Siyaset ve Halk Muhalefeti Bölüm IV İnsanlar Bölüm V Ülkeler: Reel Sosyalizmler ve Çin Bölüm VI Ülkeler: Hindistan, Arap Dünyası Bölüm I: Türkiye'nin Faşizmleri Bu bölümde Sabahattin Ali ve Aziz Nesin gibi isimlerin dönemlerinin iktidarlarına karşı mücadelelerini okuyoruz. Yazar gayet iyi, açık ve anlaşılır şekilde olayları aktarmış, tarafların sözlerini ve yazılarından benim çok önemli bulduğum kısımları alıntılamış. Özellikle Sabahattin Ali'nin dönemindeki Milli Eğitim Bakanlığı ve iktidarıyla nasıl boğuştuğu görülebilir. Markopaşa dergisinin sesini çıkarma çabasını, üst kademelerdeki insanların nasıl laflar ettiğini görmek de oldukça iyi. Bu gibi önemli mevkilerde olan insanların ettikleri lafların unutulmaması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü sistemli bir kötüleştirme çabası içinde söylenenler ve söyleyenler unutulsa bile söylemlerin etkisi uzun bir süreçte ortaya çıkıyor. Bu sistemli kötülükle mücadele için bu gibi kırılma noktalarının akılda canlı tutulması gerek. Madımak Olayı sonrası yine üst kademelerdeki insanların da olay hakkındaki yorumları kitaba dahil edilmiş. Ali ve Nesin başlıklarından başka yazarın kitabın kimi yerlerinde yoğunca anlattığı ve dersler çıkarılabileceğini, fikir edinilebileceğini düşündüğüm anılarından bazıları var. Faşist yönetim anlayışı ve onun bir örneği olarak 12 Eylül askeri darbesi de ilk bölümde iyi bir şekilde anlatılan bir diğer konu. Yazar 12 Eylül rejiminin sınıf yapısını, bazı uygulamalarını ve dayandığı noktaları çok iyi özetlemiş. 24 Ocak Kararları, Turgut Özal ve neoliberal politikların nasıl başlatıldığı ve günümüze gelene kadar başka hangi tekniklerle zenginleştirerek uygulanmaya devam edildiği anlatılıyor. Bölüm II: AKP'nin Faşizmleri Bu bölüm de kavramların, herkesin hayatını etkileyen bir alan olarak siyasette ne kadar önemli olduğu vurgusu yapılarak başlanıyor. Yazar bunu dönemin başbakanı olarak konuşma yapan R. T. Erdoğan'ın yaptığı bir konuşmanın bir kısmında kullandığı ifadeleri aktararak yapıyor. İlgili konuşmada başbakan Çorum'da şunları söylüyor: "Bu anayasal değişikliğe eğer siz 'evet'lerinizle katılmazsanız... bilesiniz ki yarın huzurumuza geldiğinizde biz de sessiz kalırız... Burada bitaraf olanlar yarın bertaraf olurlar. Çünkü bu ideolojik bir yaklaşımdır." Yazar bu kısmı aktardıktan sonra, belki sizin de şimdi burada aksi olan ne var ki, her sözcük gayet normal diyeceğiniz bir kelimenin anlamı açıklıyor: " 'Bertaraf olmak' fiilinin sözlük anlamı, 'ortadan kalkmak, yok edilmek'tir" (sayfa 43) Yani dönemin başbakanı 2015'te açıkça söylediği şeyi (400 milletvekilini verin bu iş huzur içinde çözülsün lafı) o zamanlar daha örtük olarak yapmış. Tabi bir başka örnek de yine aynı kişinin söylediği şu sözde var: "Yüzde 50'yi evlerinde zor tutuyorum." Bu gibi sözler halkı kutuplaştırmak, onları kışkırtmak, ülkeyi iç savaşa götürmek olarak görülmez de nasıl görülür? Konudan daha çok sapmadan kavramlara ve onların kullanımının önemini tekrar edip devam ediyorum. Bu konuşmadan sonra kendisinden evet oyu istenen bazı kesimlerin (burjuvalar) cevapları aktarılmış. Ali Ağaoğlu gibi birinin neden böyle kalabildiğini bu kitapta tekrar görüyoruz. İktidarın istediği şekilde hareket edenler kazanır. Tabi o iktidarla hareket edenler derken parası olup da onunla hareket edenler diye de belirtmek gerek çünkü halkın iktidara verebileceği çok şey yok. Tabi iktidarı bu sözlerle kararları bağımsız bir şekilde alan ve uygulayacağı politikaları kendi belirleyen bir yapı olarak göstermek yanlış olur. Sonuçta iktidar da kendisine daha fazla kazanım elde edebileceği garantisini verirse burjuva desteğini alır ve onların çıkarları için mücadele eder ve devlet aygıtını o yönde kullanır. Bu ikiliği çok iyi açıklayan yine Erdoğan olmuştur ve onun yakın zamanda söylediği şu sözü aktararak belirtelim: "Bir tarafta halkım var bir tarafta sermaye var." Onları düşündüğünü de göstererek bir lütufta bulunuyor halkına Başkan. Bu bölümde de yine çokça farklı noktalara değiniliyor. Mesela TÜSİAD ve MÜSİAD gibi burjuva sözcüsü yapıların açıklamaları aktarılarak böyle bir iktidara neden ses çıkarmadıkları gayet iyi anlatılıyor. Ama kitabın ilerleyen bölümlerinde birkaç defa daha karşılaşacağımız şu iki noktanın burada ayrıca değinilmesi gereken asıl yerler olduğunu düşünüyorum. Birincisi Gezi (Haziran) Direnişi, ikincisi de AKP iktidarının İslami Faşist niteliği. Ayrı bir başlık olarak "İslamcı Faşizm Üzerine Bir Söyleşi"de AKP iktidarının bu iki anlayıştan oluşan sentezinden yine açık bir şekilde bahsediliyor. Bu kısımda geçmiyor ama konu başlığı burada olduğu için burada belirtmeyi uygun gördüğüm bazı noktalar var: Bunlardan biri cumhurbaşkanının "camilere biralarla girdiler" sözünün yalan olmasına rağmen nasıl tekrar edildiğini anlatıyor. Bu kısım çok önemli çünkü onca haber kaynağı bu durumu yalanlamış olmasına rağmen iktidar bir kışkırtma aracı, kutuplaştırıcı ve kin aşılayıcı olarak bu gibi sözleri kullanıyor. Faşist nitelik olarak söylemin gücü önemli. İktidarın yapısını görmek için bu gibi noktaların sürekli göz önünde tutulması gerek. Tabi ki bu yalanı eline koz olarak geçirmesini sağlayan ve iktidarı korkutan bir direniş olarak Gezi (Haziran) Direnişi var. Gezi için kitapta yine nasıl başladığı, niteliği gibi konular üzerinde yine titizce durulmuş ve birkaç yerde tekrar edilmiş. Gezi Direnişi öncelikle nitelik olarak ayrı bir yerdedir. İnsanlar gelen vergilere ve zamlara veya kimi fabrikaların özelleştirmesine karşı pek sesini yükseltememiş veya kalkıştıkları eylemler çok uzun süreli olmamışsa da Gezi Direnişi bir kamu alanının bir operasyonla özelleşmesine oldukça tepki göstermiştir. Bu tepki öyle ani ve tahmin edilemez bir boyutta olmuştur ki iktidar da bunu beklememiştir. Direniş sonraları bitmişse de iktidar yaşadığı bu korkuyu da oynadığı bir koza çevirerek "Gezi mantığı" söylemini türetmiştir. Aynı zamanda iktidarın korkusunun boyutunu Gezi'den sık sık bahsetmesiyle görebilirsiniz. Yazarın bu direniş ile ilgili anlattığı ve başka bir yerde tekrar gösterdiği güzel bir nokta vardır. 1970'te 15-16 Haziran ayaklanmasına katılan; 1 Mayıs gösterilerinde kurşunlanan, 1989'da Zonguldak'tan Ankara'ya hakları için yürüyen işçilerin çoğunluğunu dindar işçiler oluşturuyordu diyor yazar. Ama nasıl bir dönüşüm vuku buldu da insanlar özel hayatı oluşturan dindarlık ile toplumsal konumlarını oluşturan sınıf aidiyetini birbirine karıştırmaya başlamışlardı? İşte yazar bu noktada hakları için yürüyen, eylem yapan ve direnen insanların içinde ezici çoğunlukta dindarların bulunduğu bir toplumdan "Allah'a şükür ki yoksuluz" tavrını benimsemelerine sebep olan durumun ne olduğunu yazar gayet incelikli bir şekilde gösteriyor. Belli iktidarlar burjuvaların kazanımlarını çoğaltacak politikaları uygularken işçi, emekçi kesim üzerinde de bir hegemonya kurarak sisteme başkaldırıyı önlemeye çalışmıştır. Bu işi ülkemizde tarikat örgütlenmeleri, eğitim kurumları ve Diyanet İşleri üstlenmiştir. Bu senaryo belki size Marthin Luther'i (her ne kadar din alanında reformcu olsa, İncil'i Almanca'ya çevirerek halkı bilinçlendirmeyi misyon edinse de çıkan köylü ayaklanmalarının bastırılması gerektiğini söylemiştir) anımsatabilir veya en önemli çalışması olarak gördüğüm Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu ile Max Weber'i. Weber de Kalvinist etiğin (Yaratan çalışanı sever, çalışanlar öteki dünyada mükafatını alacaktır gibi şeyler söyleyen anlayış) kapitalizmin doğasına nasıl yaradığını, birikimi nasıl sağladığını göstermiştir. Bana da, kitapta yer ayrılan ve Marx'ın çoğunlukla yanlış yorumlanan (oysa Şerif Mardin'in burada varılan sonuçlara ulaştığı açık bir yazısı olan) şu sözünü hatırlatıyor bu dönüşüm: "Din halkın afyonudur." Bu kısa görünen sözün öncesi de vardır ve özünde Marx burada dinin kendisine karşı çıkmamaktadır, aksine dinin insanları ezilmeye alıştırması, sefaletin övgüsünü yapmaya götürmesi, bu dünyada hakları çiğnense de öteki tarafta bunun hesabının sorulacağı ve telafi edileceği anlayışına karşı çıkar Marx. İnsanların inanışları yönetim anlayışı olarak geçerlilik kazanmaya çalıştığı zaman gerçekten sonuçları kötü olabiliyor. Bir defa insanın inanıp inanması sadece o insanı bağlayan bir konudur ve çevresine zarar vermedikçe, insanlık için kötü şeyler telkin etmiyorsa özel bir alan olarak kalabilir; hatta kendisini kanıtlayarak, anlatarak da taraftar toplayabilir diye düşünüyorum. Ama bu inanış birilerine dayatılamaz, bir yönetim şekli olarak yorumlanamaz diye eklemek gerek. Özel bir alan ve sorumluluğu kişiyi bağlayan bir inanç meselesinin öyle kalması gerektiğini görmek için nasıl da yanlış yönlere çekilebileceğini görmek için Ortadoğu'da, Afrika'da nasıl böyle inanışların kan dökücü olaylarda kullanıldıklarına bakmak yeterli olur. Bu gibi hassas noktaların bazı kişi ve yapılar tarafından desteklenip veya onlara göz yumularak nasıl kullanıldığı ve sonuçlarının ne olduğuna bakmakta kimse ısrarcı görünmüyor. Dökülen kanlar, ölen insanlar, yaşanan toplumsal ve bireysel travmalarla beraber şimdilerde isim bulan İslam karşıtlığı-düşmanlığı (İslamofobi) da hep bu durumun sonucudur. Yazar da kitapta bu şekilde bir ayrım yaparak yukarıda anlattıklarımı özetliyor: Kültürel anlamıyla İslam bir sorun değildir ama ideolojik bir yapıya dönüşürse sonuçları gericilik, yoksullaşmaya-sefalete övgü vb. olacaktır. Kültürel İslam bir kültür ve inanış açısından iyi olabilir ama ideolojik boyutuyla laikliğe karşı olacaktır ve birilerinin hizmetine girecektir. Bu sebeple laiklik ilkesi sol düşünce için önemli bir kazanımdır, bunun için de çabalanmalıdır. Bu bölümde bahsi geçen bir başlık da "Mahalledeki AKP". Aynı isimdeki çalışmadan bahsedilerek AKP'nin nasıl yerleşip güç kazandığını görmek anlamında yazı ve aynı isimli çalışma çok değerli. Çalışma1980 ortamında içeri alınan solculardan sonra boş kalan mahallelere o zamanki tutucu ve gerici partilerin nasıl yerleştiğini incelenen mahalle ve ilçelerin sakinleriyle yapılan görüşmeler ışığında gösteriyor. 12 Eylül Darbesinin bu anlamda hem sol hem de halk için büyük bir kayıp yaşattığını görebilirsiniz. Kitaba dahil edilen bir başka başlık da şu: Marx'tan Seçim Yorumları ve 7 Haziran. Bu başlıkta Marx'ın bir cumhuriyetin nasıl imparatorluğa dönüştüğünü incelediği Louis Bonaparte'nin 18. Brumaire'i kitabının tuttuğu ışıkla Erdoğan'ın cumhurbaşkanı oluşu ve 7 Haziran seçimlerinin Louis Napoleon'un izlediği yolla benzerliğini gösteriyor. Zaten bu gibi iktidarlar bu şekilde oluştukları için Marx'ın çalışması ana hatları belirlryici olmuştur. Bölümde incelenen bir diğer ilginç nokta da yazının yazıldığı dönem gündemde olan Muhteşem Yüzyıl dizisi ve Kanuni-Atatürk karşılaştırması. Yazar bu karşılaştırmaya farklı bir açıdan yaklaşıyor ve Atatürk'ün İzmir İktisat Kongresi'nde yaptığı konuşmayı günümüz Türkçesiyle vererek Siyasi İslam'ın nefret ettiği gösteriyor. Kongre'de Atatürk Osmanlı rejiminin üç büyüğü ile hesaplaşıyor ve kendisince hatalı olan uygulamalarını sayıyor. Karşı çıktığı üç padişah Fatih, Kanuni ve Yavuz; hatalı bulduğu nokta ise her birinin farklı bölgelerde kılıçla faaliyet gösterip sabanı yani tarımı önemsemeyişleri. Tabi bu önemsemeyiş de sabanın kılıca karşı zaferiyle sonuçlandı diye de ekliyor Atatürk. Bir de solcuların Atatürk'e ne yönde destek verdiği ve ona karşı çıktığını da son paragrafta yazarak bitiriyor konuyu. Bölüm III: Sol Siyaset ve Halk Muhalefeti Bu bölümde muhalefet olarak CHP'nin duruşu ve tarihindeki nitelik tartışılıyor. Öncelikle günümüz CHP'sinin sol olarak görülüp görülemeyeceği sorusuna yazar birkaç özellik sayarak şu cevabı veriyor: Sol görüş bu tutumları içermesi gerektiğinden CHP'ye sol olarak bakmak mümkün görünmüyor bana. CHP'nin Akıl Hocaları isimli bölümde Kemal Derviş gibi birisini kadrolarına alarak CHP'nin nasıl iktidarın ekmeğine yağ sürdüğünü anlatıyor. Burada da karşımıza Gezi Direnişi çıkıyor. Yukarıda bahsettiğim noktalara ek olarak iktidarın oluşturduğu "faiz lobisi" söyleminin nasıl yersiz olduğunu net bir şekilde gösteriyor. Hatta o kadar ki faiz lobisi de ona karşı mücadele ettiği iddia edilen iktidarın bir eseri olduğunu gösteriyor yazar. Bölüm IV: İnsanlar Bu bölümde yazarın daha çok anılarını ve sol görüşteki tarihsel kişileri görüyoruz. Bu bölümde kısaca şu iki ismi belirtmek istiyorum çünkü ilgimi tek çeken farklı ve bilinmedik kişi olarak onlar çekti: İhsan Doğramacı ve Orhan Pamuk. Adında bir üniversite olduğunu bildiğim İhsan Doğramacı ile yazar bazı karşılaşmalarını anlatıyor. Gerçekten anlattıkları İ. Doğramacı'nın nasıl berbat biri olduğunu gösteriyor. Mesela yazarın tesadüfen fark ettiği bir çalıntı hadisesi kaydetmeye değer bir anı. Yazar ve eşinin çocukları olunca çocuk bakımı üzerine kitaplar alıyorlar. Bu kitaplardan biri Doğramacı'nın diğeri de Benjamin Spock'un Baby and Child Care kitabı. Yazar ve eşi hangi tavsiyeleri uygulasak diye karşılaştırmalı olarak bakınca kitapların tıpatıp aynı olduklarını görüyorlar. Doğramacı kitabı tamamen çalıp kendi adıyla basmış... Orhan Pamuk'un ise kitapta yazarlık üzerine görüşüne bir eleştiri var. Ayrıca bu bölümün son başlığında da üniversitelerden tasfiye edilen kişiler anlatılıyor, geçmişten bugüne olacak şekilde. Burası da KHK'lar ile ihraç edilen akademisyenlerin durumunu anlamak için bakılmalı diye düşünüyorum. Bölüm V: Ülkeler: Reel Sosyalizmler ve Çin Bu bölüm üzerinde de pek durmayacağım. Genel itibariyle Çin'in sosyalizm iddiasında görünüp nasıl kapitalist sisteme uyarlandığını gösteriyor. Çin Rüyası sözü ile kast edilenin nasıl bir oyalama ve sözde sosyalizm olduğunu görebilirsiniz. Çin'in nasıl komünizme ha vardık ha varıyoruz diyerek kapitalist sisteme entegre edildiğini görüyorsunuz bu bölümde. Şi Jinping gibi isimler üzerinden güncel olan yazılar yer alıyor bu bölümde. Bölüm VII: Ülkeler: Hindistan, Arap Dünyası, Latin Amerika Bu bölümde ele alınan her ülke küresel düzene bakmak, takip etmek, süreci görmek ve olanları anlamak-yorumlamak için önemli diye düşünüyorum. Fakat ayrıntılarıyla bu uzun incelemeyi daha da uzatmak istemiyorum. Kısaca şunları söyleyeyim. Hindistan'da var olan durum anlatılarak ülkemizdeki siyasete ne kadar çok benzer olduğu gösteriliyor. Hindistan da şu sıralar bizim yakın geçmişte yaşadığımız şeyleri yaşar gibi bir yol izliyor. Birkaç yazı bu konu ve ülke üzerine. Daha sonra Arap Baharı, Amerika'nın Irak operasyonu ve genel olarak Arap Dünyası-petrol-sömürgeci güçler ilişkisini okuyoruz birkaç başlık boyunca. Son olarak da Latin Amerika ülkelerinin mücadelesini, IMF- Dünya Bankası ile bu ülkelerin nasıl borçlandırıldığını ve Venezuela-Ekvador-Bolivya ülkelerinin seçimleriyle, ABD'ye ve şirketlere karşı mücadelesini okuyoruz. Bu bölümde de yazılar oldukça güncel. Örnek vermek gerekirse Maduro ve Juan Guaido isimlerini belki duymuşsuınuzdur. Seçilen Maduro'nun ABD kuklası Guaido ile mücadelesinden... Arap Dünyası ve Latin Amerika ülkelerinin tarihini okumak, daha geniş bir dönemde neler olduğunu görmek ve ekonominin nasıl belirleyici rol oynadığını görmek isteyenler şu kitaplara bakabilirler: Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları ile Sermayenin Küresel Egemenliği ve İslam. Genel bir değerlendirme olarak da yazar yazılarını titiz bir şekilde yapmış, kavramları iyi kullanmış, kullandığı dil açık, anlaşılır ve sade. Bana sıkıcı gelen yerler de konunun ve isimlerin sıkıcı olmasındandı (Çin ile ilgili olan bölüm) veya konuyu izleyecek bilgimin olmayışındandı (bu da faiz lobisi konusundaki kısa ekonomi dilinden ötürüydü). Kitapta yazar tarihsel süreci iyi göstermiş, bakış açısı emek tarafından. Eleştirileri yerinde. Ama Fikret Başkaya'nın kitaplarında ve yazılarında yaptığı gibi harekete geçme, anti-kapitalist duruş sergileme gibi çağrılar yoktu bu yazılarda. Başkaya da ekonomist ama fikirlerini eyleme de dökme çabasında. Boratav durumun analizini yapıp eleştiri getirmenin ve sol için bazı öğütler vermenin ötesine geçmiyor gibi ama Boratav için tam olarak ne demeli bilemiyorum... Okuduğum kısa biyografisinden ve burada anlattıklarından tahmin ettiğim bir şey bu. Öneri kitaplara gelirsek... İncelemenin çeşitli yerlerinde geçmiş olanlarla beraber okuduğum, okumayı düşündüğüm ve yararı olabilecek alakalı kitapları ekliyorum. Louis Bonaparte'nin 18. Brumaier'i - Karl Marx Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi -Karl Marx AKP Ilımlı İslam, Neoliberalizm- Fikret Başkaya Eko-Sosyalist Paradigma- Fikret Başkaya Neoliberalizmin Kısa Tarihi - David Harvey Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları - John Perkins Sermayenin Küresel Egemenliği ve İslam - Vahap Erdoğdu İdeoloji - Şerif Mardin Din ve İdeoloji - Şerif Mardin İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları - Louis Althusser Biz Hayır Diyoruz - Eduardo Galeano Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu - Max Weber Faşizm ve Kapitalizm - Thalheimer & Rosenberg & Bauer & Tasca Faşizmin Kitle Psikolojisi - Wilhelm Reich
Türkiye’nin Faşizmleri ve AKP
Türkiye’nin Faşizmleri ve AKPKorkut Boratav · İmge Kitabevi Yayınları · 20156 okunma
·
1.150 görüntüleme
Batuhan okurunun profil resmi
Çok uzun olmuş inceleme. Birkaç defa bütün olarak paylaşamayınca sorunun incelemenin uzunluğunda olduğuna kanaat getirdim. İNCELEMENİN İLK KISMI BURADA. İnceleme genel bir faşizm analizi ile başlıyor. Daha sonra kitaptaki bölümler üzerinden tek tek ilerleyecek. Genel Faşizm analizi 6 paragraf sürüyor. İsteyenler kitap hakkındaki bölüme doğruca geçebilir ama bu genel analizin de katkıları olur diye düşünüyorum. Genel faşizm analizi sonrası kitaptaki tüm bölümleri bir arada verdim. İsteyen yine ilgili bölümlere bakabilir. Kitabın son iki bölümü için pek bir şey yazmadım ama incelemenin tamamını daha sonra gözden geçirip düzeltmeler/eklemeler yapabilirim... Ayrıca ne zamandır yaptığım incelemelerin çoğuna eklemeyi düşündüğüm bir öneri listesi de ekleyeceğim. Umarım bu inceleme herkese belli açılardan dokunur, yeni soru işaretleri doğurur ve olaylara getirilen perspektiflere bir de bu açıyı ekler. İncelemenin belirttiğim şekliyle devam etmeden önce faşizm anlayışı üzerine de birkaç şey söyleyeceğim. Birincisi, faşizm kelimesinin kökü hakkında. İtalyanca "demet" anlamına gelen "facio" kelimesinden türemiş bir insanlık felâketi. İdeoloji olarak geçse de fikri olarak o kadar sığ ki "buna ideoloji denir mi" diye soruyorum. Bazılarının kafasındaki birkaç düşünce kırıntısına ideoloji mi diyeceğiz? Böyle tartışmayla konudan sapıp bu felaket ideoloji midir değil midir diye isimlendirmeye gerek de yok ama bu noktanın belirtilmesi gerekir diye düşünüyorum. Kelimenin kökü hakkında bir başka "faşist" yazar da bir şey söylüyor: Hüseyin Nihal Atsız. Bir makalesinde kelimenin nereden geldiğini belirtip öz olarak şunları söylüyordu: Faşizm kelimesi İtalyanca kökenli olup İtalyan milliyeçiliğidir, Nazizm de Alman milliyetçiliği, Falanjist İspanyol milliyetçisi,... Bundan dolayı Türkiye'de faşist biri veya bir parti yoktur. Biz sadece Türk milliyetçisiyiz. Aynı makalede faşizm kelimesinin genel olarak milliyetçiler ve komünist olmayan herkes için kullandığını da söylüyor Atsız. Bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere Atsız diğer milliyetçilerden farklı bir şey yapıyormuş gibi göstermeye çalışıyor. Faşizm konusunda hangi ülkede hangi milliyetçiliğin ne isim aldığının sadece görünüşü değiştirdiğini anlayamayan sığ görüşlü bir yazarla karşı karşıyayız ki savunduğu şeyin kendisi de sığ zaten. Bir şeyin ismini değiştirdiğiniz zaman o şeyin kendisini değiştirmiş olmuyorsunuz. Atsız gibi ırkçılar ve kendilerini ondan daha ılımlı görüp milliyetçi olarak adlandıranların sorunu buradadır. İsimlere, görünüşlere takılırlar çoğunlukla ve o görüntülerin arkasındaki gerçeği kaçırırlar. Bu noktaya yakın bir başka açıdan da şunu söyleyeceğim. Yurt sevgisi de sanki milliyetçilerin tekeliymiş gibi gösterilir. Bir insanın yurdunu sevmesi için milliyetçi mi olması gerekir? Peki ya milliyetçiler yurt sevgisi altında bir avuç insanın toprak ve para hırsına hizmet ediyorsa, onların iktidarlarına yardımcı oluyorlarsa onların bu duruşları milliyetçilik midir? Her ne kadar milliyetçilikler farklı isimler alsa da özleri aynıdır dedim. Buna bir de şunu ekliyorum: Bütün milliyetçiler aynı dili konuşur. Farklı ülkelerde farklı milliyetçilik isimleri olsa da uygulamalar birbirinin aynıdır. Üstelik dünyanın başka yerlerinde milliyetçiler yaptıklarıyla diğer milliyetçilere örnek oluştururlar. Bu yüzden de birbirlerini anlarlar ve hatta desteklerler, en bilindik örneği Hitler-Mussolini ittifakıdır. Eğer ki birbirinden farklı milliyetçiler ve milliyetçilikler bir dalaşa girdiyse orada bir anlaşmazlık yok mudur diyenlere de şu cevabı veriyorum: Hayır, aralarındaki kavga anlaşmazlıktan kaynaklanmıyor. Tam tersi, birbirlerini anladıkları için kavga ediyorlardır çünkü görüşerinin gereği olan çıkarlar çatışıyordur. "Yaşam Sahası" tehdit edilseydi Naziler İtalyanlar'a saldırırdı -ki Naziler savaşı kazansaydı İtalyanlar da onların küçük ortakları olarak var olmayı sürdürürdü ve belli paylar alıp susarlardı. Ta ki ikisi arasında yeni çıkar çatışmaları oluncaya dek, diye de düşünüyorum. Faşizmin özellikleri için kelimenin kökündeki anlama bir daha geliyorum. Demet! Bu demet aynı uzunlukta, aynı renkte olan çubuklardan bir araya gelir. Yani demet "farklı" olanı dışlar. Çünkü demetin o tekdüze görünüşünü bozmaktadır. Çubuklar arasındaki ahenk kaybolmaktadır. Acaba öyle midir?! Ahengi sağlayan farklı çubukların birleşmesi olması doğru olandır. Kendisinden farklı olanı kabul etmektir. Ama faşist kavrayışa göre görünüşteki farklılık kendisinden kurtulunması gereken bir bozukluk, bir hastalıktır. Demeti oluşturan çubuklar sarı saçlı, mavi gözlü olmalıdır. Bunun için Ari ırk yaratılmalı ve farklı olanlar (Yahudiler, Çingeneler, Romanlar...) bozukluk ve hastalık oluşturmasın diye ortadan kaldırılmalıdır. Faşizm, yukarıda anlattığım gibi dış görünüşüne bakarak insan seçen insanlık dışı bir illettir. Bu anlayışın eyleme dökülmesi faşizmin bir başka özelliği. İnsanları ten rengine, saçına, gözüne bakarak seçen bu illet, etkili olduğu ülke sınırları içinde bir ayıklamayı gerektirir. Bu ayıklama da istenen saç, göz, ten rengi özelliklerine, milyonlarca genin dizilişindeki bir sıralama sonucu sahip olan insanların kendi iradesiyle gerçekleşmez. Burada insanların zekayı, farklılıkların zenginliğini dışlayan bir söylemle güdülenmesi vardır. Üstelik söylemin oluşması tek başına yeterli değildir. Bu söylem sıkça tekrarlanmalı, eleştirmeye ve tartışmaya kapalı olmalıdır. Çünkü birazcık dikkatle bakıldığında yanlışlık fark edilecektir. Söylem, propagandaya çevrilir. Propaganda söylemi sürekli hale getirir ve insanlara doğru olduğu imajını verir. Propagandaya maruz kalanlar bu söylemin sıklığından onun doğruluğunu sorgulamaz. Sorgulayanların "haince" bir amacı vardır. İnsanlığı savunanlar için de söylemde yer ayrılmıştır: Doğada güçlü olanlar hayatta kalır, zayıf olanlar ezilip yok olmaya mahkumdur. İnsanlık lafları edenler bu zayıflar takımına dahildirler ve ezilmeleri gerekir. Propaganda hitap ettiği kitleye nefret, şiddet ve yıkım empoze eder. Bunu ateşli ve saldırgan konuşmalarla yapar. Ayrıca önemli bir nokta da şudur: Propaganda bir mit, efsane ve hedef de oluşturur. Tarihten kahramanlar hortlatılır, parlak zaferler vaat edilir, gelecekte çok daha ileri düzeylere göz dikilir. Tabii ki faşizmin bir diğer özelliği milistir. Kitle tabanını oluşturmada, bu tabanı denetlemede ve aykırı fikirleri, kişileri bastırmada etkili, silahlı bir güç. Kitlenin yer yer kahramanı ve aykırı düşünme hastalığına kapılması halinde kendisi hakkında yapılacakları gösteren bir korku nesnesi olarak milis. İnsanları susturma görevi olan bir milis... Faşizm özellikleri üzerine bu noktalardan başka genel çıkarımları da Faşizm ve Kapitalizm isimli bir çalışmadan alıntılayarak bitireceğim. Burada değinmeden geçtiğim sermaye ve faşist yönetim anlayışının ilişkisini de bu bahsettiğim kitapta görebilirsiniz. Kitaptaki maddelere gelirsek: "Faşizmde, finans kapital, gönüllü ve paralı ajanları eliyle: İşçi sınıfına, bu sınıfın yandaşlarına ve işçi sınıfı ideolojisine karşı amansız bir baskı ve sindirme eylemine kalkışır... Klasik burjuva hukuk devleti kurumlarının tümünü tasfiye ederek, en aşırı dozuyla otoriter-totaliter bir polis rejimi kurar... Geniş halk kitlelerini politik hayattan büsbütün tecrit ederek, bu kitleleri düşünce açıklama, örgütlenme ve gösteri yürüyüşü düzenleme gibi demokratik haklarından yoksun bırakır... Akıldışı militarist şovenizm ideolojisini pompalar... Devleti yüceltip toplumu ve insanı aşağılar, hiçler... Kapitalist düzeni "kamu düzeni" diye, sermayenin güvenliğini "milli güvenlik" diye, hâkim sınıfın kâr çıkarını da "kamu yararı" diye silah zoruyla korur... İnsanlığın bütün değerlerini finans kapitalin zulüm ve işkence çarmıhına gerer..."
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.